Türkiye’ye Planlamanın Gelişi ve Gidişi
Devlet Planlama Teşkilatı’nı, DPT kuran 91 sayılı kanun 30 Eylül 1960 tarihinde, o zaman yasama organı durumundaki Milli Birlik Komitesinde kabul edilmiş, 5 Ekim 1960 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girmişti. Bu örgütün kuruluş öncesi, kurulması ve bence, sonunu getiren “24 Ocak 1980 Kararları” ile bir şekilde arka plana düşüp, tedricen sahneden silinmesini bir plancı dostumuz, Dr. Attila Sönmez için hazırladığım Armağan Kitabında [1] o dönemde sağ olan tüm kurucular, çalışanlar, siyasiler ve yetkililerle görüşerek, tabii, toplayabildiğim ne kadar belge-bilgi varsa, kendi bazı gözlemlerimle de birleştirerek anlatmıştım; tekrarlamayacağım.
Plan kavramı ve kurumu ilk Sovyet Planlarından sonra tüm dünyada ve tabii, Türkiye’de de bilinir ve tartışılır olmuştur. Başbakan İsmet İnönü’nün 1932 yılı SSCB seyahati, Planlama uygulamasını Türkiye’ye getirmiştir. Bu bir Sovyet tarzı, hayatın her açısını kapsayan geniş bir toplum düzenlemesi, rejim yerleştirmesi değil, ülkenin yüzyıllardır eksikliğini çektiği ana mallarda kendine yeterliliğini sağlamak amacıyla, Sovyetlerin de mali ve teknik desteğiyle gerçekleştirilen bir sanayi projeleri demetidir, 1933’de hayata geçirilir; ayrıntılar kitaptadır. [2]
Bir anlamda 1960’da bu kanun kabul edilirken plan kavramının arkasında birçok tartışma ile birlikte pek çok da birikim zaten mevcuttu. Tartışmaların ana ekseni, Menderes Döneminde, bunun bir komünist icadı olup, komünizmi yayma aracı olarak kullanılacağı şeklinde siyasi bir yaklaşımla; planlamanın nötr, teknik bir araç olup, iyi kullanılırsa iktisadi-sosyal kalkınma sürecinin en büyük yardımcısı bunu gerçekleştirebilecek en etkin model olabileceği şeklindeki tezdi. Bir plan piyasa koşullarına teslim olmadan, kaynakları israf etmeden en hızlı bir şekilde kalkınmayı sağlardı. Bunun örneği sadece, o zaman uzaya çıkarak, ileri sanayileşmede, bilim-teknolojide, nükleer enerjide ABD’ye meydan okuyan SSCB dışında, başta Hindistan olmak üzere, İkinci Dünya Savaşının tahribatını, komünizm çemberine girmeden belli bir planlama süreciyle gerçekleştiren, İşçi Partisi İngiltere’si, Almanya ve hatta Fransa idi. Çin Komünist Partisi yönetiminde iktisadi alt yapısını kuran Çin’in planlama süreçlerine (çeşitli aşamalar gösterir) değinmiyorum. Onun bu süreçler sonunda, kuruluşundan 40-50 yıl sonra ABD’ye meydan okuyabileceğini de, o zaman kim tahmin edebilirdi?
İktidara, 27 Mayıs 1960’da gelen genç subayların hayalinde hızla kalkınan-sanayileşmiş bir Türkiye ideali vardı; hızla hayata geçirmeğe kalktılar ve geldiklerinin daha 4. ayında DPT’yi kurdurdukları gibi, bunu 1961 Anayasası’na da, anayasal bir kurum olarak soktular. Başına ilk Müsteşar olarak bir Kurmay Alb. Şinasi Orel’i getirdiler. [3] Ancak, devrimler siyasi süreçlerin çok hızlandığı zamanlardır: Stalin, Lenin öldükten sonra baş rakibi Troçki’yi 1929’da, tasfiye edip, Türkiye’ye gönderince, artık kendi “Tek ülkede sosyalizm” modelini gerçekleştirmek için GOSPLAN’ın yaptığı ilk planı, 1929 uygulamaya geçirebildi. Troçki ise hala bir Dünya Devrimi yapmak için Komintern’i kullanma peşindeydi. Lenin, zaten komünizmi, “Sovyetler artı elektrifikasyon” şeklinde tanımladığı için başından itibaren hızlı bir sanayileşmeye taraftarıydı. Stalin, eğer hızla sanayileşip, motorize bir ülke ve ordu kuramazsa eskiyi unutmayıp, bir gün kendisine saldıracak Almanya ile başa çıkamayacağını biliyordu.
