Yapılabilecek olan tek şey daha yüksek katma değerli ürünleri üretebilecek bir ihracat/üretim yapısına geçilmesidir. Bu oluşana kadar da Türkiye’nin yabancı sermaye hareketleri için cazip bir merkez olması gerekir ki büyümenin gerektireceği döviz girişi sağlanabilsin.
Türkiye ekonomisi tarihinde birçok kez döviz krizi yaşamış; döviz gereksinimi, TL’ye olan güvensizlik makro istikrarsızlığın, hemen her zaman temel belirleyenlerinden biri olmuştur. Bu durumun ardında yatan neden kronik hale gelmiş dış ticaret (ve cari işlemler) açığıdır. Dış ticaret açığının boyutları turizm gelirlerinin kapatabileceğinin çok ötesinde olması, cari işlemler dengesinin de sürekli açık vermesine ve bu açığı finanse edecek döviz girişinin varlığına veya yokluğuna göre ekonomik büyümenin dalgalanmasına yol açmıştır.
Döviz girişi ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının yerli/yabancı para tercihleri ekonomik büyümeyi etkileyen ana faktör olduğu gibi, Türkiye ekonomisinin diğer bir kronik sorunu olan enflasyonun da belirleyicisi olmuştur. Döviz girişinin yüksek olduğu dönemlerde, TL değer kazanarak veya istikrarlı kalarak, enflasyonun düşük kalmasını sağlayan ana faktörlerden biri olmuş, tersi olduğunda da enflasyonu tetikleyen ana unsur olmuştur. Sonuçta büyüme (bir ölçüde de enflasyon) uluslararası sermaye akımlarının seyrine göre bir performans göstermiş, sermaye girişleri yoğun olduğunda ekonomi büyümüş, tersi olduğunda büyüme düşmüş, ekonomi durma noktasına gelmiş veya küçülmeye başlamıştır. Şekil 1, büyüme ve sermaye hareketleri arasındaki ilişkiyi gösteriyor.
Bu tespitten yola çıkarak Türkiye ekonomisinin temel açmazının döviz gereksinimi olduğu sonucuna varabiliriz. İstikrarlı yüksek bir büyüme için de, düşük ve istikrarlı bir enflasyon için de bu sorunun kalıcı bir biçimde çözülmesi gerekmektedir. Bunun için de dış dengenin toparlanması için ithal gereksiniminin azalması, eğer azalmazsa ihracatın ithalatın üzerinde artması gerektiği açık. Yerli enerji üretiminin yetersizliği, üretim yapısının ara malı ithalatına olan bağımlılığı nedeniyle, büyümeden feragat etmeden ithalatı düşürmenin olanakları sınırlıdır. Büyümenin artması da beraberinde ister istemez ithalatın artmasını getirecektir.
Şekil 1: Sermaye Hareketleri (Finans Hesabı/GSYH) ve GSYH Büyümesi (%)
Çok sık tekrarlanan bir iddia ihracatın ithalatın üzerinde arttırılmasının, aynı üretim yapısı nedeniyle, mümkün olamayacağını, ihracatın artmasının ithalatın da artmasını beraberinde getireceğini ve sorunun çözülemeyeceğini ileri sürmektedir. Bu sava göre, TL’nin değer kaybının da
ihracat artışı için bir enstrüman olarak kullanılması da mümkün olmayacaktır. Çünkü ihracat artsa bile, ki bu bile şüphelidir, ithalat da artacak ve sonuç alınamayacaktır. Bu durumda ne yapılabilir? Yapılabilecek olan tek şey daha yüksek katma değerli ürünleri üretebilecek bir ihracat/ üretim yapısına geçilmesidir. Bu oluşana kadar da Türkiye’nin yabancı sermaye hareketleri için cazip bir merkez olması gerekir ki büyümenin gerektireceği döviz girişi sağlanabilsin. Hukuki ve iktisadi öngörülebilirliği sağlayacak kurumsal altyapının yanında cazip bir faiz oranı da gerekli koşullar arasındadır. Bu yüksek faiz oranı bir yandan iç talebi baskılayacağı, bir yandan döviz girişini sağlayarak TL’nin değer kaybını önleyeceği için enflasyonu dizginleyecektir. Sağlanan fiyat istikrarı da yatırımlara ve büyümeye pozitif katkı verecektir. Tam bağımsız, sadece fiyat istikrarına odaklanacak bir merkez bankasının varlığı bu sürecin olmazsa olmazıdır. Makro istikrar ortamı, eğitime ve bilimsel üretime yapılacak yatırımlar, Türkiye’nin daha yüksek teknoloji katma değerli ürün üretip bunu yurtdışına satmasını sağlayacak, bir süre sonra da dış açığın düşmesine yol açacaktır. Eninde sonunda dış açığın kapatılması gereklidir, çünkü, yurtdışı sermayenin sonsuza kadar finansman sağlamasını beklemek yerinde olmayacaktır. Ancak bu duruma erişildikten sonradır ki faiz sadece iç talebi kontrol eden bir enstrümana dönüşebilir ve dış açığı finanse edecek sermayeye cazibe oluşturmak “görevinden” azledilebilir.
