Mülk, Mülkiye, Mülkiyet: Bir Eğitim Kurumunun Fikrî İnşası (4) – Altuğ Yalçıntaş (İTD 83)


Sütunlu Salon’daki Kabartma Harita

Mülkiye’nin Cebeci Kampüsü’nde bulunan ana binasının girişi, Sütunlu Salon olarak bilinir. Sütunlu Salon geniş ve serin bina içi bir alandır. Merdivenlerden çıkıp da ana binanın kapısından girince tam karşıda Atatürk büstü yer alır. Salonun solundan, sınıflara ve hocaların odalarının olduğu binaya gidilir. Sağ tarafta bulunan bina içi merdivenler, dekanlık katına çıkar. Bu merdivenlerin hemen altında, müze alanı olarak düşünülmüş, ancak iyi tertip edilmemiş alanda, 1960’lı ve 1970’li yıllardan kalma teksir makinaları, daktilolar, mekanik hesap makinaları ve bunun gibi bazı eşyalar sergilenir. Bu alanın tam karşı istikametinde ise Mülkiye Spor’un aldığı kupalar yer alır. Dediğim gibi, alan en iyi şekilde kullanılmamıştır. Ancak Mülkiye’ye ana binadan girenler, eğer dikkatli bakarlarsa, kurumun tarihine ilişkin bazı ayrıntıları bu mekânda bulabilirler.

Sütunlu Salon’daki Atatürk büstünün yanında “Türkiye Kabartma Haritası” bulunur. Kabartma haritalar, gösterilen coğrafyaya ilişkin tepeleri, çukurları, boğazları ve bunun gibi yeryüzü şekillerini kabartma ve çökertmeler yoluyla temsil eder. İnternetin ve MS Power Point gibi görsel sunuş yapmaya olanak sağlayan dijital teknolojilerin henüz yaygınlaşmadığı çağda, Mülkiye’deki tarih derslerinde, genel olarak 1,5 metre x 2 metre ya da daha büyük boyutlarda bez ya da dayanıklı kâğıda basılı haritalar kullanılırdı. Bildiğim kadarıyla, bu haritalar bugün de bazı derslerde kullanılmaktadır. Halen, dekanlığın üst katında Uluslararası İlişkiler Bölüm Odası’nın yanındaki oda, harita odası olarak hizmet vermektedir. Bu odada, dünya ve Türkiye tarihini görsel yollarla anlatmak için kullanılan birçok değerli harita saklanmaktadır.

Haritalar konusunda uzman olanların ve genel olarak Mülkiye’ye yolu düşenlerin çoğu arasında neredeyse hiç kimse, Sütunlu Salon’daki “Türkiye Kabartma Haritası”nın neden orada durduğunu sorgulamaz. Hatta birçoklarının dikkatini bile çekmemiş olabilir. Bu harita, 2,5 metre x 1,2 metre büyüklüğünde bir masanın üzerinde cam bir vitrin içinde bulunur. Harita o kadar ayrıntılıdır ki Türkiye’nin sadece vilayetleri değil birçok irili ufaklı kasabası, kazası ve köyü de gösterilmiştir. Haritanın ölçeği 1:800.000’dir. Nehirler, akarsular ve bölgelerin nüfus büyüklükleri ile Türkiye Cumhuriyeti’nin bugünkü sınırları net bir şekilde resmedilmiştir.

Harita, Sadık Yöntem tarafından hazırlanmıştır. Ancak bu haritanın ne zaman üretildiğine ilişkin teyit edebileceğimiz bir bilgiye sahip değiliz. Kaliteli ahşaptan imal edilen bu tür mobilyaların içerisinde, bazen, imalatçısının ismi yazar. Bunda o da yok. Harita Hatay’ı, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde gösteriyor. Bu durumda, 1939’dan sonra imal edilmiş olduğu sonucuna ulaşabiliriz. Bu harita, görebildiğim kadarıyla, Mülkiye’nin fotoğraf arşivinde de hiç yer almamış. Belki Mülkiye, Ankara’ya taşındıktan sonra devlet tarafından kuruma bağışlanmış olabilir. Bu harita, belli ki en az elli yıldır Mülkiye’de bulunuyor. Nice on yıllar boyunca orada durmaya devam edecek.

