2008 Krizi Üzerine – Mahfi Eğilmez (İTD 120)


Tarihin İlk Küresel Ekonomik Krizi

2008 Krizi’nin tam olarak hangi tarihte ve hangi nedenle başladığı hala tartışmalı bir konu. Bazı yorumcular krizin 2006 yılında ABD’de yaşanan subprime mortgage (düşük değerli tut-sat) kredilerinin geri ödenememeye başlamasıyla ortaya çıktığını, bazı yorumcular 2008 yılında ABD’de Lehman Brothers adlı büyük bankerlik şirketinin batışıyla başladığını öne sürüyor. Krizin ilk alevlenişinin 2006 yılında, yangına dönüşünün ise 2008 yılında başladığını söylemek belki de en doğrusu. ABD’de 2006 yılında yaşanan subprime mortgage krizine benzer finansal krizler geçmişte de sıklıkla yaşandığı için krizin başladığı yıldan çok, küreselleşmesi önem taşıyor. Krizin önce Avrupa’ya sonra da dünyanın geri kalanına yayılması 2008 yılında Lehman Brothers’ın batışıyla gerçekleşmiş olduğuna göre, başlangıç yılı olarak 2008 yılını almak daha doğru bir yaklaşım olacak.

2008 Krizi, başlangıçta finansal bir kriz olarak ortaya çıktı ve bir süre o çerçevede devam etti. Sonraları giderek reel sektöre de yayıldı ve küresel bir ekonomik krize dönüştü. Bu krize üç ayrı isim yakıştırılıyor: Küresel Finans Krizi, Küresel Kriz, Büyük Resesyon. Başlangıçta finans kesiminden kaynaklandığı ve ilk olarak o kesimi etkilediği için küresel finans krizi deniyordu, sonraları bütün kesimlere yayıldığı için finans sözcüğü çerçeveden çıkarıldı ve küresel kriz denmeye başlandı. IMF, zaman içinde bu krize Büyük Resesyon adını verdiyse de bu öneri pek kabul görmedi ve küresel kriz olarak anılmaya devam etti. Doğrusu da küresel kriz olmalı çünkü bu adlandırma, krizin coğrafi anlamda bütün dünyaya yayılı bir kriz olduğunu, aynı zamanda finans kesimini ve reel kesimi de kapsayan bir ekonomik yaygınlık çizdiğini anlatıyor. IMF’nin önerdiği gibi Büyük Resesyon adı da doğru olmaz çünkü bazı ülkelerde resesyona yol açmış olsa da bazı ülkelerde stagflasyona, bazılarında depresyona neden oldu.

Bu krizin bütün öteki krizlerden en önemli farkı, tarihin ilk küresel krizi olmasıdır. Çünkü dünya bu kriz öncesinde kapitalizmin küresel sistem haline geldiği bir yapıya bürünmüştür. Önceki dönemlerde yaşanan çeşitli krizler sırasında küresellik söz konusu olmadığı için onları ülke krizi, bölgesel kriz ya da ekonomik sistem krizi olarak adlandırılmak daha doğru olur. Örneğin 1929’da başlayan Büyük Depresyon, kapitalist sistemin krizi olarak çıkmış, kapitalist sistemi benimsemiş olan ülkeleri etkilemiş, kendi içine kapalı sosyalist sistem içinde yönetilen ülkeleri pek fazla etkilememiştir. Oysa 2008 Krizi, ABD’de başlayarak bütün dünyayı etkisi altına almış ve belirli ölçüde hepsini etkilemiştir.

Dünya Nasıl Etkilendi?

Aşağıda sunduğum tablodaki veriler dünyanın kriz öncesi ve kriz süresince geçirdiği değişimleri özet olarak ortaya koymaktadır (kaynak: IMF, World Economic Outlook Database, October 2019, April 2020 ve June 2020.)

2007 2008 2009 2010 2015 2016 2017 2018 2019
GSYH (Trilyon USD) 58,2 63,8 60,4 66,1 74,8 75,8 80,3 84,9 86,6
Büyüme 5,6 3,0 -0,1 5,4 3,5 3,4 3,8 3,6 2,9
Enflasyon (Yılsonu) 5,3 4,7 3,1 4,3 2,9 3,0 3,3 3,6 3,5
Ticaret Hacmi Büyümesi 8,1 3,2 -10,4 12,8 2,8 2,3 5,7 3,6 1,1

Tablo bize 2008 yılında başladığını kabul ettiğimiz küresel krizin dünya ekonomisi üzerinde nasıl bir etki yarattığını kabaca gösteriyor. 2006 yılındaki subprime mortgage krizinden sonra 2007 yılında dünya ticaret hacmi yüzde 8,1 ve dünya GSYH büyümesi de yüzde 5,6 gibi yüksek oranlara ulaşmış.  Buna karşılık 2008 Krizi sonrasında 2009 yılında dünya ticaret hacmi yüzde 10’dan fazla küçülürken dünya GSYH’si de yüzde 0,1 oranında küçülme sergilemiş. 2008 Krizi sonrasında ABD (Fed), İngiltere, Avrupa ve Japonya Merkez Bankaları çok yüksek düzeyli parasal genişleme programları uygulamasına, bir başka deyişle küresel rezerv paraların hepsinin miktarı katlanarak artırılmış olmasına karşılık küresel enflasyonda artış söz konusu olmamış.

