1.İktisat üzerine yaptığınız çalışmalarda tarım ekonomisine yönelmenizdeki sebepler nelerdir?
Bir kalkınma iktisatçısı olarak tarım ekonomisi akademik yaşantımda önemli bir alan oldu. Ancak, tarım ekonomisi ile profesyonel düzeyde ilgilenmemde bazı rastlantıların da rolü oldu. Tarım ekonomisine girişim profesyonel akademik yaşantıma Çukurova Üniversitesi’nde başlamam ile ilişkili. Ben Adanalıyım. Lisans eğitimimi matematik üzerine Hacettepe Üniversitesi’nde Ankara’da yaptım ve sonra tekrar Adana’ya döndüm. Lisans eğitimim sırasında matematik düşünme biçimi çok ilgimi çekmekle birlikte matematiksel problemlerin insan yaşantısında doğrudan karşılığının olmaması beni sosyal bilimlerle ilgilenmeye yöneltti. Matematik düşünürken değişkenlere, matematiksel ifadelere günlük insan yaşantısından anlamlar yükleme ihtiyacı hissediyordum. Hayatla ilgili sorularım insan yaşamının örgütlenişi ve iç işleyişi ile ilgiliydi. Bu arayışlarla, doğal olarak çok yetersiz bilgi ile (çünkü bilgiye erişim bugün olduğu kadar kolay değildi), üniversite eğitimim sırasında önce sosyoloji ve sonra felsefe çok ilgimi çekti. Ancak o yıllarda alan değiştirmek, çift ana dal ya da yan dal gibi imkanlara ulaşmak çok kolay değildi. Bu nedenle matematik alanında lisans-yüksek lisans birleşik derecesini tamamlayınca aynı alanda lisansüstü yapmak istemedim. Hacettepe’de o yıllarda yeni kurulan üniversitelere lisansüstü öğrenciler yetiştirerek destek olunuyordu. Bana da böyle bir teklif oldu: Sivas Cumhuriyet Üniversitesi’nde çalışmak üzere Hacettepe’de matematik doktorası yapmam teklif edildi. Ancak, matematik doktorası yapmak, bütün çekiciliğine rağmen sadece matematik düşünmek benim için sürdürülebilir bir düşünme biçimi değildi. Bu nedenle Matematik alanında lisansüstü yapmak düşüncesi çok kısa sürede gündemimden çıktı. Üniversite eğitimimi tamamladıktan sonra Ankara’dan Adana’ya dönüp Çukurova Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nde Tarım Ekonomisi Bölümü’nde uzman olarak çalışmaya başlayınca tarım ekonomisi alanında akademik çalışma yapmam mümkün oldu. Dolayısıyla iktisat alanına kaymak için bir kapı açıldı.
Bu aşamada tarım ekonomisi alanında Türkiye’de 1980’lerin başındaki durum ile ilgili biraz bilgi vermek isterim. Türkiye’de tarım ekonomisi uzun yıllardır iki gelenek üzerinde yürüyor. Bunlardan ilki ziraat fakülteleri bünyesindeki tarım ekonomisi bölümleridir. Diğeri ise iktisat bölümleri içindeki tarım iktisatçılarıdır. Bu konuda en iyi örneklerden bir Orta Doğu Teknik Üniversitesi İktisat Bölümü’dür. İktisat Bölümünde uzun yıllar çalışmış ve şu anda emekli öğretim üyeleri olarak çalışmalarını sürdüren Prof. Dr. Haluk Kasnakoğlu ve Prof. Dr. Halis Akder’dir. Çukurova Üniversitesi’ndeki hocalarımın yanı sıra her ikisinin de doktora tezi çalışmalarımda çok katkıları oldu. Bu katkıyı burada bir kez daha zikretmek isterim. Tekrar tarım ekonomisine yaklaşımındaki farklılıklar dönersek, ziraat fakültelerindeki eğitim özellikle benim çalışmaya başladığım yıllarda daha çok tarım işletmeciliğine yakındı. Belki hala öyledir ama uzun süredir o camiadan uzakta olduğum için bir değerlendirme yapmam zor. ODTÜ örneğinde verdiğim yaklaşımda ise tarım sektörünün yapısı ekonominin genel yapısı ve diğer sektörlerle bağlantısı dikkate alınarak yapılıyordu. Ayrıca, ODTÜ’deki iktisatçıların araştırma soruları tarım politikaları açısından genel iktisat politikalarına daha fazla entegre olmuştu. Bu ikinci yaklaşımla ilgili olarak vurgulamam gereken bir diğer nokta tarım ekonomisinin özellikle 1980 sonrası dönemde en azından Türkiye’deki akademik dünyada çok da istenilen bir alan olmamasıdır. Bu bir ölçüde 1980 sonrası izlenen iktisat politikalarında dışa açılma ile makro dengesizliklere ve ihracatın desteklenmesine yönelinmesi; tarımın daha çok tarımsal desteklerin maliyeti nedeniyle açık yaratan bir sektör olarak görülmesi ile ilgili olabilir.
