Değersiz TL, dış ticaret hadlerinin düştüğü yani ihracat.ıların ithal girdi maliyetlerinin arttığı ama ihraç fiyatlarının o oranda artmadığı dönemlerde, TL cinsinden karlılıklarını korumalarına izin veriyor.
Bu yazıda Türkiye’nin dış ticaret-dış açık problemini incelemeye devam ediyorum. Bir önceki yazının (Yazgan, 2023) temel bulgusu, 1980’lerden sonra Türkiye’nin dünya ekonomisine eklemlenerek dış ticaret hacmini (ithalat+ihracat) arttırdığı ama bu artışla birlikte dış ticaret açığının da giderek arttığı idi.
Dolayısıyla gözümüzü dış ticaret açığının (İhracatın ithalatı karşılama oranı) belirleyenlerine çevirmiş ve ana belirleyiciler olarak da (reel) döviz kurunu ve dış ticaret hadlerini ele almıştık.
Dış Ticaret Hadleri ve Reel Kur
Dış ticaret hadlerini yeniden ele alıyoruz. 1980’ler ve 1990’lar boyunca enerji fiyatlarının olumlu seyri dış ticaret hadlerinin Türkiye lehine seyretmesine yol açmış, 2020’den sonra pandemi ve Ukrayna savaşının etkileriyle hızla aleyhe dönmüştür. Şekil 1’de gösterdiğimiz 2015 yılı bazlı (2015=100) dış ticaret haddi endeksi 1999 yılına kadar 110 değerinin üzerinde yer almış, 2016 yılında düşmeye başlayan endeks, 2021’de 90’ın altına sonrasında da 76’lara kadar gerilemiş, ancak 2023 yılının başında düzelme eğilimine girmiştir (2023 yılı değeri
ilk dört ayın ortalamasıdır). Bu iki dönemin her ikisinde de TL değersiz ve dış ticaret hacmi büyümeye devam ediyor, ancak birisinde dış ticaret hadleri lehimize (80’ler) diğerinde değil (2016 sonrası). Sonuç 80’lerde azalan bir dış ticaret açığı, diğerinde ise büyüyen bir dış ticaret açığı. Hemen belirtelim ki 80’ler ile 2016 sonrasını karşılaştırmak birçok açıdan uygun değil.
Ekonomik büyüklüklerin çok farklı olduğu bu iki dönemde, 1988 rakamlarıyla bile bakılsa, 2016’da ihracatın 14 katından fazlaya ulaştığı bir ekonomi söz konusu. Aradaki yıllarda ise dış ticaret hadlerinin seyri çok aleyhe veya lehe değil, TL’nin seyrini değerlendirmek ise çok kolay değil. Neye “değerli” neye “değersiz” kur diyeceğimiz tartışma konusu. Şekil 2 TÜFE ve ÜFE bazlı 2003=100 reel kur endekslerini gösteriyor (2023 değeri ilk 4 ayın ortalaması).
Şekil 1: Dış Ticaret Hadleri (İhracat/İthalat Fiyatı)
Buradan izleyebileceğimiz gibi bu endeksler 1980’lerin sonuna kadar 120’lerden 75’e kadar düşüyor. Bu nedenle bu dönemde TL’nin değer kaybettiği aşikâr. Sonrası için karar vermek kolay değil. 1990’lı yıllar düşük verimlilik ve kötü para politikalarının birleştiği bir dönem, TL’nin oynaklığı çok yüksek. 2000-2010 arasında ise TL’nin değer kazandığını, 2010 yılında zirve yaptıktan sonra sürekli değer kaybettiğini söylemek mümkün. 2016 ve özellikle de 2018 yılları değer kaybının ciddi ivme kazandığı yıllar olarak karşımıza çıkıyor. 2008 krizinden sonraki dönemi farklı özellikleri nedeniyle ayrı değerlendireceğim. 