Sütunlu Salon’daki bu kabarta harita, yukarıda da belirttim, 1:800.000 ölçeğinin avantajını kullanarak sadece İstanbul, İzmir, Ankara, Adana, Trabzon gibi büyük vilayetleri değil Viranşehir’den Side’ye, Sarıkamış’tan Of’a, Enez’den Zonguldak’a kadar irili ufaklı birçok küçük yerleşim yerini de gösteriyor. Gösterilen yerleşim yerleri arasında sadece bir yerleşim yeri yok: Dersim (Tunceli).

Mülkiye’nin Tabuları

Ben, Türkiye siyasi tarihi konusunda yayın yapmıyorum. Dersim konusunu, derslerimde de işlemiyorum. Ancak doğal olarak, kulaklarımı ve gözlerimi söylenenlere ve yazılanlara kapatacak değilim. Kıt iktisatçı aklımla, okuduklarım ve kendime göre çıkardığım bazı sonuçlar var. Fakat burada konunun siyasi tarihi ilgilendiren yönüne ilişkin herhangi bir tezi savunmayacağım. Sadece, bu konunun oldukça sıkıntılı olduğunu, sorunun çözüme kavuşturulmadan halı altına süpürülmüş olduğunu, yani Dersim’in bir anlamda tabu haline gelen bir konu olduğunu not edeyim.

Sadece bir eğitim kurumu olarak değil, Osmanlı’nın ve Türkiye’nin siyasal hayatının önemli bir parçası ve tanığı olan Mülkiye’nin bunun gibi birçok tabusu vardır. Bu tabuların neden var olduğunu anlayabilmek için kurum tarihini ve kuruluş felsefesini çok iyi bilmek gerekir. Bir zamanlar bu kurumda talebe olan Mülkiyeliler ve kurumda uzun bir süreden beri bulunan hocalar, bu tarihi, tabularıyla birlikte, sonraki nesillere aktardılar. Bu aktarım sürecinde bazı ayrıntıların tabu olmasının bir sebebi, bunların yüksek sesle dile getirilmemesi olabilir. Mülkiye’nin tarihine ilişkin ayrıntıları yüksek sesle dile getirmemek büyük sabır isteyen bir iştir. İşte bu nedenle ben, kişisel olarak, Mülkiye’nin tarihinin yazılamayacağı kanaatini taşıyorum. Bu kurumun geçmişini ortaya çıkarabilmek felsefi bir akılla, zihniyetlerin arkeolojisini yapmakla mümkündür. Gerçekten de bugün Mülkiye tarihi konusunda, çoğu anı niteliğinde olan çalışmaları bir araya getirdiğimizde karşımıza çeşitli zorluklar çıkar. Örneğin, arkeolojik bir kazı sırasında bulunan parçaların o coğrafyada yaşamış kültüre ait eşyalar (ya da o eşyaların parçaları) olduğunu biliriz. Mülkiye tarihi de böyledir. Bu tarih çoğunlukla tanıklıklardan ve hatıralardan oluşan bir tarihtir. Her anlatının, bu kurumun bir parçasını oluşturduğunu bilirsiniz. Fakat bu parçalar nasıl bir araya gelecekler? Ayrıntıların yüksek sesle dile getirilmediği ve birçok tabunun kuşaklar boyunca aktarıldığı bir ortamda bunun için yeni bir hikâye inşa etmeniz gerekir.

Tabular, Mülkiye tarihine ait en önemli parçalardır. Aslında bu tabular gözümüzün önündedir de çok fazla kişi bunları fark etmez. Fark etse bile dile getirme cesaretinde bulunmaz, çünkü bu tabular aslında unutmak istediğimiz yaşanmışlıklardan oluşur. Aynen Dersim’e ilişkin tabularda olduğu gibi.