Ziraat fakültesinde çalışmak ve bir matematikçi olarak tarım ekonomisi alanında doktora yapmak bana farklı bir bakış açısı kazandırdı. Tarım bazı bakımlardan karmaşık bir alan. Her ürün grubunun, hatta her ürünün yetiştirilme koşullarını ve muhtemel maliyetlerini anlamak çok detaylı bir bakış gerektiriyor. Bu nedenle ziraat fakültelerindeki tarım iktisatçıları genel formasyona sahip iktisatçıların kendilerini anlamadıklarını düşünüyorlardı. Bu iki iktisat dünyası arasında bir kopukluk vardı. Aslında, üretim sürecine odaklanan araştırma ve eğitim ile tarım iktisadı bir arada olduğu için ziraat fakültelerinin tarımsal üretimin mikro düzeyde sorunlarının anlaşılması açısından katkıları daha fazla. Diğer taraftan tarımın ürün çeşitliliği ve bölgesel olarak farklılaşması ziraat fakültelerinin bölgesel düzeyde varlıklarını daha önemli hale getiriyor. Yıllar sonra bölgesel iktisat ile ilgilenmeye başladıktan sonra bu farklılıkların değerini daha iyi kavradım.
2.İktisatçı kimliğiniz oluşurken bakış açınızda değişiklikler oldu mu?
Bu sorunun cevabı için önce iktisatta bakış açımın oluşma sürecinden söz etmem gerekiyor. Bakış açımın oluşması iktisat lisans eğitimi ile başlamadığı için standart bir şekilde olmadı. Düşünce sürecimin matematikten başlamış olması nedeniyle iktisadi olayları kavramamdaki gelişme süreci iktisadi okulların ne söylediklerinden çok en basit hali ile piyasa yapısını anlamaya çalışarak başladı. Kavramsal olarak üretim fonksiyonu ilk hareket noktam oldu. Bakış açımın oluştuğu 1980’li yılların ilk yarısı aynı zamanda küreselleşmenin bütün entelektüel ağırlığı ile dünya ekonomisinde söz sahibi olduğu bir dönemdi. Özelleştirmenin önemi, “devlet her şeyden elini çeksin” mottosu her yerde yankılanıyordu. Ancak, düşünce sistemimde geride bir yerde, devletin özellikle gelişmekte olan ülkelerin kurumsal yapısı içindeki bu sert tanımı ya da konumlandırılma biçimi beni çok rahatsız etti. Bu rahatsızlık, var olan ana akım iktisat yaklaşımına sorgulayıcı yaklaşmamı sağladı. 1980 sonrasının baskın düşünce bombardımanı altında, biraz da kendimi dinozor gibi hissetme duygusuna rağmen, iktisada bakışım ana akım iktisadın içine hapsolmadan şekillendi. Biraz nahif bir şekilde tanımladığım bu yaklaşımda ana akım iktisadın bütünüyle dışında değildim. En azından ders verirken, yaptığınız sorgulama sağlam bir temele oturuncaya kadar, kullanılan yaklaşımın var olan iktisadi düşünce sistemine dayanması kaçınılmaz oluyor. Ama bu iktisadi mekanizmanın sürdürülebilirliği konusundaki kuşkum hep var oldu. 2008 Finansal Krizi gerçekleştiği zaman içimdeki duygu beklenen bir olayın gerçekleşmiş olması oldu. Bir başka deyişle zaten sürdürülemez olduğunu bildiğim bir yapının çökmesine tanık olduğumuzu düşündüm.
3.Bugün baktığımızda kalkınma politikası ve teorisindeki temel kırılma noktaları nelerdir?