Bir anlamda bizim Birinci Sanayi Planı da aynı mantıkla sahneye konulmuştu: Temel malları üretemezsek, zorla kurduğumuz bu Cumhuriyeti yaşatamayız. Nitekim, Türkiye İkinci Dünya Savaşındaki silahlı tarafsızlığını, kıt kanaat savaş sonuna varmayı bu Planın getirdiği alt-yapı ile gerçekleştirebildi; elektrifikasyon gibi daha uzak ve büyük projeler düşünülmemişti. Çünkü, bizim Sanayi Planının I. kısmında enerji ile ilgili somut bir yatırım projesi, hatta bir genel sınıfsal tercih bile bulunmuyor. Bu bakımdan, elektrifikasyonu sosyalizmi inşayla eşanlamlı bir konuma çıkaran Sovyet planı ile hiç ilgisi olmadığı açıktır. Sadece, kurumsal olarak bir “enerji bürosu” ihdası öngörülmektedir.
Ancak, bu dönemde, demiryollarına büyük bir önem verildi, yaklaşık 3.500 km. yol 7.000 km’e çıkarıldı. Türkiye’de tek lider-tek parti istikrarı mevcuttu; bu istikrar çok partili hayat ve ABD yardımlarından sonra bozuldu. İnönü, demokrasi ortamında Türkiye için çok önemli olan ve Savaş sonrasına bırakılmış toprak reformunu, tarım devrimini yapamadı; büyük şehirleri gecekonduya boğuldu; aşağıda tarım sektörüne kısaca değiniyoruz. (Sovyet planlarının da en kritik sorunu yine tarımda, toprak sahibi kulakların [4] direnişiyle yaşamıştır.) Belki bu reform, 1942 vergisi gibi, savaş içinde daha rahat çözülebilirdi!
Türkiye’de, ilk siyasi planlama krizi eski iktidarın mevcut kollarıyla plancılar ve onlara destek olup kollayan Başbakan İnönü, bir süre sonra da İnönü ile Plancılar arasında çıktı. Kabul edilmiş olan % 7 kalkınma hızına ulaşmak için gerekli yatırımı sağlamak için, dıştan kaynak bulmak güç olduğundan, bir vergi reformu yapıp vergi gelirlerini yükseltmek gerekiyordu. Bu yaklaşıma eski DP artıkları olarak koalisyona giren partiler karşı çıkıyordu. Adnan Menderes idam edilse bile onun karşı çıktığı bir planlamaya, ardılları da, “Plan değil, pilav isteriz”, diye karşı çıkıyorlardı. Ama asıl çekişme, yerleşik düzenin temsilcisi Maliyecilerle yeni güç odağı Plancılar arasındaydı. Maliye yeni bir vergi artırımı veya reformu yapmak istemediği gibi, eski alışkanlıklarla, planlamada olmayan hatta men edilen işleri eski usul bütçeye koyarak yapmağa çalışıyorlardı.
Plancılar (Attila Karaosmanoğlu, Necat Erder, Ayhan Çilingiroğlu ve ikinci Müsteşar O. Nuri Torun) “bu finansman yapısıyla % 7 kalkınma hızı gerçekleşemez, biz buna katılamayız”, diyerek istifalarını sundular ve İnönü’nün tüm ısrarlarına rağmen geriye almadılar. Yeni bir ekip ve Müsteşar geldi: Üçüncü DPT Müsteşarı bir meslekten Maliyeci Ziya Müezzinoğlu idi, Demokrat Parti, DP zamanında ve MBK’de de iktidara iyi oynamış, hep kazanan tarafta olmuştu. Ortak Pazar’a ilk Türk Büyükelçisi olarak Brüksel’e gidince, 1964 yerine Turgut Özal gelecektir. Zaten 1964’de Koalisyon sona erip, Süleyman Demirel Başbakan olunca, Maliye-DPT arasındaki bu çelişkiler de bitecektir.