Birçoğumuz bu yaşanmışlıklardan ötürü pişmanlık duymayız. Sadece bu tabuları kendimize saklarız. Bu yaşanmışlıkları, mahrem olduğu için dile getirmeyiz. Çoğu kez, mahrem olan tabular – pek dile getirilmese de – sadece bir kişiyi ilgilendirmez, bir kurumun tamamını ilgilendirir. Yani bu tabular (aslında “sır” mı demeliydim?), birçok kişi tarafından zaten bilinir. Yatak odanızdaki yaşanmışlıklar gibi. Bu alan ailenize aittir. Sakladıklarınızın ne olduğunu birçoğumuz bilse de etrafınızdaki dostlarımız buraya ilişkin hiçbir bilgiye sahip değilmiş gibi davranır; en azından ilkesel olarak. Oysa yatak odalarında ne olup bittiğini az çok biliriz. Sadece bunları kamusal alanda konuşmayız. Yani tabuları açık etmeme oyununu devam ettiririz. Oyunun kuralları bozulmadığı sürece dostluklar devam eder.

Mülkiyeliler birbirlerini, işte bu tabuları oyunun kuralına göre sakladıkları sürece, dost, yani yoldaş olarak kabul ederler. Birçok şey birçoğumuzun gözü önünde gerçekleşmiştir. Belki siz de o yaşanmışlığın bir parçasısınızdır. Ama sanki kimse sizi o anda görmemiş gibi davranırsınız, konuşmazsınız. Bunun için sabır gereklidir

Mülkiye’nin En Büyük Tabusu: Mülk

Mülkiye’nin tabularından biri, bu kurumun fikri inşa sürecinde devlete, yani mülke verilen önemle ilgilidir. Mülk, bu kurumda siyasal, toplumsal ve iktisadi her türlü sorunun çözümünde kullanılan en önemli araçtır. Mülkiyeliler mülksüz (devletsiz), mülk (devlet) de Mülkiye’siz yapamaz.

En açık ifadesiyle, Mülkiye’nin en büyük tabusu, toplumsal ideallerin devlet aklına uygun hale getirilmesidir. Mülk fikri, Mülkiye’deki en baskın fikirdir. Ancak bunu herkes açıkça dile getirmez. Daha doğrusu bu konuyu sorgulamaz. Mülke ait ideolojilerin tartışıldığı ortamlarda mülkün alternatifleri ya hiç tartışılmaz ya da üstün körü geçilir. Mülk sayesinde kurulan bir dizi ideal, mülkün yol açtığı sorunların eleştirilmesini engeller.

Mülkiye’deki mülk tabusu (buna “mülkçülük” diyeceğim), piyasa ve siyasa ile ilgili olarak, en az iki biçimde karşımıza çıkıyor:

1. İktisadi mülkçülük: Piyasaların verimli işleyebilmesinin iktisadi planlama sayesinde mümkün olduğu kabulünden hareket eden, devletin ekonomideki düzenleyici rolünü pekiştiren ve ağırlıklı olarak iktisatçıların öncülüğünde süren tartışmalar.

2. Siyasi mülkçülük: Siyasanın en sorunsuz şekilde işlemesini, devlet bürokrasinin en sorunsuz şekilde işlemesi olarak gören, toplumsal sorunları (özellikle de azınlıklarla ilgili olanları) devlet çıkarını gözetecek şekilde tanımlayan, çözümleri yine devletin tarafında yer alacak şekilde üreten ve ağırlıklı olarak siyaset bilimcilerin öncülüğünde süren tartışmalar.