Bu modelin, belki de en önemli handikabı faizin görece yüksek olmasının iç talebi kısıtlayarak büyümeyi siyasetçiler açısından cazip olmayacak bir yerde tutacak olmasıdır. Yani bu yolda, büyümenin ancak iç (enflasyon) ve dış (cari açık) dengeyi bozmayacak bir hızda, yavaş yavaş artmasına izin verilmesi gerekir ki, bu hemen sonuç bekleyen siyasetçilerin tahammüllerinin ötesindedir. Bu modelin geçmişte uygulandığı, bazı eksilerle de olsa hâkim görüş olduğu dönemler mevcuttur.
Şu anda içinde bulunduğumuz ekonomik çıkmazdan kurtulmak için önerilen temel reçetelerden biridir. Ancak, son dönemde ileri sürülen çözüm önerileri arasında, buna ek olarak, dış dengeyi (gerek ithalatı yerli üretimle ikame ederek gerek ihracatı destekleyerek) sağlamaya yönelik bazı tercihli kredi politikaları yer almaya başlamıştır. Bu yenidir. Dolayısıyla, piyasa mekanizmasının, kurumsal altyapı sağlandığı takdirde, sadece doğru sinyallerle (makro politikalar) tek başına bu sorunun içinden çıkmayacağının kabulü artmaktadır.
Daha az taraftar bulabilmiş bir diğer görüş ise, bu çerçevede ekonomiyi istikrarlı bir büyümeye ulaştırmak için sermaye akımlarının düzenli devam etmesine mecbur olunduğuna vurgu yapmaktadır. Bu görüş oynaklığı ile meşhur sermeye hareketlerinde düzenli bir akımın, sadece ekonomi politikasını doğru şekilde belirleyerek sağlanamayacağı öne sürer. Sermayenin hareketlerine güvenilemeyeceğine göre, merkez bankası tarafından döviz kurunun değerinin dış dengeyi de gözeterek hedeflenmesi gerekmektedir. Bu daha az değerli bir TL anlamına gelecektir. Sermaye hızla içeri gelmeye devam ediyorsa, ya faiz indirilerek akımlar caydırılmaya çalışılarak ya da döviz girişleri sterilize edilip rezerv biriktirilerek TL’nin değerlenmesi engellenecektir. Faizin düzeyi de iç talebi ne kadar canlı tutmak istenildiğine ve rezerv birikiminin ne kadar önemli olduğuna göre belirlenecektir. Bu modelde dışsatım için üretim TL cinsinden daha karlı olacağı için harcamalar ve yatırımlar ihracatçı sektörlere kayacaktır.
Büyüme iç talep tarafından değil dış talep tarafından sırtlanacaktır. İç talep bastırılmış olacağı için, daha az değerli TL’nin enflasyonist etkisi de telafi edilebilecektir. Ancak bu model vatandaşlarımız için döviz cinsinden daha düşük reel ücret, daha az tüketim ve dolayısıyla daha az refah anlamına gelecektir. Bu refah kaybının ne vadede telafi edilebileceği dışsatım için üretimin ne kadar katma değerli olacağına göre değişecektir. Ekonomi yapısal dönüşümünü tamamlayıp verimliliğini yükseltene kadar bu süreç devam edecektir.