Yine de S. Demirel bana verdiği nadir teknik mülakatta [5], bu “pilavcılarla” nasıl da başının dertte olduğunu anlatmıştı. Şunu ifade etmek istiyorum, iki meslek grubu, doğal olarak bir plan ve programa karşı çıkmaz: Mühendisler ve askerler. Hatta askerler daha da aceleci oldukları için, daha radikal kararlar almağa eğilimlidirler, ama bu kararların yanlış olma ihtimali de yüksektir. Bu konuda, az konuşan ve de genelde az yazan, DPT’nin kurucularından ve ilk Sosyal Planlama Dairesi, SPD Başkanı rahmetli Necat Erder’le evinde 2007’de, yaptığım konuşmadan alıntılarla, Türkiye’de planlamanın siyasi-felsefi anlamda kurulup-bitişini özetleyip, daha fazla bir ayrıntıya da girmiyorum, çünkü bu ifade yetkili ve bilgili birinin, yaklaşık yarım yüz yıl sonra tarihe geçecek önemli bir konuşmasıdır: [6]
“Necat Erder – Planlamanın “genesis”i şöyledir: Plan 27 Mayıs öncesi ortamda oluşan bir kavramdı. O dönemde ileri sürülen önerilerin içinde yer alıyordu. Bu önerilerin hemen hepsi 1959’da, CHP’nin “İlk Hedefler Beyannamesi”nde yerini almıştı. CHP bunları benimsemişti, iktidara gelseydi bunları uygulayacaktı. 27 Mayıs’ta bu çerçevenin genç askerler üzerinde etkili olduğu ve onların da bunu benimsediği ortaya çıktı.
Ergun Türkcan – Bu aynı zamanda, CHP ile askerler arasında, İhtilalden önce organik bir yapının oluştuğunu da göstermiyor mu?
N – Tabii. Sami Küçük ile İsmet Paşa’nın direkt teması vardı. MBK’nın bir kanalı ile CHP arasında bir temas vardı; sadece kamuoyu yoluyla değil, kişisel temaslar anlamımda. Askerler için planlama, ideal bir çözümdü, her sorunu çözecek bir araçtı, bir ütopya idi. Bunun kanıtını, Kurucu Mecliste, Anayasa’da planlama maddesinin yazılmasında gördük. Maddenin yazımı için bize (DPT) başvurdular, Şinasi (Orel) Bey beni görevlendirdi. Ben askerlerle büyük bir kavga verdim; Şinasi Bey de, Attila (Karaosmanoğlu) da buna katıldı. Mesele planın Anayasaya girip girmemesi değil, nasıl gireceği idi. Askerler, plan hazırlandıktan sonra, herkesin (kamu, özel) buna uymasını, plana aykırılığın kabul edilemeyeceğini, tamamen otoriter hatta sosyalist bir planlama anlayışını hakim kılmak istiyorlardı.
Bizim de bu yaklaşımı tereddütsüz kabul edeceğimizi sanıyorlardı. Ama biz ancak demokratik bir sistemin kabul edebileceği bir planlama anlayışı üzerinde ısrar edince şaşırdılar. Sonunda bizim sivil tezimiz galip geldi, demokratik bir planlama anlayışı Anayasa’da yerini buldu. Ancak, askerler planlamayı bu kadar desteklemeseler, planlama da bu kadar güçlü olmazdı. Şinasi Bey de sonunda bir askerdi. Planı hazırladığımız sırada yanımızda İnönü ve onun arkasında askerin desteği vardı.
Seçimden sonra bu bitti zaten. Bu bitince planlamaya ümit bağlamış önemli bir iktidar gücü devreden çıktı. Sonunda, demokratik kurallar gereği, muhalefetin direnci ve ülke gerçeklerinin etkisiyle, plan sistemi çökmeğe başladı. Çöküşün altında bu gerçeklerin bir şekilde kendini kabul ettirmesi yatar.
E – Planlama askerlerin ve CHP’nin bir icadı sayılınca millete daha antipatik gelmiş olabilir mi? Zaten, Türk Milleti öyle kayda-kuyda, kurallara pek uymak istemez. Acaba, İhtilal olmayıp, Menderes zamanında böyle bir süreç yaşansaydı yine böyle bir planlama çıkar mıydı?