Bu iki mülkçülük biçiminin ayrıntılı olarak yer aldığı ve Mülkiyeli hocaların kaleme aldığı başyapıt niteliğindeki bazı metinleri önümüzdeki yazılarda yakından ele alacağım. Burada şu konunun altını çizmek gerekir diye düşünüyorum: Her tercih bir alternatif maliyete yol açar. Mülkiye’nin mülk konusundaki tercihinin de bir alternatif maliyeti vardır. Daha önceki yazılarda da belirttiğim gibi, “mülk” aslı itibariyle bir tercihtir. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Mülkiyeliler, alternatifleri olmasına rağmen, mülkü (yani devleti), mülkün (yani devletin) alternatiflerine tercih etmiştir. Mülkiyelilerin ferdi mülkiyetilerinin (“hür teşebbüs”ü) ve müştereklerinin tartışmaya yol açmamış olması, siyasal ve iktisadi konularda başı ve sonu belli olan bir dizi ideolojinin yeniden üretilmesini sağlamıştır. O kadar! Bugün Mülkiye, fikri açıdan, bu tercihin alternatif maliyetini ödemektedir. KHK’lar ile işine son verilen meslektaşlarımızın yaşadığı sorun, özü itibariyle, mülk lehine yapılan tercihlerin birikimli sonuçlarından sadece biridir.

Mülkün siyasal ve iktisadi alana ilişkin fikirler içerisinde vazgeçilmez bir role sahip hale gelmesi sürecine fikri temellük adını veriyorum. Öncelikle “temellük” ile neyi kastettiğimi açıklayayım: Temellük, en genel anlamda, bir mal üzerinde sahiplik hakkı inşa etmek demektir. Temellük süreci, çoğunlukla, hukuki yolla yapılır. Temellük sürecine konu olan mal, sahiplik imtiyazını elinde bulunduranlara, diğerlerinin o maldan faydalanmasını men etme hakkını verir. Başka bir ifadeyle, sahiplik hakkı kimdeyse, diğerleri o malın kullanımından mahrum bırakılırlar. Temellük ile mahrumiyet birbiriyle nedensellik ilişkisi içerisinde olan iki kavramdır.

İdeallerin temellükü, yani “fikri temellük” ise bazı fikirlerin görülme sıklığının diğerleri aleyhine artmasıdır. Burada “fikir kavramı”nı Richard Dawkins’in ortaya attığı meme, yani mim anlamında kullanıyorum (Dawkins, 1976). Meme, kültürel alanda bireyler arasında yayılan davranış ve fikir kalıplarıdır. Mimlerin en önemli özelliği, aynen genler için olduğu gibi, kendi kopyasını yaratarak diğer mimler arasındaki göreceli sıklığını arttırmasıdır. Bu sayede, bazı mimlerin göreceli sıklığı artar, diğer mimlerin göreceli sıklığı azalır. Göreceli sıklığı artan mimin işaret ettiği fikirler yaygınlaşır.

Mimler bir kültüre ilişkin her türlü özelliği kendisi içerisinde barındırır. Semboller, diller, kavramlar, kelimeler, alışkanlıklar, ritüeller, gelenekler, görenekler ve doğal olarak mimikler (meme kelimesi ile mimic kelimesi aynı kökten gelir) ile o kültüre ait ne varsa mimler yoluyla sonraki kuşaklara aktarılır. Bireyler, bu mimler sayesinde o kültürün parçası haline gelir. Bireyler, mimler sayesinde inşa edilirler. Bu nedenle, bir kültüre ait bireyler birbirine benzerken, bu bireyler farklı kültürlere ait bireylerden ayrışır.

Ankara Üniversitesi’nin Cebeci Kampüsü’nde bir talebe olduğunuzu düşünün. Bu mekânda bulunarak ve diğerleriyle temas ederek bir fikri temellük sürecine dahil olursunuz. Mülkiye’nin dersliklerinde, seminer salonlarında ve kantinlerinde tartışmaya girdiğiniz diğer akademisyenler ve öğrenciler ile sizin aranızda süren “çatışma” aslında sizin anlam dünyanızı oluşturan fikirlerin karşınızdakilerin anlam dünyasını oluşturan fikirlere üstün gelme yarışıdır.