Kalkınma politikalarında ve teorisinde temel kırılma noktaları tanımlanabilir. 1950’li yıllardan başlayarak kalkınma teorisindeki gelişmeleri izlemek için çok zengin bir literatür var. Bu literatürdeki sınıflamalar ve tartışmaların ayrıntıları farklı kırılma noktaları gösterebilir. Ancak, bugünden geriye baktığımızda en önemli kırılma noktası küreselleşme ile 1980 sonrası politikalarındaki değişme gibi görünüyor. Aslında tarihsel olarak bu küreselleşme ikinci küreselleşme olarak adlandırıyor. Ancak, Birinci ve İkinci Küreselleşme dalgaları iktisat tarihi içinde ayrı ayrı önemli gelişmeler olmakla birlikte kalkınma ekonomisi perspektifinden baktığımızda yarattığı etki bakımından ikincisi ayrı bir öneme sahip. Çünkü, 1980 sonrası dönemde ülke düzeyinde politikaların dumura uğraması ve küresel bir hedefe kilitlenmiş olması sadece ülkelerin kendi kalkınma süreçlerine yabancılaşmaları sonucunu doğurmadı. Aynı zamanda, üretim ve ticaretin bu dönemdeki biçimi doğal kaynakları tüketen, iklim değişimlerine yol açan bir üretim ve tüketim sürecini de beraberinde getirdi. 2008 Finansal Krizi sonrasında sonuçsuz kalan eskiye dönme çabalarında on yıldan fazla süre geçti. Küresel iktisatta yer alan başlıca aktörler olan IMF, Dünya Bankası, OPEC gibi uluslararası kuruluşlar, çok uluslu şirketler, güçlü ülkelerin hükümetleri ve bürokratları dünya ekonomisini 2008 öncesine döndürebilmek için büyük bir çaba harcadılar ve harcamaya devam ediyorlar. Şüphesiz bu son salgın krizi bu kırılmayı hızlandırdı. Gelinen noktada belirsizlik ve değişim içinde yaşadığımız dönemi bence en fazla tanımlayan kelimeler oluyor. Bu bakımdan yeni bir kırılma noktasında olduğumuzu düşünebiliriz.
4.2008 Krizi ve ardından yaşanan salgın krizi, sizce küresel ekonomide yeni bir dünya düzenini zorunlu kılmakta mıdır?
Bu soruya tartışmasız bir şekilde evet diyebilirim. Ama nasıl, ne zaman ve hangi ölçüde bir değişim olur bunu kestirmek kolay değil. Aslında var olan sistemin sürdürülebilirliği çok önceden yara almıştı. Ana akım iktisadın en önemli özelliklerinden biri dışında gelişen fikirleri marjinalleştirmesi. Aslında bu bir bakıma “değersizleştirme” olarak da adlandırılabilir. Ana akım dışındaki yaklaşımlarla iktisat bilimine yaklaşanlar tecrit ediliyor ve önde gelen dergiler, kurumlar (üniversiteler, düşünce kuruluşları, vb.) bu tür araştırmacıları görmezden gelmeyi tercih ediyor. Bu durum, doğal olarak en mükemmel olduğu düşünülen kurumlarda yer alan ve aslında çoğu çok parlak ve iyi eğitilmiş iktisatçıları bile körleştiriyor. İnsanın bireysel varlığı hangi durumda olursa olsun reddedilme duygusunu çok kolay kabul edemiyor. Bu nedenle güçlü akımlar güçlü bir irade gösterilmezse körleşmeye neden olabilir. Nitekim 2008 Finansal Krizi gerçekleştiği zaman iktisat dünyasına yöneltilen en önemli eleştirilerden biri “nasıl göremediniz?” oldu. Arkadan gelen salgın krizi henüz 2008 Krizi’nin hazmedilmesine izin vermeden yeni bir sarsıntı yarattı. Bu krizler genel olarak olayı patlatan yanardağlara benziyor. Aslında altta birikmiş sorunlarla kaynayan bir yapı var. Bu yapıda doğal kaynaklar, çevre, iklim değişimi sorunları uzun süredir gündeme geliyor. Ancak, bu sorunlar aynı zamanda biraz önce sözünü ettiğim marjinalleştirmenin kurbanı oldular ve ana akım iktisadın bilgi kanallarında yer bulamadılar ya da bir başka deyişle dışına itildiler. Diğer taraftan baş döndüren biçimde gelişen ve değişen teknolojik düzey ile sanayi üretim yapısı istihdam koşullarını da değiştiriyor. 4. Sanayi Devrimi ve hatta 5. Sanayi Devrimi konuşulmaya başlandı. Bu yapı değişimi zorunlu kılıyor. Bilim dünyası uzak bir gelecekte, belki de o kadar uzak değil, dünyadaki kaynakların tükenmesi ve yaşanmaz bir ortamla karşı karşıya kalma ihtimalini dikkate alarak Mars’a yerleşmek gibi uzay çalışmalarını sürdürebilir. Ancak, bir iktisatçı olarak, yeni kaynaklar ve yaşam biçimleri aramadan önce çözüm olabilecek alternatiflerin de bulunabileceğini düşünüyorum. En azından bu süreci yavaşlatacak çareler üzerinde hem kafa yormalı hem de uygulamaya geçirmeliyiz. Ayrıca, genç kuşakların bu yeni ortama fazlasıyla hazır olduğunun işaretleri var. Aslında bu gelişmeler çok sarsıcı ve büyük ama çözüm belki o kadar zor olmayabilir: Temel sorun kaynakların sürdürülebilirliğini sağlamak ve insanların kendine yeter bir gelire kavuşturulması! Özellikle “evrensel temel gelir” gibi her kişinin yaşayabileceği bir temel gelire kavuşturulması üzerinde durulabilecek bir seçenek.