Küresel krizden hemen sonra (2009) dünya GSYH’si mutlak değer olarak gerilemesine karşılık, izleyen yıllarda hızla toparlanmış görünüyor. 2007 yılında 58 trilyon dolar dolayında olan GSYH’nin küresel krize karşın 12 yılda 86,6 trilyon dolara yükselmiş olması, ortada anormal bir durum olduğunu ve bu gidişin yeni bir krize altyapı hazırladığını ortaya koyuyordu.

Küresel Krizden Gelişmiş Ülkeler mi Gelişme Yolundaki Ülkeler mi Daha Çok Etkilendi?

Bu sorunun yanıtı bize bu tür krizlerden kimin daha çok etkilendiğini göstermesi açısından önem taşıyor. IMF’nin sınıflandırmasına göre dünya nüfusunun yüzde 15’ini temsil eden ve dünya hasılasının yarıdan fazlasına sahip olan 39 gelişmiş ülke ve GSYH’nin yarıdan azına sahip olan 155 gelişmekte olan ülkenin kriz öncesi ve sonrası raporu aşağıdaki tabloda özetleniyor (kaynak: IMF, World Economic Outlook Database, October 2019, April 2020 ve June 2020.)

2007 2008 2009 2010 2015 2016 2017 2018 2019
Gelişmiş Ülkeler
GSYH (Trilyon Dolar) 41,6 43,9 41,5 43,3 45,3 46,5 48,5 51,2 51,7
GSYH Büyümesi (%) 2,7 0,2 -3,3 3,1 2,3 1,7 2,5 2,2 1,7
Enflasyon (Yılsonu, %) 3,1 1,6 1,1 1,9 0,5 1,5 1,7 1,6 1,7
Ticaret Hacmi Büyümesi (%) 5,4 0,4 -11,5 11,6 4,8 2,6 4,7 3,0 1,2
Gelişmekte Olan Ülkeler
GSYH (Trilyon Dolar) 16,5 19,8 18,9 22,8 29,5 29,4 31,8 33,7 34,9
GSYH Büyümesi (%) 8,4 5,7 2,8 7,4 4,3 4,6 4,8 4,5 3,7
Enflasyon (Yılsonu, %) 7,6 7,9 5,0 6,6 4,7 4,2 4,5 4,9 4,7
Ticaret Hacmi Büyümesi (%) 16,0 10,1 -9,2 14,9 -0,9 1,8 7,5 5,1 0,7

Gelişmiş ülkelere baktığımızda sayıları 39 gelişmiş ülkenin küresel krizden dünya genelinden daha fazla etkilendiğini görebiliyoruz. Gelişmiş ekonomilerin GSYH büyümesi de ticaret hacimleri de dünya geneline göre çok daha sert bir düşüş sergilemiş. Yalnızca 2010 yılında gerek büyümede gerekse ticaret hacminde hızlı toparlanmalar ortaya çıkmış. Bunun nedeni de büyük ölçüde baz etkisidir. Bu ekonomilerde para ve maliye politikaları hızla gevşetilmiş olsa da bunun enflasyon yaratmadığını tablo ortaya koyuyor.  Gelişmekte olan 155 ekonominin krizden gelişmiş ülkeler kadar etkilenmediği tablodan görülebiliyor. Bununla birlikte küresel krizin 2020’de Covid-19 pandemisiyle birlikte başlayan yeni aşamasında gelişmekte olan ülkelerin de etkilendiğine tanık oluyoruz.

2008 Krizinden Çıkış İçin Uygulanan Ekonomi Politikası

Özellikle 20’nci yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan enflasyonist genişlemeler sonucu merkez bankaları, enflasyon yaratmayacak, reel büyümeyle at başı gidecek kadar para basmayı hedef alır oldular, hatta para basmak bir tabu haline geldi. 20’nci yüzyılın sonlarından başlayarak para arzını hedef alan yaklaşımların yerini enflasyon hedeflemesi yaklaşımı alırken ihtiyaçtan fazla para basmak tabu olarak kalmaya devam etti. 2008’de başlayan küresel krizle birlikte para basma tabusu yıkıldı. ABD Merkez Bankası Fed’in başlattığı parasal genişleme aracılığıyla ekonomiyi canlandırma girişimine kısa bir süre sonra İngiltere Merkez Bankası (BOE), Avrupa Merkez Bankası (ECB), Japonya Merkez Bankası (BOJ) katıldı. İlerleyen dönemlerde onları izleyen birçok merkez bankası aynı şekilde parasal genişlemeye giderek talebi canlandırmaya çalıştılar. İnsanların düşüncesine işlemiş olan “para basmanın enflasyon yaratacağı” algısını kırabilmek için de buna para basmak yerine “parasal genişleme”, “niceliksel gevşeme” gibi farklı isimler verdiler. Adı ne olursa olsun yapılan şey para basmak ve bu basılan parayla hazine ve diğer bazı finans kuruluşlarının tahvillerini piyasadan satın almak suretiyle piyasaya para sürmek ve bu yolla talebi canlandırmaya çalışmaktan başka bir şey değildi.