Nedir bu fikirler? Ankara Üniversitesi’nin Cebeci Kampüsü’nde bulunanların anlam kümesini oluşturan fikirleri şu şekilde sıralayabiliriz: Sosyal devlet, piyasalar, insan hakları, fikri mülkiyet hakları, hukukun üstünlüğü, sınıf çatışması, Atatürkçülük, sosyalizm, azınlık siyaseti, haber etiği, dinler tarihi, anayasacılık, evrim kuramı, neoklasik iktisat kuramı, Habermas, Wittgenstein, Arendt, Weber, Marks,
Smith, Çayan, devrim kuramları, neoliberalizm, İnek Bayramı, hukuk bayramı, işgal hareketleri, muhasebe kuramları, ALES, YÖK, LGS, TOEFL, ÖGB, TGB, inek duası, alt kantin, arka bahçe, Siyasal Kafe, Beta Kopi, Kurtuluş Metrosu, Cebeci, Kızılay, Kiler, Çağdaş, İş Bankası, Küçük Amfi, Sütunlu Salon, Geyikhan, Züppe, 227, 49, 72, 1859, akvaryum, Sulhi, Recep Amca, Çatı, Merkez, Cankatan … ve daha niceleri. Mülkiyeli akademisyenler, öğrenciler, memurlar ve ziyaretçiler bu kampüste bulunarak, aslında, bu fikirlerin empozasyonuna tabi olmaktadır. Kampüsteki herkes bu fikirlerin ya hepsine ya da bir bölümüne kendi anlam dünyalarında yer verir. Tartışmalar, dersler, selamlaşmalar ya da hiçbir etkileşimin içerisine girmediğinizi zannettiğiniz her an (örneğin binalar arasında yürürken dahi) bu fikirlerin empozasyonu altındasınızdır. Her birimiz bu fikirleri kullanarak farklı anlamlar yaratırız. Bazen bu anlamları yıkarız ve yenilerini kurarız. Anlamlar yok olabilirler ancak fikirler değişmeden kalma ve kendi kopyalarını diğer anlam kümeleri içerisine dahil etme eğilimi içerisindedir.

Eğer fikirler tarihiyle yakından ilgiliyseniz, bazı fikirlerin uzun tarih dönemleri boyunca kimse tarafından kullanılmadan kaldığını, yani bu fikirlerin sessiz birer gen gibi varlıklarını sürdürdükleri ve ortaya çıkmak (daha doğrusu göreceli sıklığını tekrar arttırmak) için en uygun koşulu kollamak üzere pusuya yattığını gözlemlersiniz. Aynen kahverengi gözlü bir çiftin mavi gözlü bir evlat dünyaya getirmesi gibi, sessiz bazı fikirler hiç beklenmedik bir anda tekrar ortaya çıkabilir. Konudan çok az da olsa sapmak pahasına, iktisat tarihinden bir örnekle açıklayayım: İktisat tarihinde Thorstein B. Veblen, Clarence E. Ayres, John R. Commons gibi iktisatçıların öncülük ettiği kurumsalcı iktisat okulu Birinci Dünya Savaşı öncesinde başta ABD üniversiteleri olmak üzere birçok üniversitede yaygın olarak varlığını sürdürmüşken, İkinci Dünya Savaşı sonrasında neredeyse hiçbir üniversitede okutulmuyordu. Ancak 1980’lerin ortalarından günümüze gelen süreçte kurumsalcı iktisat okulu eski itibarını yeniden kazandı. Artık kurumsalcı anlam kümesi içinden birçok fikir yaygın bir şekilde derslerde okutuluyor, bu alanda kitaplar ve akademik makaleler yayımlanıyor. Uzunca bir süre sessiz kalan kurumsalcı fikirler, yaygınlığını arttırmak için gerekli entelektüel çevreyi bulmuşa benziyor.

Bazı fikirler zaman içerisinde dönüşür, diğer bazılarıysa tamamıyla yok olur. Bu süreç çeşitli fikirler içerisinden “en güçlü” ya da “en doğru” olanın seçilmesi yoluyla meydana gelmez. Fikirlerin evrimi, zorunlu olarak hatalı yorumların elenmesi sonucunu doğurmadığı gibi, “en güçlü” ya da “en doğru” fikrin varlığını devam ettirmesini de sağlamayabilir.