2007’ye kadar olan dönem TL’nin kesintisiz değer kazandığı bir dönem olarak ortaya çıkıyor. Bu dönemde ekonomi tüm olumlu makro göstergelere (enflasyon, verimlilik, kurumsal) ve ihracatı, ürün kalitesini arttırarak artmasına rağmen (bkz. Acemoğlu ve Üçer, 2023; Atiyas ve Bakış, 2023) dış ticaret açığını iyileştiremiyor. Sonuç olarak lehe gelişen dış ticaret hadleri ve değersizleşen TL’ye 80’ler dışında rastlamak mümkün değil. Dış ticaret hadleri birim ihracat ile alabileceğiniz ithalatı ifade ediyor, diğer deyişle ihracat fiyatının ithalat fiyatına bölünmesiyle elde ediliyor. Türkiye’nin bu iki alanda da dünya fiyatlarına bağımlı olduğunu ve dış ticaret hadlerinin makro politikanın etki alanı dışında olduğu söyleyebiliriz. İhracatın büyük çoğunluğu imalat sanayii üretiminden oluşuyor. Fiyatlar büyük ölçüde dolar veya avro cinsinden belirleniyor, dolayısıyla nominal döviz kuru değişimlerinin ihraç fiyatları üzerinde yansıması otomatik olmuyor. İhracatçıların bu değişiklikleri, örneğin TL’nin nominal değer kaybına döviz cinsinden fiyatları düşürerek tepki verip vermedikleri genellikle iç piyasaya bağlı. İç piyasa canlı ise, fiyatı değiştirmeyerek kârlılıklarını (TL cinsinden) arttırıyorlar ancak iç piyasada talep yok ise belli bir ölçüde fiyat düşürerek ihracatı arttırma yoluna gidebiliyorlar. TL’nin reel değer kazanmasında (örneğin nominal kur artışının enflasyonun altında kalması) ise döviz cinsinden fiyatları arttıracak güçleri yoksa, ki genellikle yok, kârlılıkları düşüyor.
2000-2007 Dönemi: Yüksek Verimlilik ve Katma Değerli İhracat
Şekil 2: Reel Döviz Kurları (2003=100)
Şekil 1 ve 2’den 2000-2007 dönemine odaklanıyoruz. TL reel olarak değer kazanıyor; ihracat fiyatları ile ithalat fiyatları aynı oranda artıyor. İhracatçı sektörlerin ithal girdi maliyetleri olduğu açık ama tüm maliyetleri ithal girdi olamayacağına göre, ürünlerinin fiyatlarını arttırarak kârlıklarını korumaya çalıştıkları sonucuna varabiliriz. Ancak bunu başarabilmişler. İhracatın %90’ı imalat sanayi ürünlerinden oluştuğundan, fiyatlarının uluslararası piyasalarda belirlenmesi yani ihracatçıların fiyat yapıcı olmaktan ziyade fiyat alıcı olması büyük olasılık. Bu durumda bu dönemde 4 katına katlanan ihracatın (yaklaşık 25’den 100 milyar dolara) daha yüksek fiyatlı (kaliteli) ürünlere doğru genişlemiş olması büyük olasılık. Kabaca incelersek artan ihracatın içinde tekstil ve tarım ürünlerinin payı düşerken otomobil gibi ürünlerin payı yükselmiş, radyo ve televizyon gibi ürünlerin payı ise sabit kalmış. Bu yıllar Türkiye’de toplam verimliliğin de arttığı dönem. Bu verimlilik artışının bir kaynağı da bu gelişme olabilir. Bu dönemde ihracatın göreli olarak yüksek katma değerli üretim alanlarında yoğunlaştığı ve ihracatçıların değerli TL’den kaynaklanan kayıplarını, arttırabildikleri ihracat fiyatlarıyla fazlasıyla telafi edebildiklerini görüyoruz. İhracat fiyatlarının da, reel kurun (2010’daki yükselişi göz ardı edersek) da gelmiş olduğu en yüksek seviye bu döneminin sonuna denk geliyor. Sonrasında ihraç fiyatları da ithal fiyatlarıyla beraber düşüyor veya onun altında artıyor. (Son dönemde 2020’deki kopuş ise dikkat çekici. İthal fiyatlarındaki artış, ihraç fiyatlarının oldukça üzerinde.)