5.Türkiye ekonomisinin 24 Ocak 1980’den günümüze geçen 40 yıllık dönemini genel hatlarıyla nasıl değerlendirirsiniz? Sizce bu 40 yılda iktisat politikasına hâkim olan neoliberal yaklaşımın sonu gelmiş midir?
1980’li yılların hemen öncesindeki ekonomik kriz Türkiye’yi küresel düzeyde gelişmekte olan ülkelere yönelik politikaların uygulama alanlarından biri haline getirdi. İthal ikameci ve içe kapalı politikalar belli bir sanayi birikimi yaratmakla birlikte sürdürülebilir bir politika değildi ve dışa açılma bu krizin sorunlarını çözmek üzere başladı. 24 Ocak 1980 Kararlarıyla birlikte Türkiye iç talebi çok keskin biçimde kısıp elinde ne varsa ve ne üretebiliyorsa ihraç etmeye başladı. Bu yıllarda eline çantasını alıp gittiği ülkenin dilini bile bilmeden ihracat yapmak için yurtdışına giden girişimcilerimiz vardı. 1980’li yılların iktisat politikası değişikliği Türkiye iktisat tarihinde çok sert bir dönüştür. Bu sert dönüş ancak askeri darbe ortamının yarattığı koşullarda uygulanabildi. Bu yıllarda tavizsiz bir biçimde uygulanan istikrar programları ile çalışan kesimlerin düşük gelirlerle yaşaması ve bunun sonucunda yetersiz beslenme sorunu, ülkede daha önce önemli ölçüde silinmiş olan veremi bile yeniden ortaya çıkardı.
1980 sonrası izlenen iktisat politikaları kendi içinde farklılıklar taşıyor. Ancak sonuca baktığımızda kişi başına gelirde orta-alt gelirli bir ülkeden orta-üst gelirli bir ülkeye dönüştük ama orada kaldık gibi görünüyor. Yüksek gelirli bir ülke olmak için bir başka iktisat politikasına ihtiyacımız var. Ve biz bu sürece küresel düzeyde önemli iki krizin sonrasında girdik. Son kırk yılın en önemli kazancı güçlü bir imalat sanayi varlığına sahip olmamız. Ancak, imalat sanayinin teknoloji düzeyi düşük. Teknoloji düzeyi olarak içinde yer aldığımız orta-üst gelir grubundaki ülkelerden çok orta-alt gelir grubunda yer alan ülkelere yakınız. Bu yeni bir ekonomik büyüme hikayesi yazmak için yeterli değil. Üstelik, tekrarlamak istiyorum, buna küresel düzeyde korumacılığın yükseldiği ve ihracat imkanlarının kısıtlanma ihtimalinin olduğu bir ortamda giriyoruz. Ancak, kullanabileceğimiz bazı artılarımız da var: Toprak varlığı ve üretim çeşitliliği ile tarımsal üretim gücümüz; düşük teknoloji belirleyici olsa da imalat sanayinin varlığı; girişimcilerimizin pragmatikliği ve koşullara uyum sağlamaktaki esnekliği ve son olarak demografik yapıda çalışabilir nüfusun bağımlı nüfusa göre oranının artmış olması dile getirilebilir.
Son kırk yılın iktisat politikalarının bir diğer sonucu özelleştirmenin sonuçlarıdır. Özelleştirme devletin üretimden çekilmesi ve neden olduğu iddia edilen etkinsizliği ortadan kaldırmak için yapıldı. Ancak, özelleştirmenin kamuoyunda tartışılan sonuçları dışında bazı sonuçları da oldu. Bunlardan birincisi, kritik öneme sahip kâğıt üretimi yapan SEKA gibi kuruluşların özelleştirmeleri nedeniyle imalat sanayinin hammadde ihtiyacını karşılayan sistemin bozulmuş olmasıdır. Kâğıt, demir-çelik gibi alanlarda özelleştirmelerin ve bu ürünlerde ithalata yönelmenin imalat sanayi üretiminin maliyet ve karlılık koşullarını olumsuz etkilediğini söyleyebiliriz. İkincisi, sanayinin bölgesel dağılımındaki etkidir. Devlet işletmelerinin Türkiye’nin görece az gelişmiş bölge ekonomilerinde önemi büyüktü. Et ve süt ürünlerini işleyen devlete ait fabrikaların bu bölgelerde kapatılmasının bölgesel eşitsizlikler üzerinde dolaylı bir etkisi oldu. Son olarak özellikle tarımla ilgili işletmelerin özelleştirilmesinin tarımsal üretim geri bağlantısında bazı kayıplar yaratmasıdır.
