Küresel Kriz ve Yükselen Ekonomilerde Büyüme ve İstikrar: Çift Şeritli Yol mu, Yoksa Yolun Sonu mu? – Yılmaz Akyüz (İTD 13)


2008 yılından bu yana, gelişmiş ekonomilerin büyük bir kısmı, özellikle ABD ve AB, spekülatif kredi ve yatırımların tetiklediği krizle cebelleşip, makul ve kararlı bir büyümeye geçemez ve hatta ikinci bir daralma (recession) riskiyle karşı karşıya kalırken; yükselen (ve gelişmekte olan)[1] ekonomilerin büyük bir çoğunluğu, 2008-2009 arasındaki kısa bir süre dışında, bu krizin olumsuz etkilerine rağmen oldukça hızlı bir büyüme sağlayabilmişlerdir. Bu husus, yükselen ekonomilerdeki büyümenin gelişmiş ekonomilere olan bağımlılığının önemli ölçüde azaldığı, bir anlamda dünya ekonomisinin bir çift şeritli yola oturduğu; iç şeritteki ağır vasıtalar yavaş yavaş, yalpalayarak gitse bile, dış şeritteki yükselen ekonomilerin makul bir hızda, kararlı bir şekilde yollarına devam edebilecekleri yönünde görüşlere yol açmıştır. Buna göre, ABD ve/veya AB ekonomileri ikinci bir daralmaya girse bile, başta Çin ve BRICS olmak üzere yükselen ülkelerdeki hızlı büyüme, dünya ekonomisini büyük ölçüde ayakta tutabilecektir.

Bu büyüme ayrışması (decoupling) ya da çift şeritte seyreden dünya ekonomisi (two-track world economy) tezini değerlendirebilmek için, önce ABD ve AB’deki krizin ciddi olumsuz etkilerine rağmen yükselen ekonomilerin nasıl olup da hızlı büyümeyi başardıklarını, bunların gelişmiş ekonomilere bağımlılığının hangi alanlarda ve ne ölçüde azaldığını araştırmak gerekir.

Gerçekte bu büyüme ıraksaması (divergence) yeni yüzyılın başından beri gözlenen bir olgudur. 1980’lerden 2000’li yıllara kadar, yükselen ve gelişmekte olan ekonomilerdeki büyüme, gelişmiş ekonomileri ortalama olarak 1-1,5 puan kadar aşarken, bu fark 2000’lerde, krize kadar olan dönemde, 5 puana kadar çıktı –bunun nedeni gelişmiş ekonomilerin yavaşlaması değil, yükselen ve gelişmekte olan ekonomilerin hızlanmasıydı. 2008-2009 yıllarında bu fark, yükselen ve gelişmekte olan ekonomilerdeki büyüme kayıplarına rağmen, ABD ve AB’deki daralmalar nedeniyle daha da artarak 6 puanı geçti. IMF’nin en son projeksiyonları, gelişmiş ekonomilerde yeni bir daralma öngörmemesine rağmen, bu büyüme farkının önümüzdeki yıllarda da kriz öncesine yakın bir düzeyde korunacağı yönünde.

Yükselen ekonomilerin gelişmiş ekonomilere bağımlılığı, teknoloji dışında iki temel alanda gözlenmektedir; pazar ve finansman. Tarihsel olarak, dış pazarlara bağımlılık, gelişmekte olan ekonomilerin tek önemli ihracat kaynağını oluşturan emtia (commodities) üretiminde söz konusu olmuştur. Ancak, bu ülkelerin sanayileşmede önemli atılımlar yapmaları, giderek ihracata dayanan büyümeyi vurgulamaları ve özellikle başta Çin olmak üzere Doğu Asya ekonomilerinin nihai tüketim mallarında uluslararası üretim ağlarına entegre olmaları ve emek-yoğun imalat üzerinde yoğunlaşmaları sonucunda, bu sektörlerde de dış piyasa bağımlılığı önemli ölçüde artmıştır. Ayrıca, Doğu Asya’da ucuz işgücü-ucuz para politikalarıyla yürütülen ihracata bağlı büyüme stratejisi sonucunda, son 10-15 yılda ücretlerin GSMH içindeki payı düşmüş, kârların hızla artmasının da etkisiyle tasarruflar tırmanarak GSMH’nin %40-50’sine ulaşmış, iç tüketimdeki genişleme üretim kapasitesinin hayli gerisinde kalmış, bu da büyümenin ihracata bağımlılığını artırmıştır.