2008 Krizi’yle birlikte başlatılan parasal genişleme, merkez bankalarının para politikası araçlarından birisi olan açık piyasa işleminin (APİ) normal zamanlardaki kullanımına göre çok büyük miktarlara ulaşmış halinden başka bir şey değildir. Merkez bankaları, piyasaya likidite vermek istediklerinde piyasadan tahvil, bono gibi kâğıtları alır ve karşılığında para verirler. Bunu satın alma olarak yapabilecekleri gibi kısa süreli devralıp iade etmeye dayalı repo yöntemiyle de yapabilirler. 2008 Krizi’yle birlikte başlatılan parasal genişleme operasyonu da böyle yürütüldü. Merkez bankaları piyasadaki devlete tahvilleriyle bazı finans kuruluşlarının tahvillerini vadeleri gelmeden satın alıp parasını hazineye veya finans kuruluşuna verdiler. Aslında bu yapılanın para basmaktan, hatta daha da kötüsü, para basıp o parayı Hazine’ye vermekten bir farkı yoktu. Çünkü para karşılığında alınan kâğıtların büyük çoğunluğu Hazine kâğıtlarıydı. Merkez bankaları, bankaların veya kurumların ellerindeki Hazine kâğıtlarını alarak Hazine’nin borcunu üstlenmiş oluyordu.

2008 yılında başlayan küresel krizde Fed’in uygulaması bir anlamda öncü uygulama olduğu ve diğer merkez bankalarına da örnek olduğu için burada kısaca Fed’in uygulamalarına değineceğiz.

Fed, bir yandan bankalara bu şekilde likidite sağlamanın yanı sıra faizleri düşürerek bankaların daha fazla kredi verebilmelerini sağlamayı ve bu yolla talebi ve dolayısıyla ekonomiyi canlandırmayı amaçlıyordu. Bir yandan bankalardan tahvilleri satın alarak piyasaya bol para veriyor, bir yandan o paraların düşük faizli kredi olarak sunulmasını ve harcamaya dönüşerek ekonominin canlanmasını sağlamaya çalışıyordu. Fed, 2008 Aralık ayı ile 2010 Temmuz ayı arasında uyguladığı QE1 parasal genişleme programında bankalardan toplamda 800 milyar USD tutarında Hazine tahvili ve Mortgage’e dayalı türev ürünlerini satın aldı ve karşılığında para verdi. Aynı dönemde faiz oranını da sıfıra kadar indirerek piyasada kredi talebi yaratmaya çalıştı. Bu kadar büyük miktarlı bir müdahaleye karşın QE1 programı beklenen sonucu vermedi. Piyasada bir kıpırdanma olduysa da bu, öngörülenin oldukça altında kaldı. Bu hayal kırıklığına karşın Fed, aynı yöntemde ısrar ederek 2010 yılının Kasım ayında QE2 adı verilen yeni bir parasal genişleme programını başlattı. 2011 yılının Temmuz ayına kadar süren QE2 aracılığıyla Fed, satın aldığı devlet ve finans kuruluşları tahvilleri karşılığında bankalara 600 milyar USD tutarında para verdi. Bu ikinci uygulama ilkine göre daha başarılı sonuçlar verdi. Bu kez başarılı olunmasının iki nedeni vardı: (1) Fed bu kez uzun vadeli kâğıtları alıp karşılığında para vererek bankaları uzun vadeli bağlantılardan kurtarmıştı. (2) QE1’in üzerine gelen bu parasal destek piyasadaki likiditeyi daha da genişletmişti. 2011 yılının Eylül ayında Fed, bu kez adına Operation Twist denilen ve toplamda 400 milyar USD tutan bir uygulamaya girişti. Parasal genişleme operasyonlarına benzeyen yani uzun vadeli tahvilleri ve mortgage’a dayalı türev ürünleri bankalardan alarak onlara para verip uzun bağlantılardan kurtulmalarını sağlayan bir uygulamaydı bu. Bu uygulama da başarılı oldu. Buna karşın piyasadaki canlanma istenildiği düzeyde değildi. Fed, 2012 yılının Eylül ayında bu kez yeni bir parasal genişleme planını (QE3’ü) uygulamaya soktu. Bu programda Fed, operation twist kapsamında aylık 40 milyar USD tutarında mortgage’a dayalı türev ürünleri almaya devam ederken her ay 85 milyar USD tutarında da devlet tahvili alacağını ilan etti. QE3’le birlikte Fed üç yeni adım attı: (1) Faizi 2015 yılına kadar sıfır oranında tutacağını ilan etti. (2) Kâğıt alarak para verme operasyonunun, istihdam ciddi biçimde iyileşene kadar sürdüreceğini belirtti. (3) Ekonomiyi canlandırmak için çalışacağını ve daralmaya izin vermeyeceğini açıkladı. Bu üç açıklama da bir merkez bankası için alışılmamış açıklamalardı ve Fed bu tür açıklamaları daha önce hiç yapmamıştı. Bunları yapma amacının tüketici, yatırımcı ve finans kurumu güvenini yeniden oluşturmak olduğunu ya da kısaca beklentileri olumlu yöne çevirmek olduğunu söyleyebiliriz. QE3 devam ederken 2013 Ocak ayında Fed, QE4’ü yaşama geçirdi ve aylık 85 milyar USD tutarında uzun vadeli Hazine kâğıtlarını almayı sürdüreceğini açıkladı. Fed, QE4 programını açıklarken bu uygulamayı iki koşuldan birisinin gerçekleşmesine kadar sürdüreceğini ilan etti. Bu iki koşul şunlardı: (1) İşsizlik oranının yüzde 6,5’un altına düşmesi. (2) Enflasyon oranının yüzde 2,5’un üzerine çıkması. İşsizlik oranı gerçekten de zaman içinde yüzde 6,5’un altına düştü (bugün yüzde 5,1 düzeyinde bulunuyor.) Bu düşüşü izleyerek Fed, QE4’ü tedrici olarak kaldıracağını Mayıs 2013’de açıkladı ve açıklamaya uygun olarak yavaş yavaş tahvil alımını azaltarak Ekim 2014’de QE4 uygulamasına ve tahvil alımlarına son verdi.