N – Çıkmazdı. Daha önce de ifade ettiğim gibi, DPT tamamen tarihi tesadüflerin sonucudur. CHP bile gelse, Şefik İnan, Muhlis Ete vb. adamları ortaya çıkarırdı. Aslında, Planlama, Türk Toplumuna, taşımağa hazır olmadığı bir disiplin ve bütüncül bir yaklaşım getiriyordu.
E – Şimdi, 50 yıl geriden, retrospektif baktığınızda nasıl değerlendiriyorsunuz? Şöyle yapsaydık, böyle yapmasaydık gibi. Neticede planlama sizin çocuğunuz, büyüdü ve hatta emekliye bile ayrıldığı söylenebilir.
N – Evet. (Prof. Ergun) Özbudun’nun Anayasasında planlama maddesi bile yok.
E – Aslında, 1980’den sonra kalkması lazımdı, biraz geç bile kalmadılar mı?
N –Planlama ekibinin yerleştirmek istediği planlama anlayışının siyasi desteği yoktu. Sivil yönetimin gelmesi ile oluşan iktidar yapısında planlamanın uygulanacağı bir karar alma düzeninin varlığını sürdürmesi olanaksızdı. Yani yapılmak istenen o günün koşullarında gerçekçi olmayan bir iş idi. Geriye bakınca, o günlerdeki planlama serüveninin pek de gerçekçi olmayan bir girişim olduğunu düşünüyorum. Bu ortamda, ne kadar ustalıkla uygulamaya konmuş olursa olsun, hiçbir yönetim becerisinin bunu başarabileceğini sanmıyorum. (Ben çizdim)
E – Şimdi Planlama artık, içi boşalmış olarak devam ediyor,
N – Biz planlamayı maksimum 80 kişilik bir kadro olarak düşünmüştük. Ben 1970’lerde Başbakanlık danışmanlığını bıraktığımda DPT’de 800 kişi vardı; planlama gereklerine uymak yerine, ad hoc bir şekilde alınmış kaynak dağıtma kararlarına kılıf hazırlama işini yapan kalabalık bir kitle. Biz küçük kadro ile Planın uygulamaya karışmasını hiçbir şekilde düşünmedik. Her bakanlıkta ayrı bir planlama birimi kurulacak, 1 milyon TL’ye kadar projelere kendileri, (tabii, Planın ilke ve doğrultuları çerçevesinde) kendileri bakacaklardı. Bunun için de, Kenan Bulutoğlu’na “Proje Değerlendirme Kıstasları” diye bir de doküman hazırlatmıştık. Bu önerimiz de de gerçekleşmedi. Örneğin, Ereğli Demir-Çelik büyük bir projeydi, Şahap Kocatopçu onu DPT’den kaçırıp, yürürlüğe koydu. Aksi halde daha farklı bir proje olabilirdi. Buna mukabil, istemediğimiz kadar küçük projeyi DPT’ye yollayıp, teşkilatı felç ettiler.
Planlama, her dönemde yararlı ve gereklidir. Örneğin, Turgut Özal, “24 Ocağın” radikal kararlarının uygulanmasını planlama kurumunun ve yönteminin değişen koşullara uydurulması ile gerçekleştirdi. Kurallar, kavramlar, usuller yine devam ediyor. Burada, Turgut Özal’ın plana verdiği şekil önemli. Turgut Bey, Teşkilatı (DPT), o günkü (1980’ler) sistemin, paradigmanın gerektirdiği bir çerçeveye oturttu.
İstersen burada bir parantez açalım. Ben hep uygulamadan bahsediyorum. 24 Ocak kararlarının tek müellifi Turgut Özal değildir. Bu kararlar, Washington’da oluşturulmuştur; Dünya Bankası Ortadoğu Bölümü Başkanı Adi Dawar’ın ofisinde. Yani 24 Ocak kararlarının düşünsel alt-yapısı Washington’da geliştirilmiştir. Bilindiği gibi, Türkiye’den ayrılınca Turgut Bey Dünya Bankasında, gayri resmi biçimde “Başbakanlık kadrosu” diye adlandırılan, çok yüksek maaşlı bir kadroya atandı; tanımlanmış görevi yoktu, istediği yere gitti, istediği ile konuştu; bir anlamda eğitimini orada aldı.