Fikirler dünyasında rekabet, bir fikrin kendi kopyasını diğerlerinden daha hızlı bir şekilde yapması sürecidir. Kendi kopyasını daha hızlı bir şekilde yapan fikirler, bir tür imtiyaz kazanır. Bu imtiyaz, o fikrin yaygınlaşması ve egemen hale gelmesidir. Örneğin bugün kimse “1960 Devrimi”nden bahsetmiyor. Oysa 1960’lı yıllarda bu kullanım “çok güçlü” ve “çok doğru” idi. “Sekülerlik” ve “toplumsal dönüşüm” fikirleri bu olay neticesinde yaygınlaşmıştır. Artık kimse böyle düşünmüyor. Yani “1960 Devrimi” anlamını yitirdi, çünkü “sekülerlik” ve “toplumsal dönüşüm” fikirleri kendisini çoğaltmayı başaramadı. Yine Cebeci Kampüsü örneğinden hareketle, bugün “üssü mizan” dense birçok kimse bu kavramın anlamını bilmez. Bu “güçlü” not sistemi artık varlığını yitirmiştir, mülkiyeli birçok öğretim görevlisinin bu sistemi geri getirme çabasına rağmen.

Elbette, bir anlam kümesinin tamamen ortadan kalkmış olması, o anlam kümesini oluşturan fikirlerin hepsinin tamamen ortadan kalktığı anlamına gelmez. Önemli olan, fikirlerin kendileri için gerekli çoğalma çevresini yaratmaktır. Yani anlam kümeleri birçok fikri ortak kullanabiliyor olabilirler. Bir anlam kümesini diğerinden ayıran, o anlam kümesini oluşturan fikirlerin özgün kompozisyonudur. Başka bir ifadeyle, hayatta kalmayı başaran anlam kümesi, bunu, kendisini oluşturan fikirlerin özgün kompozisyonunu koruyarak (yani aynı fikirlerin göreceli sıklığını aynen devam ettirmeyi başararak) sağlamıştır. Rakip anlam kümeleri ise, kendilerini oluşturan fikirlerin özgün kompozisyonunu koruyamayabilir. Bu durumda, anlam kümelerinden oluşan entelektüel çevrenin içeriği dönüşmeye başlar. İşte, anlamın ya da lügatın evrimi derken tam olarak rakip anlam kümeleri arasındaki değişen ilişkiselliği kastediyoruz.

Mülk ve Mülksüzleştirme

Görüldüğü gibi, doğal seçilim sadece yaşayan doğada hayatta kalma yarışında olan türlerin içerisinde olduğu bir süreç değildir. Doğal seçilim, kültürel alanda da çalışır. Seçilim sürecinde kendi kopyasını diğer mimlerden daha fazla yapan mimler bireylerin fikri dünyasını şekillendirir. Bir bireyi diğer bir bireyden ayıran en önemli özellik, o bireyi inşa eden fikirlerin, yani mimlerin göreceli kompozisyonunun diğer bireyi inşa eden fikirlerin, yani mimlerin göreceli kompozisyonundan farklı olmasıdır. Aynı şekilde, bir kültürü diğer kültürlerden ayıran en önemli özellik, o toplumu inşa eden mimlerin, yani fikirlerin göreceli sıklığının diğer kültürleri inşa eden mimlerin göreceli kompozisyonundan farklı olmasıdır. Aslında bireyler ve kültürler ile aynı kültür içindeki kuşaklar arasındaki rekabet, bir mim savaşıdır (Kalle Lasn ve Adbustes 2014).