Kuşkusuz, yükselen ekonomilerdeki büyümenin dış piyasalara bağımlılığı artarken, bu ülkeler birbirleri için hem emtiada hem de sınai ürünlerde önemli pazarlar oluşturmaya başlamışlardır. Nitekim, son on yılda yükselen ve gelişmekte olan ekonomiler arasındaki (Güney-Güney) ticaretin çok hızla arttığı, bu artışın Güney-Kuzey ticaretindeki artışı katladığı gerçeğini göz ardı etmek olanaksızdır. Ancak, Güney-Güney ticaretinin özellikle Asya ülkelerini içeren bölümü, Güney-Kuzey ticaretine hayli bağımlıdır. Örneğin Çin’in ihracatının ithal içeriği %50’yi bulmakta, ABD’ye olan ihracatında bu oran daha da yükselmektedir. Bu ithal gereksiniminin bir kısmı, özellikle teknoloji-yoğun yatırım ve ara malları, başta Japonya olmak üzere gelişmiş ekonomilerden gelmekle birlikte, çok daha büyük bir kısmı Asya’daki yükselen ekonomilerden ve emtia üreten ülkelerden sağlanmaktadır. Öte yandan, yükselen ekonomiler içinde en büyük pazarı oluşturan, dünyanın en büyük ikinci ekonomisi ve en çok ticaret yapan ülkesi olan Çin’in doğrudan ya da dolaylı olarak yaptığı tüketim malları ithalatı, ABD’nin ithalatının 20’de biri civarındadır. Bunun nedeni sadece gelir düzeyi farkı değil, aynı zamanda Çin’de hanehalkı gelirinin toplam GSMH içindeki payının ABD’nin yarısı civarında kalması, hanehalkı tasarruf oranının ABD’den çok daha yüksek olması ve Çin tüketiminin ithal içeriğinin ABD’ye kıyasla çok düşük olmasıdır. Dolayısıyla, Çin’in kendi iç talebinin başka yükselen ekonomilerin ihracatını artırma etkisi, hem ABD’ninkine oranla hem de Çin’in ABD’ye yaptığı ihracata oranla çok düşük olacaktır.

Finansal bağımlılık ise kendisini kültürel, yapısal ve ekonomik politikalar gibi nedenlerle ortaya çıkan kronik tasarruf ve dolayısıyla cari işlemler açığı biçiminde göstermektedir. Ancak, geçtiğimiz dönemde bu açıdan gelişmekte olan ülkeler arasında belirgin bir farklılaşma ortaya çıkmaktadır. Başta Çin olmak üzere Doğu Asya’nın yükselen ekonomileri giderek artan oranda dış fazla verirken, diğer bölgelerdekilerin çoğunun dış finansman bağımlılığı devam etmekte ve hatta artmaktadır. Her ne kadar Doğu Asya’nın ve enerji ihraç eden ülkelerin dış fazlalarının bir kısmı, özellikle emtia üreten ülkelere yatırım olarak gitmekte ise de, açık-veren ülkelerin dış finansman gereksiniminin karşılanması, büyük ölçüde gelişmiş ekonomilerden gelen fonlara bağlı olmaya devam etmektedir.

Geçmiş krizlerden çıkarılan dersler sonucunda alınan bazı önlemlerin ve uygulanan politikaların, yükselen ekonomilerin en azından bir bölümünün 2000’li yıllarda büyüme hızlarını artırmalarında önemli bir rol oynadığı yadsınamaz. Ancak, başta ABD olmak üzere gelişmiş ekonomilerde izlenen politikaların da bu hızlanmada temel bir faktör olduğu unutulmamalıdır. ABD’de eşik-altı (sub-prime) balonuna yol açan ucuz para politikası ve finansal serbestleşme, ihracata bağımlılığı yüksek ülkelere büyüyen bir pazar; iç taleple büyüyen, açık-veren ülkelere de ucuz ve kolay dış finansman sağlamıştır.