24 Ocak kararları Dünya Kapitalizmindeki paradigma değişikliğinin (paradigm shift) Türkiye’ye de uygulanmaya konmasıdır. Birinci Plan daha önceki dönemin paradigmasına göre hazırlanmıştır: Planlar hep “ithal ikamesi” odaklı olmuş, her şey, tüm kaynak dağılımları, öncelikler hep bu açıdan ve istihdam yaratmaya yönelikti; gölge fiyatları vb. bu dönemin kavramlarıdır. Washington Konsensusu’nda (1980) bunlar tabii, yoktu. Turgut Özal Türkiye’de, bize bu büyük dönüşümü yaşattı, Washington’dakilerle yaptı bunu.”
Bir Değerlendirme
Aslında N. Erder, DPT’nin, Planlama kavram ve kurumunun daha ilk yıllardan itibaren devlet içindeki desteğini yitirdiğini, başka görevler üstlenerek, büyüyerek hakim noktalara geçtiğini fakat, ana fonksiyonunu yitirdiğini söylüyor; ben de katılıyorum. Benim de DPT’de müşavir olduğum, Son Plan saydığım Dördüncü Planın (1979-83) inşası ve ilk uygulama yıllarında dahi [7], işin teorik kurgusu değil, pratik sonuçları yani kime, ne kadar, nasıl destek verileceği gibi, milli ekonominin gelişmesiyle ilgili makro konular değil, firmaların yatırımları şeklinde mikro meseleler daha önemliydi, dikkatler bu konulara yoğunlaşmıştı. Kalkınma hızı ve gelir dağılımından çok, siyasetçi ve sermaye sınıfları bakımından bu “Teşvikler” daha önemliydi. Zaten bu 4. Planın 2. Yılında kabul edilen 24 Ocak 1980 kararnameleriyle, planlama dönemi teorik, kısa süre sonra da pratikte8 sona erecektir, bu sadece benim değil, konu uzmanlarının da çoğunun katıldığı bir görüştür.
Buna rağmen, DPT bu işi nispeten, diğer kurumlara göre daha düzgün ve istismar etmeden yani fazla kötü kokular çıkmadan yapabildi, çünkü başından beri, özellikle ilk yıllarında ülkenin kaymak tabakası sayılan bazı üniversitelerin en iyi mezunlarını bünyesinde toplayıp, belli konularda hem Kurum içinde hem de dışında eğitti ve bir “Planlama Ekolü” yaratabildi. Tahminime göre 3 bine yakın, her meslekten, başta iktisatçı ve mühendis, her düzeyde yönetici, plancı ve programcı olarak büyük deneyim kazandılar; diğer kurum-kuruluş ve özel sektör firmalarında üst-düzey görevler üstlendiler. Bunlar da tarihsel olarak, bir burjuva sınıfı, büyük bir girişimci tabakası yaratamayan Türkiye’nin önemli kazanımlarıydı.
Türkiye, 1950’lerde hatta 60’larda, en üst düzeylerde dahi proje, fizibilite projesi kavramlarını bilmezken, Teşvik sistemi, en ücra Anadolu şehirlerindeki yatırımcılara bile bunları yapmayı veya uzmanlara yaptırtmayı öğrenmiştir. Tıpkı, TÜBİTAK sisteminin, Araştırma+Geliştirme, A&G faaliyetlerini üniversiteden şirketlere kadar öğretip, yapmayı teşvik etmesi gibi. Tam uymasalar bile kamu kurumları ve özel firmalar, daha disiplinli, etkin üretim, ihracat-ithalat yapmayı öğrendiler; o günleri hatırlayanlar bilir. Ancak bir konu her zaman tabu idi…
Cumhuriyet’te Tarım-Köylü Sorunu
İktisat tarihi, tarım sorununu çözmeden sanayileşmenin içselleşmeyeceğini, en büyük kaynak aktarımının ve emeğin bu sektörden geldiğini gösterir. Başta İngiltere, Avrupa ülkelernde tarım kapitalizmi, piyasaya yönelik ürün ve üretimleriyle ilkel birikimlerini yapmışlardır. Böylece feodal sistem de tasfiye olmuş, açığa çıkan işçi miktarı (unlimited supply of labour) sanayileşmeyi kolaylaştırmıştır. Türkiye, Bizans-Osmanlı türü, -bazıları feodalizm dese de bana yanlış bir teşhis gibi geliyor- bir mütegallibe sınıfı altında, tescil edilmemiş topraklarda fiilen küçük, verimsiz arazilere hapsedilmiş köylülerden oluşan, genelde çok verimsiz bir tarım sektörünü devralmıştır. Batı ve Güneyde (Adana bölgesi), verimli topraklarda, yabancı girişimcilerin teşvikiyle, pamuk-tütün gibi cash-crop üretilip, ihraç edilse de, bu gelir sınırlı ve dünya konjonktürüne bağlıydı.