Temellük zorunlu olarak devlet mülkünün sosyal, iktisadi ve fikri hayatı işgal etmesi demek değildir. Ferdi mülkiyet ve müşterekler de temellük sürecinin konusunu oluşturabilirler. Örneğin, 1970’lerden bugüne kadar dünyadaki ve Türkiye’deki özelleştirme süreci ferdi mülkiyetin, devlet mülkünü ve müşterekleri iktisadi hayattaki işlevini daraltma ve hatta mülkü ve müşterekleri tamamıyla devre dışı bırakma süreci olarak anlaşılabilir. Benzer şekilde, ferdi mülkiyetin ya da devlet mülkünün konusunu oluşturan bazı mallar da müşterek haline getirilebilir. Örneğin, doğal parklar ya da okyanus tabanları maddi hukuk yoluyla müşterekleştirilmiştir. Oysa doğal parkların ya da okyanus tabanlarının müşterek olmasını sağlayan herhangi bir doğal süreç bulunmamaktadır; doğal parkları oluşturan açık araziler ve okyanusları oluşturan dünya yüzeyi, günümüz hukuk doktrininin bir sonucu olarak ferdi mülkiyete ya da devlet mülküne tabi hale getirilemezler.

Temellük sürecinde her zaman mülkiyet hakkını elde eden bir kesim ya da sınıf bulunur. Her ne kadar temellük süreci bir başkasının mülksüzleştirilmesi anlamına gelmese de, günümüz koşullarında temellük süreçleri büyük ekseriyetle bazı kesimlerin ya da sınıfların mülksüzleştirilmesine yol açar. Örneğin Türkiye’de Eylül 2013’ten bu yana internet üzerinden açık erişim hizmeti veren Mülksüzleştirme Ağları, 500’e yakın projenin ki bu projeler arasında İstanbul Kuzey Ormanları’nı talan eden 3.Havalimanı projesi, Tarlabaşı ve Sulukule sakinlerini yerinden eden kentsel dönüşüm projesi ve Hasankeyf’i sular altında bırakacak Ilısu Barajı projesi de bulunuyor; temellük sürecine ilişkin ayrıntılı bilgiler sunuyor. Mülksüzleştirme Ağları, çoğunlukla, müşterek olan malların hükümet eliyle (çoğunlukla TOKİ ve Emlâk Konut aracılığıyla dağıtılan imtiyazlarla) ferdi mülkiyete dönüştürülmesinin en ayrıntılı analizini sunması açısından çok önemli bir kaynak. Kendisi de bir müşterek mal niteliğini haiz bu projeyi http://mulksuzlestirme.org adresinden takip etmek ve katkıda bulunmak mümkün.

Bu durumda, özelleştirme süreci, devletin bizzat içerisinde olduğu bir temellük sürecidir. Bu süreç içerisinde, mülkün alanı, hükümetin aldığı inisiyatif sonucunda ferdi mülkiyet lehine daralır. Ancak bu daralma, aslı itibariyle, devlet aklının hakimiyet alanını genişletme projesidir. Özelleştirme ve deregülasyon süreçlerinin yaygın olduğu neoliberal dönem, aynı zamanda, mülkün de güç kazandığı bir dönemdir. Yani ferdi mülkiyete tabi mal ve hizmetlerin yaygınlaşması, devletin küçülmesi ve ortadan kalkması süreci değildir. Kendimizi kandırmayalım! Neoliberal dönemde devlet, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar güçlenmiştir. Bu dönemde, mülk kaybetmedi. Müşterekler yağmalandı, yağmalanmaya devam ediyor. Her ne kadar Mülkiye’de özelleştirme ve deregülasyon karşıtı görüşler dile getirilmiş olsa bile, devlet aklının inşasında en önemli rolü 1960’lı yıllardan 2000’lere kadar en layıkıyla sürdüren Mülkiye, sürecin gerçekleşen sonuçları dikkate alındığında, neoliberalizme doğrudan katkı sağlamıştır. Yani Mülkiye, mülkün kendisinden beklediğini yerine getirmiştir. Bu sonuç bazı okuyucular için çelişkili görünüyor olabilir. Bu yazı dizisinde demeye çalıştığım da bu zaten: Mülkiye’nin tabuları bir defa açığa çıkmaya görsün. O andan itibaren şaşırmamak elde değil!