2008 Krizi Sonrası: Düşük Verimlilik ve Genişleyen İhracat
2008 krizi sonrası Türkiye ekonomisinin daha fazla ihracat yapabilmesi için, düşen dış ticaret hadleri nedeniyle, TL’nin reel değerinin sürekli düşmesi gerekiyor. 2010-2015 arası, global likiditenin bolluğunun ve gelişmekte olan ülkelere ve Türkiye’ye sermaye girişlerinin yoğunlaştığı bir dönem. Bu kadar yüksek para girişine rağmen TL’nin reel bazda değer kaybetmesi (nominal kur artışının enflasyonun üzerinde kalması) şaşırtıcı gelebilir. İlk olarak esas değer kaybının 2016 yılından sonra gerçekleşmeye başladığını (2016’da reel kur endeksinin değeri 100’ün biraz üzerinde) belirtmek lazım. İkinci olarak da 2000-2007 arasından farklı olarak Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının döviz talebinin artması söz konusu; yabancı para mevduatının toplam mevduat içindeki payı 2011’lerden sonra artmaya başlıyor.
Şekil 3. Toplam İhracat (Milyon Dolar)
Şekil 3’den izleyebileceğimiz gibi ihracatın artış ivmesi de 2008 sonrası düşüyor (ancak 2020 sonrası yeniden ivme kazanıyor). Değersiz TL, dış ticaret hadlerinin düştüğü yani ihracatçıların ithal girdi maliyetlerinin arttığı ama ihraç fiyatlarının o oranda artmadığı dönemlerde, TL cinsinden kârlılıklarını korumalarına izin veriyor. 2008 krizi sonrası dönemde firmalar, 2000-2007 döneminde olduğu gibi daha yüksek katma değerli ürünlere değil, benzer ürünlerden daha fazla ihraç etmeye yöneliyorlar. İhracat kompozisyonunda 2000-2007’deki gibi bir değişiklik gözlemlenmiyor, benzer kompozisyonda ürünler üretilmeye devam ediyor. Verimliliğin bu dönemde düşük olması da bu savı destekler nitelikte. İhraç ürünlerinin teknoloji sınıflaması için oluşturulan veri, 2013 sonrasında mevcut (bkz. Şekil 4). 2013 sonrası teknolojik kompozisyonda tek gerileyen pay yüksek teknolojili ürünler. Buradaki ihracatın artışı diğerlerinin yanında çok cılız kalıyor. Diğer 3 grup benzer bir biçimde hareket ediyor. Paylarındaki oynama anlamlı değil.
Şekil 4: İhracatın Teknolojilik Kompozisyonu (Milyon Dolar)
Verimlilik artışının yerinde saydığı 2008 krizi sonrası dönemde ihracat artışı TL’nin giderek değersizleşmesini gerektiriyor. 2020 yılında ise pandemi nedeniyle dış talepte ciddi bir artış meydana geliyor. Bu artışa paralel olarak ihracatın artması ise TL’nin daha da fazla değer kaybetmesi ile mümkün olabiliyor. Çünkü aynı tarihte dış ticaret hadlerinde gerçekleşen sert düşüş ancak bu şekilde telafi edilebiliyor.
2018 Krizi Sonrası: Düşük Verimlilik ve Yeni Ekonomi Politikası
Buraya kadar anlatılanlarda ihracatın en önemli belirleyenlerinin reel döviz kuru ve dış ticaret hadleri olduğu vurgulandı. Reel kur, 2018 sonrasında 2001 krizi düzeyine inmiş ve düşmeye devam etmişken; ihracattaki artışa paralel olarak, neden dış dengede de bir düzelme göremediğimizi, bu çerçeve içinde, sadece dış ticaret hadlerinin olumlu seyir göstermemesi veya olumsuza dönmesiyle açıklayabiliyoruz. Buradan hareketle, son derece düşük reel kur düzeylerine rağmen dış ticaret dengesinde bir iyileşme görebilmemiz için dış ticaret hadlerinin de 1980’lerde olduğu gibi lehe dönmesi gerektiği sonucuna varabiliriz. Dış denge söz konusu olduğunda, özellikle de ithalatın seyri açısından çok önemli olan iç talebi dikkate almadığımız için bu analiz eksik kalmış durumda. İç talebi de dikkate alan bir analiz için şimdi ihracatın ithalatı karşılama oranının (dış ticaret açığının) tarihsel seyrini Şekil 5’te gösteriyorum.