Aşağıdaki tablo Fed’in uyguladığı parasal genişleme programının hedef aldığı üç alandaki sonuçlarını gösteriyor (kaynak: IMF, World Economic Outlook Database, October 2019, April 2020 ve June 2020.)

2007 2008 2009 2010 2015 2016 2017 2018 2019
Büyüme (%) 1,9 -0,1 -2,5 2,6 2,9 1,6 2,4 2,9 2,4
Enflasyon (Yılsonu, %) 4,1 0,7 1,9 1,7 0,7 2,2 2,2 1,9 2,2
İşsizlik (%) 4,6 5,8 9,3 9,6 5,3 4,9 4,4 3,9 3,7

Tabloya baktığımızda ABD ekonomisinin bu uygulamalar sonucunda resesyondan çıkarak büyümeye geri döndüğünü, dolayısıyla uygulamaların bu alanda başarılı olduğunu söyleyebiliyoruz. Benzer bir yargıyı işsizlik oranındaki gerilemeye bakarak da yapabiliyoruz. Hatta bu uygulamalar ABD’yi doğal işsizlik oranı sayılan yüzde 4’ün bile altında bir işsizlik oranına getirmiştir. Enflasyon açısından da hedeflenen yüzde 2’lik oranın tutturulduğunu söyleyebiliriz.

Küresel krizle birlikte uygulamaya geçilen ekonomi politikası önlemleri, geçmişte yaşanan benzer olaylarda uygulamaya girişilen ekonomi politikası önlemlerine benzese de arada bazı önemli farklar bulunuyor. Küresel krize en çok benzeyen krizlerden birisi olan 1929 tarihli Büyük Depresyon’da uygulamaya sokulan ekonomi politikası önlemleri, tıpkı küresel krizde uygulamaya sokulan ekonomi politikası önlemleri gibi genişlemeci önlemlerdi. 1929’da uygulanan genişlemeci ekonomi politikası kamu harcamalarının artırılıp, vergilerin düşürülmesini esas alan bir maliye politikası uygulamasına dayandığı halde küresel krizde yürürlüğe konan ekonomi politikası aynı amaca piyasadan tahvil alıp karşılığında borçlu kurumlar (Hazine ve mortgage kuruluşları) adına erken ödeme yapılması yoluyla likiditeyi arttırıp ekonomiyi canlandırmaya dayalı bir ekonomi politikası uygulayarak ulaşmayı hedefliyordu.

Fed, ABD ekonomisinde beklenen toparlanmanın başladığı kanısına vardığı 2013 yılı Nisan ayındaki toplantısında yılsonuna doğru parasal genişlemeyi tedrici olarak kaldıracağını açıkladı. Bu açıklamaya uygun olarak aynı yılın Ekim ayından itibaren aylık satın alma miktarını kademe kademe düşürerek niceliksel genişleme uygulamasını 2014 yılı Kasım ayında tamamen kaldırdı. Niceliksel genişleme uygulaması başlarken 900 milyar dolayında olan Fed bilançosu bu uygulamanın kaldırıldığı tarihte yaklaşık olarak 4,5 trilyon Dolara ulaşmıştı. 2019 yılının son çeyreğinde işler karışınca Fed, parasal sıkılaştırma programından vazgeçerek yeniden parasal genişlemeye döndü ve faizler düşürdü.

Para Basarak Ekonomik Sorunları Çözme Yaklaşımı

Niceliksel genişleme uygulamasının para basıp dağıtmaktan pek bir farkı yok. Tek fark, Merkez bankasının vadesi gelmemiş devlet veya finans kuruluşları tahvillerini parasını ödeyip alması olarak karşımıza çıkıyor. Eğer maliye politikası uygulanarak veya tahvil karşılığı olmaksızın para basılarak piyasaya likidite sürülmüş olsaydı ekonomi toparlandığında bu fazla likiditeyi çekmek için vergileri artırmak ya da yeni vergiler koymak gerekecekti. Bu uygulama vergi verenlerin tepkisini çekecek siyasetçiye oy kaybına mal olacaktı. Oysa bugünkü uygulamadan vergi verenlerin alınan ve verilenden haberi bile olmayacak. Aradaki bu fark, küresel krizde para politikasının niçin maliye politikasına tercih edildiği sorusunun yanıtıdır.

Para basma tabusunun yıkılmasından sonra merkez bankaları iki yoldan birisini izlediler. Bazıları (Fed, BOE, ECB, BOJ gibi) basılan parayla piyasadan ağırlıklı olarak hazinenin ve bir miktar da finans kuruluşlarının tahvillerini satın aldılar. Bu uygulama dolaylı olarak hazinenin merkez bankası tarafından finanse edilmesi demekti. Diğer bazı merkez bankaları doğrudan para basıp kredi ya da destek gibi farklı yollarla hazineye veya doğrudan piyasaya verdiler.