2000’li yılların başından itibaren ABD’de hızla artan özel tüketim harcamaları ve eşik-altı kredilerle beslenen gayrimenkul yatırımları, Doğu Asya ülkeleriyle enerji ihraç eden ülkelere genişleyen bir piyasa yaratmıştır. Örneğin kriz öncesi yıllarda, Çin’deki büyümenin hemen hemen yarısı ihracattan kaynaklanmıştır.[2] Bazı Doğu Asya ülkelerinde bu oran daha da yüksektir. Çin ve enerji ihraç eden ülkelerin büyüyen dış fazlalarının büyük bir kısmını ABD ekonomisi massetmiştir. Asya’daki hızlı büyüme, sadece enerji piyasasına değil, diğer emtia piyasalarına de ivme kazandırmış, 1970’lerden beri ilk defa, uluslararası emtia piyasaları, ucuz paranın yarattığı spekülasyonun da etkisiyle, 2003’ten itibaren artış eğilimine girmiş, bundan da en fazla Latin Amerika ve Afrika ülkeleri kazançlı çıkmıştır.

2000’li yılların başında ABD yanında hem Japonya’nın hem de Avrupa Merkez Bankası’nın faizleri sıfıra yakın düzeylere çekmesi ve hızlı likidite genişlemesine gitmesi, faiz oranları, büyüme ve sermaye kazancı potansiyelleri çok daha yüksek olan yükselen ekonomilere büyük bir sermaye akışı başlatmış, bu da cari açık veren ülkelerin, dış finansman sorunu ile karşılaşmadan ve hatta önemli ölçüde rezerv biriktirerek, büyümesine olanak vermiştir. Ancak, yükselen ekonomilere hem genişleyen bir pazar hem de kolay ve ucuz finansman sağlayan bu süreç, bir yandan finansal kırılganlıklara, diğer yandan da global ticaret dengesizliklerine yol açmış ve sonunda kriz ile noktalanmıştır.

2007 yılında başlayan, 2008 yılında fark edilen ve ciddiyeti ancak Lehman Brothers’ın çöküşü ile anlaşılan bu kriz, Türkiye, Meksika ve Rusya gibi birkaç ülke dışında, yükselen ekonomilerde önemli bir büyüme kaybına yol açmamıştır. Lehman’ın çöküşü ile birlikte sermaye akımları tersine dönmüş, kriz ABD’den kaynaklandığı halde dolara yöneliş başlamış ve emtia fiyatları sert bir inişe geçmiştir.  Ancak sermaye kaçışlarının kısa sürmesi nedeniyle, dış açığı hayli yüksek ve paraları epey değer kazanmış ülkeler bile, bu dönemi, ödemeler dengesi krizi ve yaygın iflaslarla karşılaşmadan atlatabilmiştir. Buna karşılık, sermaye kaçışı, Asya da dahil tüm yükselen ekonomilerin varlık piyasalarının hızla çökmesine, dört-beş yılda sağlanan artışların birkaç hafta içinde kaybedilmesine yol açmıştır. Doğu Asya, 1997 krizinden çıkardığı dersler sonucunda uyguladığı kur ve ticaret politikaları sayesinde, sermaye hareketlerinin ödemeler dengesi ve kurda kırılganlık yaratması olasılığını azaltırken, global finansal piyasalarla hızla bütünleştiği, yabancıların iç piyasalardaki varlığının hızla artmasına izin verdiği için, ABD’den kaynaklanan finansal şokun iç piyasalarda çöküntü ve çalkantılar yaratmasını engelleyememiştir.

Sermaye girişlerinin 2009’un başlarında tekrar hızlanmasının önemli bir nedeni, özellikle ABD’de, aşırı kredi genişlemesinin yarattığı krizin çözümünün, hızlı likidite genişlemesi ve faiz oranlarının sıfıra doğru çekilmesinde aranmalıdır.  İkinci neden, ABD ve AB’deki yatırımların daha riskli görülmeye başlanması, yani yükselen ekonomilerin risk marjının azalmasıdır –bu unsur, özellikle Avro Çevresi’nin (Eurozone Periphery) borç krizine girmesiyle birlikte daha da önem kazanmıştır. Ve nihayet, başta Asya ülkeleri olmak üzere krizin olumsuz etkilerine karşı uygulanan genişletici makro politikalar, yükselen ekonomilerde hızlı bir iyileşme (recovery) sağlamış ve bu da uluslararası sermayeyi tekrar bu ekonomilere çekmeye başlamıştır. Tüm bunlar sadece sermaye girişlerinde değil, emtia fiyatlarının yukarıya doğru dönmesinde ve doların zayıflamaya başlamasında da temel bir rol oynamıştır. Kısaca, kriz nedeniyle, büyümesi ihracata bağımlı Asya ülkeleri, ABD ve AB’deki pazarlarında daralma ile karşılaşırken, açık-veren ülkeler, kriz öncesinden bile daha uygun dış finansman koşulları bulmuşlardır.