Ancak sadece döviz kurunun istikrarlı bir biçimde değerli (TL’nin değersiz) tutulması ve merkez bankasının bu hedefi de gözetmek için, faiz ve sterilizasyon araçlarını ince ayar bir biçimde kullanması yeterli olmayacaktır. Bazı sektörlerin ve alt sektörlerin öncelikli alanlar olarak belirlenerek teşvik edilmesi gereklidir.
Dikkat edilecek olursa, her iki görüş de en nihayetinde dış dengenin sağlanması gerekliliğinde hemfikirdir, her iki görüş de bunun için katma değerli ihracat gerektiğinde hemfikirdir. Her iki görüş de eğitime ve teknolojiye yapılacak kamu yatırımlarının önemi konusunda hemfikirdir. Farklı olan son noktaya nasıl bir yoldan gidileceğidir. Birinci görüş, Türkiye’nin doğru politikalarla yabancı sermaye için cazip bir merkez olabileceğini ve daha az bedel ödeyerek bu yolu tamamlayabileceğini vurgulamaktadır. Diğer görüş ise eğer istikrarlı ve yüksek bir büyüme isteniyorsa bunun için belli bir fedakarlığa katlanılması gerektiğini, aksi takdirde sürekli krizlerle kesilen istikrarsız bir büyümenin kaçınılmaz olacağını savunmaktadır.
Türkiye ekonomisinin 2003- 2007 arası birinci görüşe yakın bir politika izlediğini ve başarılı sonuçlar aldığını; ancak TL’nin değer kazanmasına ve yüksek reel faizlere rağmen enflasyon oranının hedeflerin çok üstünde kaldığını ve gözlenen en düşük yıllık enflasyonun %7,3 (2004, Nisan) olduğunu görüyoruz. 2009 krizi sonrası, hızlanan sermaye akımları 2012 yılına kadar rekor dış açıkları beraberinde getirmiş, ancak 2012 yılından sonra değişen koşullar, TL’nin değer kaybı sürecini başlatmıştır. Bu dönemde düşen reel faizlere rağmen sermaye akımları ile desteklenen iç talep canlı seyretmiş, bu sayede oluşan değerli TL, enflasyonda tarihin belki de en düşük oranlarından biri olan %3,99 (2011, Mart) görülmesini sağlamıştır. 2013 sonrası TL değer kaybetmeye başlamış, reel faizler düşük kalmaya devam etmiş, ancak dış açık da görece olarak azalmıştır. Enflasyon ise 2017 yılına kadar tek hanelerde kalmayı başarmış ancak sonrasında %20’lere kadar hızlı bir yükseliş sergilemiştir.
2021 sonuna doğru oluşan rekor düzeyde negatif reel faizlerle beraber, %80’ler düzeyine kadar yükselmiştir. Bu sürede TL değer kaybına devam etse de dış dengede istenilen düzelme kendini gösterememiş, ithalatın hızla daraldığı bir resesyon yılı olan 2019 hariç, cari işlemler açığı süregitmiştir.
Hızlıca bazı göstergelerini özetlediğimiz ekonomi politikası, ilk görüşte ifadesini bulan çizgiden, özellikle 2009 sonrası bir miktar uzaklaşmıştır. Peki bu uzaklaşma ikinci görüşe yakınlaştığı anlamına gelebilir mi? İkinci görüş Türkiye ekonomisi tarihinde tam anlamıyla hiçbir zaman hâkim olmamıştır. 1980-1990 arasında belli bir ölçüde uygulanmış, 2018 sonrasında zaman zaman “rekabetçi devalüasyon” söylemiyle benimsenirmiş gibi görünse de hiçbir zaman kalıcı bir biçimde uygulanmamıştır.