Para basmanın tabu olduğu dönemde yeni klasik ekonomi okulu ve rasyonel beklentiler teorisinin önde gelen iki temsilcisi Thomas Sargent ve Neil Wallace “Hoş Olmayan Parasalcı Aritmetik” başlıklı bir makale yayınladılar. Bu makalelerinde o güne kadar söylenenlerin tam tersini söylüyorlardı: “Hazine’nin, artan maliyetlerle borçlanması ve sürekli piyasaya daha yüksek faiz ödemesi, piyasada para bolluğuna ve enflasyonun artmasına neden olur. O nedenle bütçe açığını para basarak finanse etmek daha az enflasyon yaratıcıdır.” Sargent ve Wallace’nin bu beklenmedik sonuca ulaşırken yaptığı iki önemli varsayımı gözden kaçırmamak gerekir: (1) Bu sonucun doğması için reel faiz oranının GSYH büyümesinden daha hızlı büyümesi gerekir. (2) Uygulanan maliye politikası veri olarak alınır ve geçerli olan veya gelecekte uygulanacak olan para politikasıyla ilişkili değildir.

Fed başta olmak üzere gelişmiş ekonomilerin para basarak finansman sağlamasının bugüne kadar enflasyon yaratmadığına bakarsak Sargent ve Wallace’in önerisinin yanlış olmadığı sonucuna varabiliriz. Buradaki kritik nokta ekonomi toparlanıp da talep yükselmeye başladığında bu para bolluğunun ne olacağı sorusudur. Fed, bu sorunu, ekonomi toparlandığında fazla parayı piyasadan çekip sterilize ederek çözmeyi planlıyordu. Bunu da 2018’de uygulamaya geçirmişti. Ne var ki ekonomideki gidiş yeniden bozulunca bu planı iptal edip tekrar para basmaya döndü.

Para basarak finansman yapmak ülkeden ülkeye, koşuldan koşula değişkenlik gösteren bir konudur. Özellikle ekonominin krize girerek küçülmeye başladığı, vergi indirimlerinin sonuç vermeyeceğinin düşünüldüğü bir ortamda bu döngüyü tersine çevirmek için para basılabilir. Merkez bankaları bu gerçeği görerek küresel krizle birlikte para basmaya yönelmişlerdir.

Üç Aşamalı Küresel Kriz

İçinde yaşadığımız küresel krizin ilk aşamasını, ABD’de başlayan 2008 Krizi olarak kabul ediyoruz. O aşamada kriz henüz tam anlamıyla küresel yapıda değildi. Krizin küreselleşmesi, ABD’deki krizin hızla Avrupa ve Japonya’yı etkilemesiyle ortaya çıktı. Buna da küresel krizin ikinci aşaması diyoruz. Bu iki aşamada, krizin gelişme yolundaki ülkeler üzerindeki etkisi göreli olarak zayıf kaldı. O nedenle ilk iki aşamada gelişmiş ülkelerin durumunu gelişmekte olan ülkelerin dengelediğini söyleyebiliriz.

Küresel krizin üçüncü aşaması aslında Covid–19 pandemisinin ortaya çıkmasından önce başladı. Bütün parasal genişleme önlemlerine karşılık Avrupa ve Japonya’nın toparlanamaması ve Çin’in büyüme ivmesini kaybetmesiyle sıkıntılar 2019 yılının son çeyreğinde su yüzüne çıkmaya başlamıştı. Arkasından 2020 yılının ilk çeyreğinde Covid–19 pandemisiyle birlikte gelişmekte olan ülkeler de krize girdiler.

Bugün içinde bulunduğumuz aşama bütün dünyayı kapsar hale gelmiş bulunan krizin üçüncü aşamasıdır. Küresel krizin bu aşamadan sonra küresel sistemin tümünde büyük tahribat yapması kaçınılmaz görünüyor. Her şeyden önce artık yatırımcılar çok daha ürkek olacaklar ve kolay kolay risk alıp yatırım yapmayacaklar, insanlar harcamalarını kısarak kendilerini sağlama almak isteyecekler ve bu durum ekonomilerin daha da ivme kaybederek küçülmesine yol açacak. Bu aşamada parasal genişlemenin ve faiz indirimlerinin önceki aşamalarda olduğu kadar olumlu etki yaratması olası görünmüyor.

Ortaya Çıkan Durum ve Türkiye Ekonomisi

Türkiye ekonomisi, yıllardan beri ekonomideki sıkıntılara faiz, swap, kura müdahale, zorunlu karşılıklar gibi geçici araçlarla müdahale etti. 2001 Krizi’ndeki birkaç adım hariç yapısal reformlara girmedi. Girildiği açıklanan yapısal reformlar ise ya yapısal reform değildi ya da daha kötüsü yapıyı daha da bozucu önlemlerdi. O nedenle Türkiye ekonomisi de küresel krizin bu aşamasından ciddi biçimde etkilenecek. Türkiye için net olarak olumlu görünen tek gelişme petrol fiyatlarındaki düşüştür.

Aşağıdaki tablo Türkiye ekonomisinde, küresel krizin bu aşamasında neler olabileceğini açıklamaya çalıştığım bir tahminler tablosu. Bu tablo aslında yalnızca Türkiye ile ilgili değil bütün ekonomilerle ilgili bir tahminler seti. Bazı değişikliklerle bütün dünyaya uygulanabileceğini düşünüyorum.