Son kırk yılda izlenen iktisat politikaları bazı kurumsal iyileştirmeler de yarattı. Bankacılık kesimine yönelik reformlar bunlardan biridir. 2001 Krizi sonrası yapılan düzenlemeler bu iyileşmeyi sağladı. Bankacılık kesimindeki bu yapı 2008 Krizinin etkilerini yaşarken göreli bir avantaj sağladı. İronik olan, gelişmiş ülkeler gelişmekte olan ülkelerin bankacılık kesimine yönelik reformları talep ederken kendileri bu tür bir düzenlemeye yapmadılar. 2008 Finansal Krizi gelişmiş ülkelerdeki bu boşluğu ortaya çıkardı. 2008 Krizi’nin kayıplarında göreli bir avantaj yaratan bir diğer yapısal özellik de Türkiye’nin büyük bir iç pazara ve imalat sanayine sahip olmasıdır. Ancak, bazı yapısal sorunlar değişen iktisat politikalarına rağmen devam etti. Öncelikle ticaret açığının yüksekliği hep bir sorun olmayı sürdürdü. Ayrıca, özellikle 2000 sonrasındaki parasal reformlar, dış borçlanmayı cazip hale getirdi. 2000 sonrasında gelişmekte olan ülkelerdeki makro dengesizliklerin başlıca göstergelerinden biri olan enflasyon sorununun önemli ölçüde kaybolduğunu görüyoruz. Buna karşılık bu ülkelerdeki borçlanma düzeylerindeki yükselme, küresel piyasalarda artan kaynak bolluğu ile daha fazla gözlenmeye başladı. Türkiye de bu trendi izledi.
6.Türkiye kâğıt üzerinde planlı kalkınma programı izlerken, uygulamada bunu göremedik. Sizce tekrar planlı kalkınma programına geçiş sağlayabilir miyiz? Bunun kuramsal alt yapısı ve iktisat politikası izdüşümü nasıl olur?
Türkiye’de planlı kalkınma 1960’lı 1970’li yıllarda uygulanan bir kalkınma yaklaşımı. Türkiye daha sonraki yıllarda da plan yapmaya devam etti ama bu planlar çok uzun süredir şekilsel bir anlam taşıyor. 1960’lı yılların planlama anlayışı 1950’li yıllarda tıkanan iktisat politikalarına bir alternatifti. 1980 sonrasında ise planlama farklı bir iktisat politikası anlayışı içinde içi boşalmış bir uygulama olarak sürdürüldü. 1980 sonrasında da uzun yıllar en azından ülke ekonomisinin durumunu anlatan dokümanlar olması açısından önem taşıyordu. Planlara temel oluşturan Özel İhtisas Komisyonu raporları alanında uzman insanların sektörlerde ve farklı üretim alanlarındaki sorunları dile getirmesini sağlıyordu. Ancak, bu bilgi akışının hala devam ettiğinden emin değilim. 1980 sonrası dönemde öncelikle IMF ve Dünya Bankası gözetiminde uygulanan istikrar programlarının revizyonları için ve uluslararası finans piyasalarının talepleri doğrultusunda küresel düzeyde standartlaştırılmış veri üretimi hızlandı. Veri talebi konusunda OECD ve Avrupa Birliği’ni de sayabiliriz. Özellikle Avrupa Birliği ile ilişkilerin yoğunlaşması ve adaylık görüşmeleri sürecinde AB ile uyum için veri çalışmalarında değişikliklere gidildi. Ülkenin ekonomik durum raporlar daha çok bu kuruluşların talepleri ve çizdikleri çerçeveler içinde kaldı. 1980 sonrası Türkiye ekonomisindeki bu kurumsal değişiklikler bilinen planlı yaklaşımdan çok uzak artık. Tekrar planlı bir kalkınma politikasına dönülmesi iki değişkene bağlı. Bunlardan birincisi küresel gelişmelerde ülkelerin kendi içine kapanması (bu kapanma muhtemelen 1970’lerdeki gibi bir yapıda olmayacak) ve korumacılığın artması ülkelerin görece bağımsız iktisat politikaları oluşturmalarına zemin hazırlayabilir. Ancak, küreselleşme sürecindeki “üretim parçalanması” ile oluşan ülkeler arasındaki entegrasyonun nasıl çözüleceği ya da çözülüp çözülmeyeceği belirsizliğini koruyor. Korumacılığın artması bu ilişkileri zayıflatabilir. Ancak, dönüşümün nasıl olacağı konusunda gri bir alan var. Diğeri ise, küresel gelişmelerden bağımsız olarak ancak bu gelişmelerin sonuçlarını iyi okuyan bir yaklaşımla ve güçlü bir siyasi kararlılıkla yeni iktisat politikaları üretmektir. Bunun kurumsal altyapısı için Türkiye’nin geçmiş planlama deneyimleri ile belli bir bilgi birikimine sahibiz. Ancak, bu yeni iktisat politikaları için bu deneyim ve bilgi birikimi yeterli olmayacak.