ABD ve AB’ye ihracatın hızla düşmesine rağmen, ihracata bağımlı Doğu Asya’da büyümenin 2009’dan sonra canlanmasının nedeni iç talebin hızla artmasıdır. Bu husus, bu ekonomilerin dış fazlalarının önemli ölçüde azalmasında da gözlenmektedir. Türkiye, Brezilya ve Hindistan gibi iç talebe dayanan ülkelerde ise, krizle birlikte iç talebin büyümeye katkısı daha da artmış, bunun sonucunda artan dış açıklar, hızlanan sermaye girişleri ile kolaylıkla finanse edilmiştir.

Krizle birlikte faiz oranları, yükselen ekonomilerde de genellikle aşağıya çekilmiş ve bu, hızlanan sermaye girişleri ile birlikte kredi, varlık ve döviz piyasalarında yeni balonlar yaratmıştır. Gelişmiş ekonomilerdeki genişletici mali (fiscal) paketlerin GSMH’ye oranı %2 civarında kalırken, bu paketler, ödemeler ve bütçe dengeleri sağlam ve ihracata bağımlı yükselen ekonomilerde çok daha büyük boyutlara ulaşmıştır. Asya’daki 15 ülkede 2008-2009 yıllarında getirilen paketler, 2008 GSMH’sinin %7,5’uğunu, Çin’de ise %13’ünü bulmuştur.

Eğer ABD ve AB krizden hızla çıkıp makul ve kararlı bir büyümeye geçemezse ve hatta ikinci bir daralma ile karşı karşıya kalırsa, yükselen ekonomiler kendi çabalarıyla büyümeyi sürdürebilir mi? Bu sorunun yanıtı, açık-veren ülkeler için büyük ölçüde global finansal koşullara, ihracata bağlı ülkeler için de iç piyasanın ne ölçüde ihracata almaşık olabileceğine bağlıdır.

İhracata bağımlı Doğu Asya ekonomilerinin krize karşı uyguladıkları genişletici politikaların etkileri aşınmaya başladığı için, hızlı büyümeyi sürdürmeleri yeniden benzer önlemler almalarına bağlıdır ve bunun da çok kolay olmayacağı açıktır. Bu konuda, Çin’deki gelişmeler büyük ölçüde belirleyici olacaktır. Bu ülke kronik düşük tüketim (underconsumption) sorunu ile karşı karşıyadır ve bunun temel nedeni de, ücretlerin ve hanehalkı kesiminin milli gelir içindeki payının düşük olması, eğitim, konut ve sağlık gibi alanlarda etkin bir devlet desteği olmadığı için, düşük gelire rağmen bu kesimin oldukça yüksek oranda tasarruf yapmasıdır. 2008’e kadar Çin’de özel tüketim yılda ortalama %8’in altında büyürken GMSH %10,5 oranında artmış, aradaki talep boşluğunu da yılda ortalama %25 büyüyen ihracat ile buna bağlı olarak %13 dolayında büyüyen yatırımlar kapatmıştır.

Çin’de kriz nedeniyle ihracat hızla düştüğünde yapılması gereken şey, hanehalkı gelirini ve özel tüketimi hızla artırmaya yönelik ve sürekliliği olan genişlemeci bir politika uygulamaktı. Ancak bunun yerine, yerel yönetimler aracılığıyla yürütülen ve çok düşük faizlerle sağlanan kredilerle finanse edilen bir yatırım programına ağırlık verilmiş, altyapıda ve bazı imalat sektörlerinde aşırı kapasite ve emlak piyasasında da yeni bir balon yaratılmıştır. Bu paketin etkileri azalmaya başlayıp büyüme yavaşlama eğilimine girince, yatırımlar yeniden hızla artırılmaya başlanmış, 2011 yılının ilk yarısında sabit sermaye yatırımları %26 oranında büyüyerek yavaş giden ihracat ve tüketimden doğan talep boşluğunu kapatmış ve büyümenin sert bir iniş yapmasını engellemiştir.