Cumhuriyet döneminde bu konular gündeme gelmişse de (Kadro Hareketi), iktidar sanayileşme ve ulaşıma odaklanıp, bu uzun vadeli, muhataralı sorunu bir kenarda bırakmıştır; zaten savaş da kapıdadır, eli silah-saban tutan tüm erkekler askere alınmaktadır. İsmet İnönü’nün tarım reformu girişimi, 1946 hem kendi partisi (CHP) içinden hem de geleceğin iktidarı olacak bir partiden (DP) gelen toprak ağaları-mütegallibe direnciyle bir kenara konulmuştur. Tabii ki, DP iktidarında da bu konu büyük tabular arasındadır yani komünizmin ta kendisidir. Planlama da bu konuyu suya sabuna dokunmadan geçmek durumunda kalmıştır, çünkü henüz etkin bir sanayi burjuvazisinin doğmadığı bir zamanda, gerçek iktidar toprak sahiplerinindir. Bu durum yaklaşık bir kuşak daha, sanayileşme ivme kazanıp, kendisi yani sanayici-tüccar-banker iktidara gelinceye kadar sürecektir. Ama bu sanayileşme sürecinin de kendi büyük para-döviz krizleri olacaktır; yaşadık, yaşıyoruz. İkinci tabu veya ihmal edilen sorun da gelir dağılımıdır ki, gerçek bir kapitalist modelde olduğu gibi, sürekli bozulacaktır.
Aslında, 1947’den itibaren ABD yardımlarıyla traktör girince, Thomas More’un, 16. Yy’daki, “insanları yiyen koyunları” gibi, [9] bu makine de köylüleri topraklarından edip, şehirlerdeki gecekonduları yaratıp, genişletmeğe başladı. Bizim sanayiin “sınırsız emek kaynağı” işte bu gecekondular olacaktır. Şimdi Planlamanın, daha doğrusu Birinci Kalkınma Planının, 1963-1967, tarım sorununa nasıl baktığını (veya bakamadığını) görelim: (sayfa 145 ve ilerisi)
“Tarım politikasının amaçları şunlardır : (1) Enflâsyon yaratmadan, millî gelirde yüzde 7 gelişme hızını sürdürmek, aynı zamanda, tarım üretimini çoğaltmak sanayileşmeyi gerçekleştirmek için ihracatı geliştirmek ve sanayiin artan ham madde ihtiyacını karşılamak. ,(2) Beslenme seviyesini düzeltmek için diyette, proteinli, özellikle hayvani proteinli besinleri artırmak. (3) Plânın sosyal amaçlarını gerçekleştirmek. Tüketimdeki artışı, gelir farklılığının giderilmesi amacına hizmet edecek şekilde düzenlemek; işsizliğin giderilmesine yardım etmek; tarım dışı kesimlerin iş yaratma imkânlarının üstünde, köyden şehire işçi akınınm yarattığı düzensiz şehirleşmeye engel olmak, genel olarak tarım ve toplum kalkınması hamlelerini geliştirmek, (4) Arazi kullanılışında uzun süreli dengeyi sağlayarak plânm uzun süreli amaçlarını gerçekleştirmek.