Grafiğin en başındaki yükseliş, 80’ler boyunca dış ticaret açığındaki hızlı iyileşmeyi Şekil 4: İhracatın Teknolojilik Kompozisyonu (Milyon Dolar)
Şekil 5: İhracatın İthalatı Karşılama Oranları (%)
gösteriyor. Bunun sonucunda ihracatın ithalatı karşılama oranı %81,4’e varıyor. Hemen belirtelim: Bu oran yıllık bazda yakalanan en yüksek oranlardan biri, 2001 krizinde bile bu oran %75,7. Bu iki yılda da cari işlemler dengesi fazla veriyor. Ancak 1988’de büyüme %2,15 gibi pozitif bir değer alırken 2001 yılında çok derin bir resesyon mevcut ve büyüme %-5,7. Fakat 1988’in son çeyreğinde ekonomi kısa süren bir resesyona giriyor ve takip eden 1989 yılında yıllık bazda pozitif ama düşük bir büyüme elde ediliyor (cari fazla 1989’da da sürüyor). Şekil 5’de 2018 yılından sonrasını daha iyi analiz edebilmek için veriyi aylık bazda gösteriyorum. 2018 yılının son çeyreğinde Türkiye ekonomisi, bir döviz kuru kriziyle beraber resesyona girdi. Bu resesyon ve reel döviz kurundaki düşüş (2018’de reel döviz kuru 2001 krizi seviyesinin altına düşüyor) ihracatın ithalatı karşılama oranları üzerinde çarpıcı bir etki yapıyor. 2018’in 10. ayında Türkiye ekonomisi, 80’de dışa açılması sonrasında ilk dış ticaret fazlasını veriyor (ihracatın ithalatı karşılama oranı %101,4). Şekil 5, ihracatın ithalatı karşılama oranlarındaki bu sıçramayı iki dönemin ortalamalarına ait yatay çizgilerle vurguluyor. 2018 sonrası reel döviz kuru düzeyi ihracatın ithalatı karşılama oranları üzerinde bir kırılma yaratmış gibi. Yıllık bazda baktığımızda, 2001’den sonra Türkiye ekonomisinin cari fazla verdiği bir tek yıl daha var o da 2019 (ihracatın ithalatı karşılama oranı %84.6); yıllık bazda zayıf bir pozitif büyüme var ancak ekonomi bir önceki yılın son çeyreğinde 3 çeyrek süren bir resesyona girmiş durumda. Dolayısıyla Türkiye’nin resesyon yaşamadan cari fazla verebilmiş olduğu tek bir yıl yok! 2021 yılı için ihracatın ithalatı karşılama oranı %81.9 ancak, pandemiye bağlı turizm gelirlerindeki düşüş nedeniyle cari fazla yok. 2021 yılında cari fazla yıllık bazda olmasa da aylık bazda, Ağustos, Eylül ve Ekim aylarında görüldü. Ekim ayında ihracatın ithalatı karşılama oranı %93,2’e ulaşmış durumda. Bu aylar Türkiye ekonomisinin resesyon yaşamadan cari fazla verdiği tek 3 aylık dönem (eldeki verilerde 2015 Eylül dışında cari fazla verilen tek bir ay yok). Bu kadar yüksek ihracatın ithalatı karşılama oranlarının, ekonomide ciddi bir canlılık varken (2021 yılı büyüme oranı %11.6) yakalanmasının temel sebebi pandemiye bağlı olarak oluşan yüksek ihracat talebi, yani dış talep. Ancak Şekil 1’den görebileceğimiz gibi dış ticaret hadlerinin de hızlıca düştüğü yıl. İhraç fiyatları bu talebe bağlı olarak artmasına rağmen ithal fiyatlarındaki sıçramayı karşılayabilmekten çok uzak. Eğer dış ticaret hadleri bu şekilde artmasaydı 2021 yılı Türkiye tarihinde ilk defa canlı bir ekonomide dış fazla verilmiş olabilirdi. Ancak bu gelişmeyi yaratan pandeminin ithal fiyatlarındaki artışın da nedeni olduğunu belirtmek gerekir (bir sonraki yıl Ukrayna-Rusya savaşının da bu artışı devam ettirdiğini ekleyelim).