Tehlikenin Farkında mısınız?

İşte önce Mülkiye’nin sonra Türkiye’nin cumhuriyet döneminden bu yana sakladığı en büyük tabu budur: Fikirlerin (yani ideallerin) mülkleştirilmesi. Gerçekten de, Mülkiyeli liberaller dahi devletin toplumsal ve iktisadi hayattaki rolüyle ilgili olarak hoşgörülü ve olumlayıcıdır. Mülkiyeli entelektüeller, büyük ekseriyetle, devlet olmadan bir toplum inşasının mümkün olamayacağını savunurlar. Mülkiyeli sosyalistlerin ve kendisini siyasal İslam’a yakın hisseden Mülkiyelilerin mülk konusundaki hoşgörülü ve olumlayıcı tavrı, bir yere kadar, anlaşılabilir.

Ama ya liberaller?

Mülkiye, Türkiye’nin 1:800.000 ölçeğindeki modelidir, aynen Sütunlu Salon’daki kabartma haritası gibi. Eğer Mülkiye gibi “basit” bir modeli anlamaya çalışmazsanız, Türkiye’yi “karmaşık” bir olguyu anlama şansınız yoktur. Türkiye siyasi ve fikri hayatında olan biten ne varsa, onun küçük bir ölçeği Mülkiye’de gerçekleşir. 1940’lardan günümüze Mülkiye’de fikirlerin mülkleştirmesi süreci yaşanıyor. Bu süreç, birçok tabuyu da fikri hayatımıza dayatıyor ve bu tabuların etraflıca sorgulanmasını çeşitli yollarla engelliyor. Aynen Sütunlu Salon’da yer alan kabartma haritada Dersim’in (Tunceli’nin) gösterilmemesi gibi, bu süreç, birçok yaşanmışlığın hafızalardan silinip alınması pahasına sürüyor. Yani 1940’lardan bu yana, önce Mülkiye’de sonra Türkiye’de yaşanan temellük süreci bir mülksüzleştirme projesi şeklinde devam ediyor. Bu koşullar altında, devlet, her ne kadar sürekli olarak Mülkiye ile kavga ediyormuş gibi görünse de, Mülkiye’den vazgeçemez. Birçok Mülkiyeli de mülkten vazgeçecek gibi görünmüyor. Ancak bazı Mülkiyelilerin devletsiz çözümlerin fikren mümkün olduğuna inanması gerek. Mülkiyelilerin “hür teşebbüs” konusundaki sorgulayıcı tavrını ben de sahipleniyorum. Ancak Mülkiyelilerin mülke zihnen bağımlı olmasından ötürü gururluyum diyemem. Devletin toplum ve ekonomi alanından çıkarılıp atılmasının, en azından kısa dönemde, sadece bir hayal olduğunun bilincindeyim. Yine de bir yerden başlamak gerek. Müştereklerin inşası bize bir kapı aralamış durumda. Eğer Mülkiye’de müştereklerin fikri hayatın yeniden inşası için en önemli bileşen olduğunu anlatabilirsek, Türkiye’de müştereklerin yağmalanması sürecinin de önüne geçebiliriz. Dediğim gibi, Türkiye’yi anlamak istiyorsak, 1:800.000 ölçeğindeki Mülkiye’yi anlamak gerekir. Gerisi kolay olmayabilir. Yine de bu daha başlangıç…

Kaynakça

– Dawkin, Richard. 2014 [1976]. Gen Bencildir. Çev.:Tunç Tuncay Bilgin. İstanbul: Kuzey Yayınları.
– Lasn, Kalle ve Adbusters. 2014 [2012]. Mim Savaşları: Neoklasik İktisadın Yaratıcı İmhası. Çev.:M. Erol, Y. Göktürk ve Y. Atılgan. İstanbul: Metis Yayınları.
– Mülksüzleştirme Ağları. http://mulksuzlestirme.org.Erişim Tarihi: Eylül 2017.

 

 

Bir cevap yazın