Son dönem gündemde olan politika ise hem TL’yi değerli hem de faizleri düşük tutmak gibi her iki görüşle de bağdaştırılamayacak ve sürdürülmesi mümkün olmayan bir politikadır.
Bu yazı dizisinde Türkiye ekonomisinin ekonomik politika tercihlerini bu iki ekonomi politikası çerçevesi açısından ayrıntılı olarak ele alacağım ve değerlendirmeye çalışacağım.
İlk olarak dış dengeyi ele alacağız. Bilindiği gibi ekonomi literatüründe dış ticaret hacmi ve ekonomik büyüme arasındaki ilişki pozitif olarak kabul edilmektedir ve hemen tüm ampirik araştırmalar da bunu doğrulamaktadır (çok sayıda atıf almış çalışmasında Yanikkaya (2003) bu ilişkiyi doğrulamasına rağmen ekonomik büyümenin, şaşırtıcı bir biçimde, uluslararası ticarete konulan engellerle de pozitif ilişkide olduğunu göstermiştir). Yani bir ülkenin uluslararası ticarete daha fazla katılması, yani daha fazla ihracat ve ithalat yapması ekonomik gelişmesini olumlu etkiler.
Şekil 2 ve 3 Türkiye Cumhuriyeti’nin dış ticaret performansını 100 yıllık bir perspektiften ele alıyor. Şekil 1, 1923-2022 arası dış ticaret hacminin (ihracat + ithalat),
Şekil 2 ise dış ticaret dengesinin (ihracat – ithalat) hem nominal (milyon ABD doları) hem de Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH)’ya oran olarak seyrini gösteriyor. Şekil 1 Türkiye’nin 1980’lerden sonra dışa açık bir ekonomi olmaya başladığını, Şekil 2 ise kronik olarak dış ticaret açığı veren bir ülke olduğunu gösteriyor. 1980’lerde mal ticaretinin serbestleşmesini takiben %10-20 bandında gezinen dış ticaret hacmi/ GSYH oranı, 1990 sermaye hareketlerinin serbestleşmesini izleyen dönemde %25’in üzerine çıksa da esas yükseliş 2000 sonrasında gerçekleşmiş, 2005 yılından sonra ise %40’ın altına düşmemiş, son yıllarda da %60’lara kadar artmıştır. Türkiye’nin 1980’lerin başında başlayan dışa açılma serüveninin 2000’ler sonrasında tamamlandığı, Türkiye’nin dünya ekonomisi ile entegre dışa açık bir ekonomi haline geldiğini ancak dışa açılmayla beraber dış ticaret açığı sorunun giderek daha derinleştiğini söyleyebiliriz.
Şekil 3: Dış Ticaret Dengesi
Şekil 4: Dış Ticaret Dengesi-Dış Ticaret Hacmi (GSYH’ye % oran olarak): 1923-2022
Dış ticaret dengesi ve hacmi arasındaki bu ilişki Şekil 4’teki serpilme diyagramından açıkça kendini göstermektedir. Şekilden izlenebileceği gibi Türkiye dünya ekonomisine daha fazla eklemlenirken, dış ticaret hacmi artarken dış ticaret dengesinin giderek daha fazla açık verdiğini 100 yıllık veriden net olarak görebiliyoruz.
Şekil 5: Dış Ticaret Dengesi-Dış Ticaret Hacmi (GSYH’ye % oran olarak): 1980-1990
Dış ticaret hacminin artmasının büyümeye olumlu etkisi olduğunu yadsımak zor olsa da optimal oranının ne olması gerektiği ülkeden ülkeye değişebilir. Türkiye
2022 itibariyle %64’e yaklaşan dış ticaret/GSYH oranı %50 civarındaki gelişmekte olan ülkeler ortalamasının bir hayli üzerindedir. Ancak Polonya gibi bazı başarılı örneklerin de altındadır. İstenilir olup olmaması ayrı bir konu olmakla beraber, bu oranın daha da fazla yükselmesi mevcut koşullarda mümkün görünmemektedir.