Miktar Endeksleri ve Dış Ticaret
Şekil 6: İhracat ve İthalat Hacmi (yıllık, %, 3-aylık hareketli ortalama)
Şekil 6 miktar cinsinden ihracat ve ithalatın büyüme oranlarını gösteriyor. Cari fazla vermeye çok yaklaştığımız 2008-9 resesyonu miktar cinsinden hem ithalatın (iç talep) hem de ihracatın (dış talep) beraber düştüğü dış kaynaklı bir resesyon durumu; cari fazla verdiğimiz 2019 yılı ihracatın düşmediği ama ithalatın düştüğü, iç kaynaklı bir resesyon durumu. 2021 yılı hem ihracatın hem de ithalatın arttığı, ekonominin canlı olduğu durum. Dikkat edilecek olursa, 2021 yılında ihracat miktarındaki artış ithalattaki artışı çok aşmış olmasına rağmen dış denge fazlaya geçemiyor.
Yeni Ekonomi Politikası ve Dış Denge
2019 yılında resesyondan hızla çıkmak isteyen ekonomi yönetiminin uyguladığı politika, daha sonra “yeni ekonomi politikası” olarak bilenecek yaklaşımın ilk adımı olarak kabul edilebilir. Faiz oranları düşürülerek hızlı bir kredi genişletilmesi başlatıldı ve resesyon nedeniyle düşmeye başlamış olan enflasyon yeniden yükselmeye başladı (arada gelen pandemi şokuyla birlikte kredi genişlemesi daha da arttırıldı). Bilindiği gibi bu politika 2020 yılında yeni bir döviz kuru şokuyla bitti; yeni bir enflasyon şokuyla artan enflasyon ve bunu takip eden kısa bir parasal sıkılaştırma dönemi başladı (Naci Ağbal’ın TCMB başkanı olduğu dönem). Dış denge de iç (ve dış) talepteki bu dalgalanmalara bağlı olarak zigzaglar çizdi. Bu sıkılaşmaya rağmen canlı bir iç ve dış taleple 2021 yılına girildi. Eylül ayının sonunda, büyüme çok canlı, enflasyon da %20’ler civarında zar-zor tutulabilirken, TCMB faiz oranlarını düşürdü. Sonrasında “yeni ekonomi modeli” olarak bilenecek, hızla yükselen enflasyon ve faiz düşürme serisi bu şekilde başlamış oldu. 2021 yılının sonunda yeni bir döviz kuru kriziyle ivmelenen enflasyon 4 katına yükseldi ancak politika terk edilmedi, bankacılık sektöründe yapılan düzenlemeler ve kur korumalı mevduat gibi uygulamalarla yola devam edilebildi. Ancak 2022 yılı büyümenin yarıya indiği ve enflasyonun zirve yaptığı bir yıl oldu. Doğal olarak artan ithalat talebi nedeniyle dış denge bozuldu, ihracatın ithalatı karşılama oranı düştü.
Değerlendirme
2018 kur krizi ve resesyonuyla başlayan dönem dış denge açısından Türkiye ekonomisinin yeni bir “evreye” geçtiği bir dönem olmuştur. Dış kaynak girişinin giderek zayıflaması özellikle de portföy akımlarının tersine dönmesi 2018 sonrası Türkiye ekonomisinin bu yeni “evresinin” en önemli belirleyenlerinden biri olmuştur.
Reel kur ilk defa 2001 krizi düzeyinin de altına inmiş ve refah kaybı ciddi bir biçimde hissedilmeye başlamıştır. Resesyona bağlı olarak çöken ithalat, dış dengeyi hızla fazlaya geçirmiştir. Eğer siyasi iktidar bu yeni evrede, daha düşük ama istikrarlı bir büyümeye (ve bunun sonuçlarına) razı olabilseydi, faizleri sürekli düşürerek kredileri ve iç talebi şişirmeye yönelmeseydi, dış dengedeki bu iyileşme kalıcı olabilir, yükselen enflasyonun yarattığı bir dizi dengesizlikten kaçınabilirdi. Ancak 2019 yılında resesyondan hızla çıkmak isteyen yönetim, hem faizleri düşük (kredileri canlı) tutmak hem de döviz kurunu inanılmaz rezerv kayıpları pahasına kontrol etmek istemiştir. Bu politika yeni bir döviz kriziyle sonlanınca, kısa bir sıkılaşma dönemi hâkim olmuş ancak sonra tekrar genişleyici para politikalarıyla devam edilmiştir. Sonuç yine bir kur krizi olmuştur. Sonrasında, yeni ekonomi politikası, kontrolden çıkan enflasyona rağmen yine hem faizleri düşük tutmaya hem de kuru baskılamaya çalışmıştır. Sonuç olarak dış denge yeniden bozulmuş, dış kaynak girişinin olmadığı bir ortamda sürdürülebilir olmaktan çıkmıştır. Eğer ekonomi hızla soğutulup, ithalat talebi düşürülmezse, yeni bir kur krizi olasılığı giderek artmaktadır.