Küresel krizlerin sarstığı bu yeni dönemde muhtemelen statik bir planlama değil, birikmiş bilgi birikiminin ve uygulama esnekliğinin ön planda olduğu bir yaklaşım gerekecek. Bu yaklaşımla Türkiye’nin küresel ekonomideki bağlarını dikkate alarak, ancak ülkenin kaynaklarını ve açmazlarını iyi değerlendirerek iktisat politikası tasarımının yapılması gerekiyor. Şüphesiz bütün bunlara ek olarak son kırk yıllık küreselleşme politikaları sonucunda ülkenin dönüşen kurumsal yapısının nasıl tepki vereceği ve uyum göstereceği de tasarlanacak iktisat politikalarında dikkate alınmalıdır.
7.Kalkınma ekonomisinin sonu geldi mi? Yoksa yeni bir kalkınma iktisadı yaklaşımına ihtiyaç var mı?
Bilinen anlamda kalkınma ekonomisinin sonu zaten 1980 öncesinde gelmişti. 1980 sonrasında kalkınma kavramının yerini gelişmekte olan ülkeleri gelişmiş ülkelerin kurumsal yapısına yaklaştırmaya çalışan küresel düzeyde bir politika çerçevesi aldı. Bu çerçeveye uyan programların hazırlanması ve izlenmesi de IMF ve Dünya Bankası tarafından yapılıyordu ve yapılmaya devam ediyor. Bu çerçeve kırk yıl boyunca aynı kalmadı. Teknik düzeyde önemli değişiklikler oldu. Hem programların hazırlanmasında hem de izlenmesinde prosedürler değişti ve geliştirildi. Ancak, bu programların temel hedefi uygulanan ülkede makro istikrarı sağlamak ve piyasa bozulmalarını düzeltecek yapılar oluşturmaktı. Ağırlıklı olarak 1980’li yıllardan başlayarak 2000’li yıllara kadar genellikle orta gelirli gelişmekte olan ülkeler bu programların hedefi oldular. Bu yıllarda makroekonomik dengesizliğin temel göstergesi yüksek enflasyondu ve istikrar programlarının temel hedefi enflasyonu düşürerek ekonomik öngörülebilirliği artırmaktı. Bu gelişen ülkelere 1990 sonrasında geçiş ekonomileri adı altında Sovyetler Birliği’nin çökmesi ile ortaya çıkan ülkeler eklendi. Doğu Avrupa, Kafkaslar, Balkanlar ve Orta Asya’da birçok ülke bu programları uyguladı. 2008 Krizi sonrası ise programların hedefi olan ülkeler çeşitlendi. Bazı Avrupa Birliği ülkeleri de dahil olmak üzere hem yüksek gelirli hem de düşük gelirli ülkelerden bir bölümü de bu programları uygulamaya başladılar. Örneğin, 2008 Krizi sonrasında IMF ile yüksek borç anlaşmaları imzalayan Avrupa ülkeleri arasında Yunanistan, İrlanda ve Portekiz sayılabilir.