Şekil 6: Reel Döviz Kuru Endeksleri (2003=100)
Eğer dış ticaret hacmi büyürken dış açık da bu şekilde artıyor ise bunun gerçekleşmesi zaten mümkün olmayacaktır. Acaba bu 100 yıllık süre içinde bu ilişkinin tersine döndüğü, yani dış ticaret hacmi artarken, dış dengenin de düzeldiği bir dönem mevcut mudur? Şekil 5, 1980-1990 aralığında bu ilişkinin tersine döndüğünü bize gösteriyor.
Şekil 7: Dış Ticaret Hadleri
Elbette istenilir olan dış ticaret hacminin dış açığı dengeye getirir bir biçimde artmasıdır. Çünkü sürdürülebilirlik bunu gerektirir. Bu durumda bu dönemin özellikleri nedir, bunu sağlayan değişkenler nedir diye sormamız gerekir. Dış ticaret açığının belirleyenleri için ekonomi literatürüne baktığımızda karşımıza üç temel değişken çıkıyor: reel kur, dış ticaret hadleri ve dış talep.
Bunlardan birincisi, yukarıda sıkça bahsettiğimiz, reel kur; yani çok iyi bildiğimiz nominal döviz kurunun iki ülke arasındaki enflasyon farkı ile bir anlamda ıskonto edilmesi. Reel kurun nasıl geliştiğini Şekil 6’dan izliyoruz.
Şekil 6’daki reel kur endekslerinin her ikisi de son dönem hariç aynı özellikleri gösteriyor. 1980’lerin sonlarına kadar TL’nin reel olarak değer kaybı söz konusu. Dolayısıyla TL’nin değer kaybının Şekil 5’de gördüğümüz, 1980-1990 arası Dış Ticaret Dengesi-Dış Ticaret Hacmi dinamiğine yol açtığını düşünebiliriz. Ancak bu noktada doğal olarak şu soru gündeme geliyor: Benzer bir değer kaybı 2013-2021 arasında da mevcut olduğuna göre, neden aynı dinamiği o dönemde de göremiyoruz? Bu sorunun cevabı için dış ticaret hadlerine bakmak istiyoruz.
Bilindiği gibi dış ticaret hadleri bir ülkenin ihraç ile ithal ürünlerinin fiyatlarının oranını, kısaca bir birim ihracat ile satın alınabilecek olan birim ithalatı gösterir. Dış ticaret haddinin düşmesi ihraç fiyatlarında göreli bir düşüşü gösterdiği için bir birim ihracatın alabileceği ithalatın da azaldığı anlamına gelir. Dolayısıyla da dış ticaret hadleri yükselen bir ülke dış ticaret açığını kapatmak yönünde bir avantaj kazanır. Şekil 7’yi incelediğimizde dış ticaret hadlerinin dış denge açısından, 1980-1990 döneminde Türkiye lehine, 2013-2021 döneminde ise aleyhine bir seyir gösterdiğini görüyoruz. Dış ticaret hadlerinin bu seyrinin temel belirleyicisi, bilindiği gibi, petrol ve enerji fiyatları. Dış dengenin son belirleyeni dış talebin ise kabaca her iki dönemde de benzer bir seyir gösterdiğini söyleyebiliriz.
Dış ticaret hadlerinin bu seyri iki dönemin arasındaki farkı açıklamaya yeter mi? Diğer bir değişle özellikle de pandemi sonrası, dış ticaret hadleri tersine bir seyir izleseydi yine 1980’lerdeki bir sonuçla karşılaşmamız, hatta cari işlemler açığının pozitife dönmesi mümkün olabilir miydi? Olgu karşıtı (counter-factual) böyle bir soruyu cevaplamanın spekülatif niteliği ve zorluğu tartışma götürmez. Ancak elimizdeki veriler ışığında, bir sonraki yazımızda da tartışacağımız gibi, reel kurun dış dengenin kapanması yönünde rol oynayan anlamlı bir değişken olduğunu ileri sürmek mümkün.
Kaynakça
Yanikkaya, H. (2003) Trade openness and economic growth: a cross-country empirical investigation, Journal of Development Economics, Volume 72, Issue 1, pages: 57-89.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.