Gelir seviyelerindeki büyük farkların giderilmesi politikası: Toprak reformu ve tarım ürünleriyle öteki emtia fiyatları arasındaki ilişkiler bu politikayla ilgilidir. Tarımsal üretkenlikte beklenen artış ve gerektiğinde girdilere verilmesi göz önünde tutulan sübvansiyonlar çiftçinin ödediği ve aldığı fiyatlar arasındaki ilişkide çiftçi lehine bir gelişme sağlayacaktır. Gelir dağılımının düzeltilmesine, toprak reformu gibi bünyevi ıslâhat ile kooperatifleşme ve âdil vergileme yardım edecektir. (Ben çizdim)
Sanki Hollanda veya Fransa’da yapılmış bir plan, temel sorunlar çözülmüş, teknik ayrıntılarla uğraşıyoruz. Sadece bu plan değil, diğerlerini de incelerseniz aynı yaklaşımı göreceksiniz. Geçmişten gelen tabu kutsallığını tüm 20. Yy’da sürdürmüştür; üzerinde artık durmuyorum. Toprak reformunu basit bir bünyevi ıslahat gibi görüyor, adil vergileme ve kooperatifleşmeyle birlikte gelir dağılımının düzeltilmesine yardım edecektir, diyor; yerseniz.
Yeniden Planlama Mümkün mü?
Bunlar geçmiş yani tarih; günümüze gelirsek, acaba yeniden bir Planlama anlayışı ve kurumu beklemek gerçekçi olur mu? Çünkü bazı sol ve hatta liberal diyebileceğimiz çevreler bile, artık Türkiye’deki ekonomik kaosun ancak, bir planlama ile düzelebileceği temasını işliyorlar.
Planlama sadece nötr bir teknik değil, siyasi bir tercih hatta rejim meselesidir. Günümüzde hiçbir milli ekonominin hatta ABD, Avrupa ve Çin’in bile, Küreselleşmenin etkisiyle hiçbir alanda, modern mallar üretimi konusunda kendine yeterli olmadığı biliniyor. Planlama ise genelde ithal ikamesine yönelmiş, kapalı ekonomik sistemler için düşünülmüş, dış ilişkileri en az düzeyde sabitlemiş bir ortamda etkin çalışabilir; bilinmeyenler en az düzeye indirgenmiş, para birimi dövize göre, az çok sabitlenmiş olmalıdır. Tabii, istikrarlı bir siyasi iktidar yapısı işin olmazsa olmaz yanıdır.
Özellikle milli para biriminin dövize (hard currency) göre değeri yani sabit kurlar planlama için oldukça önemlidir. İkinci Dünya Savaşı sonunda yeni dünya düzeni kurulurken, IMF’de doların altına bağlanıp (convertibily) diğer para birimlerinin de dolara göre tanımlanması kabul edilmiş, dış ticaret ve sermaye piyasalarına bir ölçüde istikrar ve güven gelmişti. Fakat, Vietnam Savaşıyla ödemeler açığı çok büyüyen ABD, önce Başkan Nixon ağzından “Altın Penceresini” kapatmış, sonra Smithsonian Anlaşmasıyla, 1973 tüm paraların değerlerini birbirinden bağımsız, para piyasalarında belirlenmesi esası kabul edilmişti. Tüm paraların her an birbirine göre değişmesinin grafikle ifadesi bir kutuda karmakarışık eğriler halinde görüldüğü için sepetteki yılanlar (snakes in the basket) deyimi icat olunmuş, para istikrarı ve IMF’den dış açık için borç almak çok zorlaşmıştı.
Çünkü, bu arada Büyük Petrol Krizi ki, 1974-80, kanaatimce ABD’nin itelediği bir krizdi [10]; petrol fiyatlarını astronomik düzeylere çıkarmış, tüm ülkeler artan cari açıklarını finanse etmek için IMF’e başvurunca, kuruluş bu kadar büyük bir finansmanı karşılayamayacağını ifade ederek, ülkeleri özel bankalara yönlendirmişti. Türkiye de bu ülkeler arasındaydı; ham petrol alımı için 250-300 milyon dolarlık ithalat yaparken, bu 2 milyar doların üstüne çıkmış, neredeyse tüm ihracatı kadar yabancı özel bankalardan, kuruluşlardan borçlanmak durumunda kalmıştı. Bana kalırsa artık kalkınma hedeflerini gerçekleştirmek değil, cari açığı finanse etmek, çok hızlı döviz yaratmak isteği, planın kalkınma hedeflerini kadük hale getirip, turizm, ucuz emeğe dayanan, tekstil vb ihracat sektörleri öne çıkararak, Türk Planlamasına büyük bir darbe daha vurmuştu. Bu döviz istikrarsızlığı yıllar içinde çok daha artarak, zaten fiilen kalkmış olan planlamayı da, artık tamamen hakimiyeti eline almış özel sektörü de zor duruma sokacaktır. Dışa ne kadar çok açılırsanız, döviz o kadar kritik bir mal haline gelir.