Küreselleşme sürecinde IMF ve Dünya Bankası gözetiminde uygulanan istikrar programlarından beklenti, makro istikrarın gerçekleşmesi ile ekonomik büyümenin kendiliğinden sağlanacağıdır. Bu en önemli tartışma konularından biridir. Ancak, bu programların doğrudan bir büyüme hedefi yoktur. Bu durumda bu programları bir kalkınma programı olarak sunmak ne kadar doğru olabilir? 1980 sonrası dünyada gelişmiş ülkelerin kurumsal yapıları ulaşılması gereken modeller olarak alındı ve gelişmekte olan ülkeleri bu yapıya yaklaştırmak temel hedef oldu. Aslında şimdi yaygın biçimde bilindiği gibi yapılmaya çalışılan şey küresel düzeyde finansal ve ticari hareketlerin önündeki engelleri kaldırmaktı. Çünkü bu kurumsal düzenlemeler gelişmekte olan ülkelerin dünya ekonomisine entegrasyonunda hesap verilebilirliğini artırıyordu. Uygulanan istikrar programları makro istikrarı sağlıyordu. Makro istikrar bu ülkeleri yatırım yapılabilir hale getiriyordu. Burada öncelikler ülkelerin ne kadar büyüdüğü olmadı. Bu süreçte ülkelerin özgün koşulları da dikkate alınmadı. Dolayısıyla küreselleşme politikalarının etkin olduğu son kırk yıllık dönemde kalkınma politikalarından söz etmek zor. Washington Uzlaşmasının on maddesi finansal ve ticari engelleri kaldırmaya yardımcı oldu ama büyüme ve gelir dağılımı konularında karışık sonuçlar ortaya çıktı. Şüphesiz Elhanan Helpman’ın 2004 yılında basılmış olan “The Mystery of Economic Growth” kitabında belirttiği gibi büyüme bir gizem! Yani bir büyüme formülünden söz etmek zor. Böyle bir formül oluşturmak zorken, makroekonomik dengesizliklere odaklanmış ve ulusal iktisadi hedeflerden çok uluslararası piyasalara yönelik sorunları çözmeye yönelik Washington Uzlaşmasının bir büyüme reçetesi olması da hiç gerçekçi değil.
Küresel iktisadi politikaların belirleyici olduğu bir ortamda kalkınma ekonomisinin ağırlıklı olarak mikro sorunlara yöneldiğini söylemek çok yanlış olmaz. Mikro yaklaşım ise orta gelirli ülkelerden çok düşük gelirli ülkelerin açlık, yoksulluk, vb. sorunlarına odaklandı. Kalkınmada mikro çalışmaların belki de en bilinen örnekleri 2019 Nobel Ödülünü alan araştırmacıların çalışmalarıdır. Mikro veri kullanan yaklaşımlar bilinen ülke kalkınma modellerinin dışında sorunları yerel düzeyde çözmeye odaklı olduğu söylenebilir. Mikro kalkınma yaklaşımı orta gelirli ülkelerde de bazı projelerle uygulandı. Bunlara örnek olarak Brezilya’da uygulanan Bolsa Família Programı ile Meksika’da uygulanan PROGRESA gösterilebilir. Ayrıca, 2000 Eylül’ünde Birleşmiş Milletler toplantısında bir beyanname ile bazı kalkınma hedefleri kondu. Bu hedefler 2016 yılında yenilendi ve “sürdürülebilir kalkınma amaçları” küresel düzeyde belirlendi. Gerek ülke düzeyinde gerekse küresel düzeyde bu tür çabalar zorluk çeken kitlelere bazı katkılar sağlamaktadır. Ancak, bu şablonların kapsamlı bir kalkınma yaklaşımının neresinde ve yeterli mi olduğu soruları karşımızda duruyor. Bu nedenle 2001 yılından bu yana doktora programında kalkınma üzerine verdiğim derste odaklanılan konuları ve ülke gruplarını belirlerken kalkınma ekonomisindeki bu açmazı dikkate aldım. Dersin açıklamasında uzun yıllar konuların orta gelirli ülkelere odaklanacağı bilgisi yer aldı. Dersin çerçevesinde orta gelirli ülkeler belli bir imalat sanayi gücüne ve iyi bir tanımlama olmamakla birlikte krize girme potansiyeline sahip ülkeler olarak belirlendi. Oysa barınma, beslenme gibi temel ihtiyaçlar konusunda yetersizlikler yaşayan düşük gelirli ülkelerin sorunları orta gelirli ülkelerden çok farklıdır. Ancak son yıllarda öğrencilerin en azından kalkınma adına yapılan çalışmalardan ve literatürden uzak kalmamaları için, ülke ve yerel bazlı yaklaşımların farklılıklarını belirterek, dış yardım ve mikro kalkınma literatürünün varlığına da yer verdim.
Yeni bir kalkınma iktisadı yaklaşımına ihtiyaç var mı? Bu soru “yeni bir kalkınma iktisadı mümkün mü” karşı sorusunu akla getiriyor. 2008 Krizi ve sonrası COVID-19 Salgın Krizi’nin yarattığı karmaşık yapı bu sorunun cevabını bulmayı zorlaştırıyor. Ancak, kalkınma sorununu tartışmak için temel ilke sorunu her ülke için ayrı tanımlamak gerektiğini unutmamak olmalı. Küreselleşme döneminde uygulanan her ülkeye uyan tek bir modelin çalışmadığını artık görebiliyoruz. Her ülkenin tarihsel geçmişi, birikimleri, kurumları ve ülkenin karşılaştığı dışsal şoklar farklı. Bu durumda her ülkeye uyan tek bir yaklaşım tanımlanması zor. Türkiye açısından bakıldığında bütün sorunlarına rağmen bizim yapabileceklerimiz var.