Bu mekanizmanın ilelebet sürdürülmesi olanaksızdır. Tüketim ya da ihracat artışı ile birlikte gitmeyen bir yatırım balonunun, ABD’de borçla yürütülen konut ve tüketim balonundan, sonuçları açısından pek farklı olacağı söylenemez. Talep açığını sürekli olarak yatırımla kapatmaya çalışmak, düşük tüketim krizini ertelemek ve nihai olarak kaçınılmaz hale gelecek olan krizin dozunu artırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Şunu da eklemek gerekir ki, emtia fiyatlarındaki artışın yarattığı enflasyonu yüksek faiz ile kontrol altına alma çabaları, ancak buna rağmen faizlerin enflasyon altında kalması nedeniyle mevduatların bankalardan kaçarak yeni oluşan bir gölge banka sistemine yönelmesi, bu yola devam edilmesini zaten zorlaştırmaktadır.

Öte yandan, orta vadede ABD ve AB krizden çıkıp makul bir büyüme yakalasa bile, Çin’in 2007 öncesine dönme olanağı bulunmamaktadır. Zira ABD’nin yeni bir balon yaratarak tekrar global bir lokomotif işlevi görmesi ve dış açık ve borçlanmasını aynı hızla sürdürmesi, muhtemelen uluslararası para sisteminin çöküşünü de beraberinde getirecektir. Dolayısıyla, Çin’in gelişmiş ülkelere ihracata dayalı, hızlı bir büyümeye dönmesi hayli zordur. İçeride bu talep boşluğunu sürekli olarak yatırım balonları yaratarak doldurmak da olanaksızdır. Kısa bir süre içinde gelir dağılımında önemli değişiklikler sağlayarak iç tüketimin hızını yeterince artırmakta ise, hem ekonomik hem de siyasal zorluklar vardır. Tüm bu nedenlerle Çin’in ve bu ülkeye, ihracatında girdi olarak kullanılmak üzere ara malı (parts and components) ve hammadde sağlayan ekonomilerin büyüme hızlarının önümüzdeki yıllarda önemli ölçüde düşmesi olasılığı yüksektir. ABD ve/veya AB ikinci bir daralmaya girer ya da kolay kolay durgunluktan çıkamazsa, bu düşüşün hayli sert olması kaçınılmazdır.

İç taleple büyüyen, dış finansmana bağımlı açık-veren ekonomilerin, 2009’dan bu yana yararlandıkları, savaş sonrası dönemin dördüncü yabancı sermaye balonunun, daha öncekiler gibi, onu yaratan istisnai koşulların ortadan kalkmasıyla birlikte patlamasını ve bunun önemli bir büyüme kaybına yol açmasını beklemek yanlış olmaz. Bunun nasıl ve ne zaman olacağını kestirmek güç olmakla birlikte, bu balonu sürdüren koşulların (ABD’de sıfıra yakın faiz oranları, hızlı likidite genişlemesi, sınırlı yatırım olanakları vs.) ilelebet devam etmeyeceği açıktır.

Bu alanda çeşitli senaryolar düşünmek olanaklıdır. ABD’de faizlerin krizden tam çıkılmadan yükselmeye başlaması, Çin’de ciddi bir yavaşlama ve/veya mali bir kargaşa, yükselen bir ekonominin Asya’da 1997’de olduğu türde bir ödemeler dengesi krizine girmesi ve bunun diğerlerine bulaşması (contagion) ya da gelişmiş ekonomilerden kaynaklanan yeni bir finansal şok, sermaye girişlerinin aniden durmasını ve hatta tersine dönmesini tetikleyebilir. Nitekim, bu tür riskler, son haftalarda uluslararası sermayeyi hayli tedirgin etmeye başlamış, riskten kaçış eğilimi belirmiş, birçok yükselen ekonomiden sermaye çıkışları, borsa, emlak ve döviz piyasalarında önemli düşüşlere neden olmuştur.

Kuşkusuz yükselen ekonomiler için şu anda en ciddi risk, küresel finans sisteminin en zayıf halkasını oluşturan AB’den, daha doğrusu Avro Çevresi’nden kaynaklanmaktadır. Buradaki borç sorununun derinleşmesi ve yaygınlaşması, sadece ikinci bir daralma yaratmakla kalmaz; aynen Lehman krizi sırasında olduğu gibi sermaye akımlarındaki balonunu da tamamen patlatabilir ve bu defa kaçış çok daha büyük boyutlarda ve kalıcı olabilir. Avrupa Komisyonu–Avrupa Merkez Bankası–IMF troykası bu krizin nedenini doğru olarak teşhis edemediği ve etkin çözüm getiremediği sürece, Avro Çevresi, hem dış finansmana hem de dış pazarlara bağımlı ekonomiler için en ciddi ve en yakın tehdit olmaya devam edecektir.