2018 sonrası dış ticaret hadlerinin düşme eğiliminde değil de artma eğiliminde olması bu durumu tersine çevirebilir miydi? Yani iç talebi arttırıcı politikalara rağmen dış denge bozulmaktan kaçınılabilir miydi? Bu sorunun cevabı; eğer dış ticaret hadlerindeki iyileşme, verimlilik ve üretimde katma değer artışından kaynaklansaydı, olumlu olabilirdi. 2000-2007 arası ihracat 28 milyar dolardan 132 milyar düzeyine gelirken gerçekleştirdiği kompozisyon değişikliğini 2018 sonrasında da yapabilseydi belki bu mümkün olabilirdi. Ancak, 2008 sonrası izlenen politikalar, verimliliğin düşük olduğu iç piyasaya dönük alanlara yönelik olduğundan, ihracat, verimli alanlara yönlendirilememiş ve bu hamleyi gerçekleştirememiştir. Makro politika açısından bakıldığında, 2000-2007 döneminin bu özelliklerinden yola çıkarak, TL’nin değerlenmesinin kaçınılması gereken bir durum teşkil etmediğini, döviz kurunun bir politika aracı olarak kullanılmasının gereksizliğine kanaat getirilebilir. Ancak unutulmamalıdır ki 2000-2007 döneminde de dış açık varlığını sürdürmüş ve hatırı sayılır bir sermaye girişi sayesinde bu denge korunabilmiştir. 1980-1988 dönemini dışarıda bırakacak olursak, Türkiye ekonomi tarihinin herhangi bir döneminde, değersiz TL, hiçbir zaman tutarlı ve uzun süreli bir politika aracı olarak kullanılmamıştır.
2018 sonrası dönemde bu durumun ortaya çıkması ise tamamen siyasi düzlemde oluşan bazı kararların bir sonucudur. Hatırlanacak olursa 2018 kur krizi casusluk iddialarıyla Amerikan vatandaşı bir Pastör’ün Türkiye’de tutuklanmasıyla tetiklenmiştir. Londra swap piyasasını etkisizleştirmeye yönelik bir dizi bankacılık düzenlemesinin de etkisiyle 2018 sonrası, portföy akımları her yıl ciddi miktarda çıkış kaydetmiştir. Yetersiz dış kaynak girişi altında sürekli iç talep arttırılarak kredi mekanizmasıyla büyüme tetiklenmek istenmiş, sonuç artan enflasyon ve kur krizleri olmuştur. Eğer uygulanan politika uluslararası sıcak para hareketlerinin istikrarsız etkilerinden arınarak sürdürülebilir bir büyüme modeline yönelmek olsaydı; tutarlı politika, öncelikle dengeli bir iç talebe yönelmek, kredileri konut gibi iç piyasaya yönelik alanlar yerine verimliliği arttıracak, gelişme potansiyeli olan ihracatçı sektörlere yönlendirmek olurdu. Orta vadeli bir sanayileşme politikası çerçevesinde de düşük reel kurun yarattığı refah kaybının verimlilik artışıyla telafi edilmesine çalışılırdı.
Kaynakça
Atiyas İ. ve Ozan Bakış (2023) Verimlilik, kaynak tahsisi ve yapısal dönüşüm, Çıkmaz Sokak, A.S. Akat ve S. Gürsel, editörler, içinde, Bilgi Üniversitesi Yayınları
Acemoğlu D. ve Murat Üçer (2023) Yüksek ve düşük kaliteli ekonomik büyüme Çıkmaz Sokak, A.S. Akat ve S. Gürsel, editörler, içinde, Bilgi Üniversitesi Yayınları
Yazgan, M.E. (2023) Ekonomik Model Tartışmaları I: Dış Açık, İktisat ve Toplum, Haziran sayı: 152
Sayı: 153
Sayfa Aralığı: 19-25
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.