8.Hala Türkiye ekonomisindeki süregelen krizle ilgili saptamalarınız nelerdir?
Türkiye ekonomisinin sorunlarını ikiye ayırmak gerekiyor. Birincisi, kısa dönemde kendisini enflasyon, paramızın değer kaybetmesi gibi sonuçlarla ortaya çıkan makro ekonomik dengesizlikler. İkincisi ise, ülkenin kaynaklarının ve birikimlerinin gelecek nesiller için bir altyapı olmasını sağlayacak biçimde yönetilme sorunudur. Birinci grup sorunlar, ülkenin birikmiş yapısal sorunlarının sonucu olabildiği gibi kısa dönemde izlenen makroekonomik politikaların bir sonucu olabilir. Kısa dönemli sorunların çözümü için Türkiye yeterli bilgi birikimine ve insan sermayesine sahiptir. İkincisi ise, bir kalkınma modeli sorunudur. Türkiye üretim potansiyeli oldukça yüksek bir ülkedir. Bunu hem imalat hem de tarım sektörü için söyleyebiliriz. Diğer taraftan demografik olarak içinde bulunduğumuz yıllar bağımlı nüfusun azaldığı demografik fırsat penceresinin açıldığı bir dönemdir. Söylemek istediğim nüfus piramidinde çalışabilir nüfus oranının artması ve 15 yaş altı ve 64 yaş üstü toplam bağımlı nüfus oranının azalmasıdır. Bu durumun sağladığı büyüme dinamiği bir ülke için yirmi ya da otuz yıl sürebilir. Biz bir süredir bu pencerenin içindeyiz. Kapsamlı ve iyi tasarlanmış bir kalkınma programı ile Türkiye demografik fırsat penceresinin sağladığı büyüme potansiyelini iyi kullanabilir. Eğitim bu fırsatın iyi kullanılması için ek bir güç sağlar. Diğer taraftan Türkiye için hep ülke düzeyinde politikaları öne çıkarmakla birlikte bugünkünden farklı biçimde olsa da küreselleşme sonrasında da dünya içinde başka ülkelerle ekonomik ilişkiler içinde olacağız. Bu nedenle değişen koşullara nasıl uyum sağlayacağımızın planlanması çok önem taşıyor.
9.Türkiye’de iktisat eğitimine ilgi azalmaktadır. Size göre bu durumun temel sebebi nedir?
Bu değerlendirme bazı küçük gözlemlere dayanacak. İktisatçıya nerede ve ne kadar ihtiyacımız var bilmiyoruz. Bu bilgiden bağımsız biçimde üniversiteler kontenjan yaratıyor. Diğer taraftan iktisatçıyı nasıl kullanacağımızı da bilmiyoruz. İktisatçılar çok farklı mesleklerde çalışabiliyorlar. Nerede ve nasıl kullanacağımızı bilmediğimiz için yaptığımız eğitim istihdam piyasasında karşılığını tam bulamıyor. Bu durumun iktisat bölümlerine yönelik talebin düşmesini ya da ilgi azalmasını etkilediğini düşünüyorum. Şüphesiz, liseden gelen öğrencilerin karar verme süreçleri çoğu zaman derinlemesine düşünerek işlemiyor. Ancak, yine de istihdamdaki değişen yapı ve daralma iktisat eğitimine ilgiyi azaltıyor olabilir. Krizlerin bu süreci daha da hızlandırmasının muhtemel olduğunu düşünüyorum. Bir iktisatçı olarak insanların içinde yaşadıkları ekonomik ortamı anlayacak bir iktisat okur yazarlığı kazanmasının önemli. Bununla birlikte iktisadi sorunlar üzerinde kapsamlı düşünme yetisinin her iktisat öğrencisine kazandırılmasının zor olduğunu söyleyebilirim. Ayrıca, ekonomiyi anlama düzeyinin yükseltilmesi ile özel ve kamu kuruluşlarında iktisat yönlendirmesi yapacak kapasitede uzman yetiştirecek iktisat eğitimi arasına bir farklılık olacak. Ülke olarak bu ihtiyaçların yeniden gözden geçirilmesi gerekiyor. Bu nedenle kontenjanlar ve mevcut bölüm sayıları üzerinde tekrar planlama yapmak iyi olabilir.
Sayı: İktisat ve Toplum Dergisi 119
Sayfa Aralığı: 36 - 46
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.