Baştaki soruya dönersek; kuşkusuz 2000’li yıllarda dünya ekonomisi önemli yapısal değişiklikler geçirmiş; ekonomik güç dengesinde, yükselen ekonomilere doğru bir kayma olmuş; bu ülkeler, gelişmiş ekonomilerdeki çalkantılara rağmen, genel olarak kararlı ve hızlı bir büyüme sürdürebilmişlerdir. Ancak, buradan hareketle önümüzdeki yıllara ilişkin projeksiyonlar yaparken, şu hususun gözden kaçırılmaması gerekmektedir: Yükselen ekonomilerin krize kadar olan dönemdeki performansları, önemli ölçüde, tekrarlanamayacağı çok kişi tarafından kabul edilmekte olan politikalar tarafından biçimlendirilmiştir ve bu süreç, ciddi finansal kırılganlıklar ve küresel ticaret dengesizlikleri yaratmıştır. Bunların yol açtığı kriz sonrasında ise yükselen ekonomiler, bir süre, hayli elverişli ama kalıcı olmayacağı da belli olan bir küresel finansal ortamdan yararlanmışlar ya da krizin ihracat üzerindeki olumsuz etkilerini, tekrarlanması hayli zor politikalarla massedebilmişlerdir.

Hızlı ve kararlı bir büyüme sürdürebilmek için, yükselen ekonomiler iki temel soruna odaklanmak zorundadırlar. Doğu Asya için çözümlenmesi gereken temel sorun, dış piyasa bağımlılığını azaltmak, hem ülkeler içinde hem de bölgede hızla genişleyen piyasalar yaratmaktır. Bu, büyük ölçüde gelir dağılımının ücretler ve hanehalkı lehine düzeltilmesine ve sosyal refah devleti alanında ciddi adımlar atılmasına bağlıdır. Asya dışındaki yükselen ekonomiler ise, yabancı sermayeye bağımlılıklarını azaltmak, ancak bunu, Asya’da olduğu gibi yabancı piyasalara bağımlılığı aşırı derecede artırmadan ve gelir dağılımını daha da bozmadan başarabilmek zorundadırlar.

SON NOTLAR

1- Bu yazıda ele alınan konularda ayrıntılı bilgi ve analiz için yazarın şu kitap ve makalelerine bakılabilir: The Financial Crisis and Asian Developing Countries, TWN, Malaysia, 2011; ”Export Dependence and Sustainability of Growth in China and the East Asian Production Network”, China and World Economy 19(1), January 2011; “Capital Flows to Developing Countries in a Historical Perspective: Will the Current Boom End with a Bust?”, South Centre Research Paper 37, March 2011; “Global Economic Prospects: The Recession May be Over but Where Next?”, Global Policy, May 2011.

2- Yükselen ekonomiler, uluslararası sermayenin yatırım için cazip gördüğü gelişmekte olan ülkeler için kullanılan bir deyimdir. IMF bu kategoriye 25 ülkeyi, Institute of International Finance (IIF) ise 30 ülkeyi sokmaktadır. IMF bunları “yükselen piyasa ekonomileri” diye adlandırırken, IIF “yükselen piyasalar” demektedir.

3- Bu tahmin, ihracatın iç tüketim ve yatırım üzerindeki etkilerini de içermektedir. Bunlar hesaba katılmazsa, oran 1/3’e düşmektedir.

Türk iktisatçı (Ankara 1943). Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi (1965); doktora tezini İngiltere’de East Anglia Üniversitesi’nde hazırladı (1971). 1972-83 arasında SBF’de Yılmaz Akyüzöğretim üyeliği yaptı, 1984’te BM Ticaret ve Kalkınma Konferansı’nda (UNCTAD) çalışmaya başladı. Yılmaz Akyüz Eserleri Money and inflation in Turkey, 1950-1968 (Türkiye’de Para ve Enflasyon, 1950-1968) (1973); Emek-Değer Teorisi ve Nitelikli İşgücü Sorunu (1980); Türkiye’de Mali Yapı ve İlişkiler (1984); Fiyat Mekanizması ve Makroekonomik Dengesizlikler (1984).

Bir cevap yazın