Ayrıca, devletin elinde, ekonominin önemli bir üretici kesimi, örneğin Türkiye’deki 20. Yy’ın KİT’ler sistemi gibi, mevcut olmalıdır ki, gerektiğinde ekonominin geneline hakim olsun. Aslında planlama devletçi bir sistemdir; özel sektörün gelişmediği, iktisada ve tabii, siyasi sisteme hakim olmadığı, dışa açık-liberal ekonomiler için geçerli değildir. Üstelik tüm ülkeler bir şekilde küreselleşmeden etkilenip, içine dahil olurken; Türkiye de, dünya nüfusunun ve GSMH’sının yaklaşık yüzde 1 civarındaki iktisadi varlığıyla bunun dışında kalamaz. Bugünkü Türkiye koşullarında, genelde kağıt üstünde kalmaya mahkum bir planlama eksersizi her zaman yapılabilir, ama bunu uygulamak artık mümkün olmaz. O zaman ne yapılabilir?
Stratejik Planlama mı?
Genelde planlar 4-5 yıllık süreler için yapılır. Stratejik planlar daha uzun, örneğin 15-25 yıllık bir perspektifi görmek, bunun çerçevesinde, gerekirse klasik planlar veya uzun dönemli büyük projeler yapmak için düşünülür. Zaten her ülke, günümüzde hızla değişen teknolojilerin yarattığı önlenemez bir küreselleşme süreci koşullarında ne yapması gerektiğini, neler yapabileceğini görmek zorundadır. O zaman, sembolik anlamda, “bugün, yarın ve ertesi gün” başlıkları altında 3 iç içe geçmiş dönemde neler yapılabilir, diye kısa bir eksersiz yapalım.
Bugün ilk işi Teknoloji Tahmini denen, ama sadece geleceğin teknolojilerini değil, Dünya ölçeğinde siyaset, ekonomi, iklim, bölgesel çatışmalar vb bir gelecek tablosunun ülkemizi ne kadar ve nasıl etkileyeceği tahminleri, bir şekilde yapılmalı ve bu tabloya ülke tüm kapasitesi, sorunlu alanları, avantajlı konumları ile yerleştirilmelidir. Bu klasik planlar gibi, ekonomiyi belli bir kalkınma hızına ulaştırmak, sanayileşmeyi ileri götürmek vb amacını değil, ülkenin potansiyelini, alt yapısını, gelecek bir dünya için hazırlama görevini gerçekleştirmek içindir. Örneğin, günümüzde elektronik, (cipler, AI, bu araçlar için program yazılımı, her türlü uydu tasarımları, robotlar); Uzay teknolojileri (roketler, istasyonlar) bio-teknolojiler (tıp, tarım, sanayi alanlarında); enerji (yenilenebilir, karbon salınımsız) vb konular, alanlar öne çıkmakta ve uzmanlar daha birçok yeni konuyu saymaktadır. Bilimsel gelişmeler de çok önemlidir; daha doğrusu ileri teknolojiler, bilimsel alt-yapıları gelişmemiş yerlerde doğmaz.
Yarın, seçilecek tekno-ekonomik alanlara göre, A&G faaliyeti yapmak ama en önemlisi bu alanlar için gereken insanları, uzmanları yetiştirmek için alt-yapıyı hazırlamak yani eğitim, özellikle orta ve yükseköğretim alanındaki kurumları, ülke A&G yapısını gözden geçirip, gerekirse temelinden bir reform yaparak hatta sıfırdan başlayarak yeni insanlar yetiştirmek için projeleri başlatmak zamanıdır.11 Tabii ki, karar verdiğiniz alanlarda, konulardaki A&G projelerini başlatmanın da zamanıdır; bazı projeler onlarca yıl sürecektir. Eğer Bugün ve Yarın’ı akıllıca kullanacak olursanız Öbür gün saygın ve müreffeh bir toplum olarak yaşam sürdürebilirsiniz. Benim şimdilik söyleyeceklerim kısaca bu kadar. Ancak bu konuda düşünen arkadaşlarımla derin ve zevkli bir tartışmaya girmek de isterim.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.