Gösterge Nasıl Etkileneceği Açıklama
İhracat Düşer İhracat yapılan ülkelerde ekonomik daralma ortaya çıkacağından ithalat düşüşleri yaşanacak ve bu Türkiye’nin ihracatını olumsuz etkileyecek.
İthalat Karışık İthalat, korona virüs etkisi sonucu düşecek. Bu bir yandan cari açığımızın denetlenmesine ve dolayısıyla dış finansman ihtiyacımızın düşmesine, bir yandan da üretimin düşmesine ve dolayısıyla büyümenin gerilemesine yol açacak.
Turizm Karışık, olumsuz etki daha ağırlıklı Korona virüs nedeniyle turistler gezilerini erteleyecekleri için bu gelişme Türkiye’yi iki yönlü etkileyecek. Türkler yurt dışına eskisi kadar gitmeyecek, yabancılar da Türkiye’ye ve diğer yerlere eskisi kadar gitmeyecek. Toplamda Türkiye’ye etkisi olumsuz olacak.
Üretim Düşer Üretimimizde girdi olarak kullandığımız ithal mallar oldukça ağırlıklı. Bunların çoğu Çin kökenli. Bunların ithalatında oluşacak sıkıntılar üretimimizi olumsuz etkileyecek.
Risk Primi Yükselir Ekonomisi kırılgan olan Türkiye’nin bu aşamada riskleri artacak ve dolayısıyla CDS primi yüksek kalacak.
TL’nin Dış Değeri Düşer Risklerin yükselmeye devam ettiği böyle bir ortamda TL’nin dış değerinin düşmesi beklenir.
Altın Yükselir Risklerin yükselmeye devam ettiği böyle bir ortamda altının değerinin yükselmesi beklenir. Altın ithalatçısı olan Türkiye’de ithalat miktarı değişmese bile ödenecek bedel yükselir.
Enflasyon Yükselir TL’nin dış değerinin düşmesi enflasyonu da yükseltir.
Cari Denge Karışık etkiler ortaya çıkar İhracatın ve ithalatın birlikte düşeceği bir ortamda hangisinin etkili olacağını önceden kestirmek kolay değil. Bununla birlikte petrol fiyatlarının düşüşü olumlu etki yaratır.
Bütçe Açığı Yükselir Büyümenin düşeceği bir ortamda hükümet ekonomiyi canlı tutabilmek için harcamaları artırıp, vergileri düşürecektir. Bu da bütçe açığını büyütür.

Bu aşamada girişilebilecek yapısal reformlar ekonomi dışı olanlardır. Hukukun üstünlüğü, demokrasi, eğitimde bilimsel temele geçiş, yurtta ve dünyada barış ilkesine dönüş gibi adımlar Türkiye’deki riskleri düşürmenin ve dünyada Türkiye aleyhinde oluşmuş bulunan risk algısını düzeltmenin tek yoludur. Bu aşamada ekonomik reformlara girişmek çok anlamlı görünmüyor.

Para Politikası Yetmiyor

2008 yılında ABD finans sisteminde başladığı kabul edilen küresel krizde ABD ekonomisi başta olmak üzere gelişmiş ekonomiler (Euro Bölgesi, İngiltere ve Japonya) niceliksel gevşeme (quantitative easing) adı altında genişletici (gevşek) para politikası uygulamasına giriştiler. Genişletici para politikası bir yandan Merkez Bankası’nın bankaları fonlamada uyguladığı faiz oranlarının düşürülmesi, bir yandan da piyasadaki orta – uzun vadeli tahvillerin Merkez Bankası tarafından satın alınarak karşılığında para verilmesi yoluyla uygulandı.

2018 yılının son çeyreğinde küresel sistemin krizden çıkış yoluna girdiği konusunda kuşkular oluşmaya başladı. Gelen veriler Çin ve bazı diğer Uzak Doğu ülkelerinin yanı sıra Avrupa’nın da sıkıntılı bir ekonomik sürece doğru gittiği, İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden ayrılmasının (Brexit) her iki tarafı da olumsuz etkileyeceği gerçeğinin görülmesi gibi nedenlerle resesyon tehlikesinin ortaya çıktığı görüldü. Bunun üzerine Fed de 2019 yılı başından itibaren parasal sıkılaştırmadan vazgeçerek önce yükselttiği fonlama faizini düşürmeye başladı sonra da bilanço küçültme operasyonu durdurdu. İlerleyen aylarda Fed, bilanço küçültmeyi durdurmanın da ötesine geçerek yeniden bilanço büyütmeye yöneldi. Bu gelişmeleri de yukarıdaki grafiklerin son bölümlerinden izlemek mümkün.

Küresel kriz sonrasında benzer bir parasal genişleme politikasını uygulayan İngiltere Merkez Bankası (BOE), biraz gecikmeyle uygulayan Avrupa Merkez Bankası (ECB) ve en geç bu yola giren Japonya Merkez Bankası (BOJ), 2020 yılından başlayarak parasal sıkılaştırmaya girmeyi planlarken bu görüşlerini değiştirdiler ve düşük faiz ve parasal genişleme programına devam etme kararı aldılar.

Para Politikasının Tercih Edilme Nedeni   

Maliye politikası; vergi politikası, harcamalar politikası, borçlanma politikası, teşvik politikası, destekleme politikası, dış ticaret politikası gibi alt politikalardan oluşuyor. Para politikasından en büyük farkı bu alt politikaların hepsinin siyasal karar alınmasını gerektirmesi. Para politikasının en bilinen alt politikası olan faiz politikasında ya da para arzını artırmaya yönelik önlemlerde siyasal karar alınmasına gerek olmaksızın Merkez Bankası karar alıyor ve uyguluyor. Sorumluluk da Merkez Bankası’na ait oluyor. Oysa maliye politikasında örneğin vergi oranları artırılacaksa ya da kamu harcamaları azaltılacaksa bunları yapmak için siyasal karar gerekiyor ve dolayısıyla sorumluluk hükümete ait oluyor.

1929 yılında girilen Büyük Depresyon’dan çıkışta asıl olarak maliye politikası araçları kullanılmıştı. Vergi indirimleri, kamu harcamaları artışları gibi alt politika araçlarıyla 6–7 yılda krizden çıkış mümkün olmuştu. Buna karşılık 2008 yılında başlayan küresel krizde Japonya dışındaki gelişmiş ülkeler maliye politikasını bir kenara bıraktılar. Japonya da sonraları ağırlığı para politikasına vererek maliye politikasını arka sıraya attı. Para politikasının maliye politikasına tercih edilmesinin altında yatan temel neden siyasetçileri sorumluluktan kurtarmasıydı. Faizle oynamanın ya da para arzını denetlemenin getireceği oy kaybı, vergi oranlarını yükseltmenin getireceği oy kaybı karşısında ihmal edilebilir düzeydedir.

1929 Krizi’yle 2008 Krizi’nin Karşılaştırılması

1929 Krizi’yle 2008 Krizi arasında benzerlik kurmak iki nedenle doğru olmaz: (1) 1929’da küreselleşme söz konusu değildi. Kriz kapitalist dünyanın kriziydi. Kapitalist dünyanın karşısında bir de sosyalist dünya vardı ve kriz orayı kapsamıyordu. Bir başka deyişle kriz küresel değildi. Oysa 2008’de küresel bir sistem egemendi. Sistem bütün ülkeleri kapsadığı için kriz de küresel oldu. (2) 1929 Krizi ortaya çıktığında sermaye hareketleri serbest değildi, kambiyo denetimi vardı, isteyen istediği yere para yollayamıyor, istediği yabancı parayı alamıyordu. 2008 Küresel Krizi çıktığında sermaye hareketleri serbestti, paralar kolayca birbirine dönüşebiliyordu (konvertibilite), kambiyo denetimi kalkmıştı.

1929 Krizi’nde maliye politikası uygulaması doğru bir tercihti. Ekonominin parasallaşması henüz bugünkü düzeyinden çok uzak olduğu ve merkez bankalarının bugünkü kadar bağımsız olmadığı düşünülürse, o dönemde etkili bir para politikası uygulanması mümkün değildi. 2008 Krizi’nde ise durum oldukça farklıydı. Her şeyden önce ekonomi oldukça parasallaşmış durumdaydı. Ayrıca para politikasıyla sonuç alınması hem daha hızlı hem de fazla enflasyon yaratmadan ekonomiyi canlandırabilecek gibi görünüyordu.

Burada yanlış olan konu para politikasının yanında maliye politikası önlemlerinin de uygulamaya geçirilmemesiydi. Gelişmiş ülkelerde enflasyon çok düşük düzeylerdeydi (yüzde 0 ile 2 arasındaydı). Böyle bir ortamda para politikasının yanında vergileri düşürmek ve kamu harcamalarını arttırmak biçiminde uygulanacak maliye politikası desteği almamak hataydı.

Bugün gelişmiş ülkeler para politikasının yanına maliye politikasının eklenmesini vergilerde gevşemeye gidilmesini, kamu harcamalarının artırılması gerektiğini tartışmaya başladılar.

Ticaretin Büyümeye Katkısı

Kapitalizmin en önemli kabullerinden birisi uluslararası ticaretin uluslararası refahı artıracağı görüşüdür. Bunun doğru bir kabul olup olmadığını görebilmek için uluslararası ticaret hacmi büyümesiyle refahın en basit ölçüsü olarak alabileceğimiz dünya büyümesini yıllar itibarıyla karşılaştırıp korelasyon katsayısına bakabiliriz.

Aşağıdaki grafik bize küresel GSYH büyümesiyle (sol eksen, düz çizgi), küresel ticaret hacmi artışlarını (sağ eksen kırıklı çizgi) yıllar itibarıyla gösteriyor (IMF, World Economic Outlook Database, October 2019, April 2020 ve June 2020’deki verilerden yararlanarak tarafımızdan hazırlanmıştır.)

Bu iki değişken arasındaki korelasyon katsayısı da 0,97 çıkıyor. Bilindiği gibi korelasyon katsayısı bire yaklaştıkça iki değişken arasındaki ilişkinin gücü artar. 0,97’lik sonuç bize bu iki değişken arasında mükemmel bir korelasyon olduğunu gösteriyor. Küresel krizden çıkabilmenin bir yolu da uluslararası ticareti canlı tutarak büyümeyi yükseltmeye çalışmak olmalı. Ne var ki Trump önderliğindeki ABD bunun önündeki en önemli engeli oluşturuyor.

Türkiye’nin Durumu

Türkiye de diğer ülkeler gibi küresel krizden etkilendi. Krizin asıl etkisi 2009 yılında görüldü ve Türkiye ekonomik küçülme yaşadı. Ardından bir toparlanma geldiyse de bu toparlanma uzun sürmedi ve inişli çıkışlı bir ekonomik gidiş yaşanmaya başladı. 2018 yılında başlayan küçülme süreci 2019 yılının ilk iki çeyreğinde de devam etti ve Türkiye yüksek enflasyonla küçülmenin bir arada yaşandığı slumpflasyon olgusuyla karşılaştı. Bu durum, gelişmiş ülkelerde görülen resesyon olgusundan farklıydı çünkü oralarda yüksek enflasyon yoktu.

Aşağıdaki tablo Türkiye’nin küresel krizdeki durumunu özetliyor (kaynak: IMF, World Economic Outlook Database, October 2019, April 2020 ve June 2020.)

2007 2008 2009 2010 2015 2016 2017 2018 2019
GSYH (Milyar USD) 675,0 764,6 644,5 772,3 859,5 863,4 852,6 771,3 743,7
Büyüme (%) 5,0 0,8 -4,7 8,5 6,1 3,2 7,5 2,8 0,2
Enflasyon (Yılsonu, %) 8,4 10,1 6,5 6,4 8,8 8,5 11,9 20,3 13,5
İşsizlik (%) 9,2 10,0 13,1 11,1 10,3 10,9 10,9 11,0 13,8

2020 yılı bu kez Covid–19 pandemisiyle geldi ve bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de ciddi bir ekonomik çöküşe yol açtı. Türkiye, krizin yarattığı daralmadan çıkabilmek için çelişkili bir ekonomi politikası uygulamaya yöneldi: Bir yandan faizleri düşürerek enflasyonu düşürmek gibi neden–sonuç ilişkisine ters bir uygulamaya girerken, bir yandan da düşen büyümeyi yeniden canlandırabilmek için gevşek para ve maliye politikası uygulamasına girişti. Sonuç da politikaların çelişmesi gibi çelişkili oldu. Ekonomide birbiriyle çelişkili gelişmeler yaşanmaya başlandı.

Ekonomi politikasının para ve maliye politikasından farklı bir üçüncü alt politikası daha var: Beklenti politikası. Bir ekonomide özellikle hem yüksek enflasyon hem de durgunluk (ya da küçülme) söz konusuysa hem enflasyonu düşürmek hem de büyümeyi yükseltmek gerekecek demektir. Bu birbiriyle çelişen iki hedefe birlikte ulaşabilmenin tek yolu beklentileri olumlu yönde değiştirmekten geçer.

İnsanların gelecek hakkında olumsuz beklentiler içinde olmaları yatırım yapmalarını, çalışmalarını, üretmelerini gelecekle ilgili her türlü kararlarını olumsuz etkiler. Bu beklentileri olumlu hale getirmeden birbiriyle çelişen makroekonomik hedefleri birlikte çözmek mümkün değildir. Japonya bunun tipik örneğidir. 30 yıldır durgunluk yaşayan Japonya maliye politikasının yanı sıra para politikasını da gevşetmiş olmasına karşın olumlu sonuç alamadı. Çünkü insanların geleceğe ilişkin olumsuz beklentileri değişmedi.

Beklentileri olumlu hale getirebilmenin yolu insanlara gelecekte neler olacağını, bütün ayrıntılarıyla anlatan programlar açıklamaktan geçiyor. Bu programlarda belirli bir hedef yılı konulması ve oradan bugüne doğru geri gelinerek her yıl, her ay, hatta her hafta neler yapılacağının ayrıntılı olarak belirtilmesi şart görünüyor. Hatta bu bile yeterli değil, programın inandırıcı olabilmesi için edilen eylemlerin bazılarının program yürürlüğe girmeden önce başlatılması gerekiyor. Türkiye’nin bugün ihtiyaç duyduğu önlemler para ve maliye politikasından çok, beklentilerin olumlu yönde değişmesine yol açabilecek reformlardır.

 

İstanbul'da doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni (iktisat ve maliye bölümü) bitirdi. Doktorasını Gazi Üniversitesi'nden 'Kamu İktisadi Teşebbüslerinin Finansmanı' başlıklı tezi savunarak aldı. Maliye Müfettiş Muavini olarak başladığı kamu hizmetinde Maliye Müfettişi, Maliye Başmüfettişi, Gelirler Genel Müdür Yardımcısı (tedvir), Hazine Genel Sekreterliği Daire Başkanı, Genel Müdür Yardımcısı, Washington Büyükelçiliği Ekonomi ve Ticaret Müşaviri, Kamu Finansmanı Genel Müdürü, Hazine Müsteşar Yardımcısı, Washington Büyükelçiliği Ekonomi Ticaret Başmüşaviri olarak görev yaptı. 1997 yılının Temmuz ayında Hazine Müsteşarı olarak atandı, aynı yılın Aralık ayında bu görevden istifa ederek kamu görevinden ayrıldı. Hazine'de görev yaptığı dönemlerde Temsan (Türkiye Elektromekanik Sanayii A.Ş.), TEK (Türkiye Elektrik Kurumu) yönetim kurulu üyeliklerinde, YÖK (Yüksek Öğretim Kurumu) üyeliğinde, Dünya Bankası ve Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası guvernör vekilliği ve guvernörlüğünde bulundu. Kamu kesiminden ayrıldıktan sonra özel kesimde, çeşitli kuruluşlarda yönetim kurulu danışmanlığı, yönetim kurulu başkanlığı ve üyeliği yaptı. İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde on yıl öğretim görevlisi olarak ders verdi. Yeni Yüzyıl ve Radikal Gazetelerinde, aylık CNBCe Business dergisinde köşe yazıları yazdı, CBNCe ve NTV televizyonlarında ekonomi danışmanı ve yorumcusu olarak çalıştı. Kadir Has Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak ders veriyor. Hitit uygarlığının tanıtılmasına yaptığı katkılar nedeniyle Çorum ve Hattuşa (Boğazkale) belediyelerince fahri hemşehrilikle ödüllendirildi, Türk Eskiçağ Enstitüsü'ne muhabir üye olarak seçildi.

Bir cevap yazın