“Ortak Olanın” Keşfi Geliştikçe Demokrasi Taleplerimizin Dayanağı da Genişliyor – İlhan Tekeli (İTD 97)

New York City  Vintage  - skeeze / Pixabay

I.Giriş

1960’lı 1970’li yıllarda toplumu kavrarken, onu kamu ve özel kesim alanı olarak ikiye ayırıyorduk. Bu nedenle de toplumu kavrayışımız devlet ve piyasa mantığı içine, başka bir deyişle ikili bir mantığa hapsolmuştu.  Özel kesim denilen alanda özel mülkiyet hâkimdi; kapitalist üretim ilişkileri içinde, piyasa için piyasa malları ve hizmetleri üretiliyor ve kapitalist birikim gerçekleştiriliyordu. Karar vericiler kapital sahipleriydi. Ama bir toplumsal sisteminin problemlerle karşılaşmadan sürdürülebilmesi, sadece özel kesimin üretimiyle gerçekleştirilmesi olanaklı değildi. Aynı zamanda kamusal kesimin kamu mal ve hizmetleri üretmesi gerekiyordu. Bu kesime ilişkin kararlar ise temsili demokrasinin kurumsallaşmış mekanizmaları içinde oluşmuş kamu bürokrasisinin aktörleri tarafından veriliyordu.

Toplumun böyle iki kesimli ve iki ayrı mantıklı olarak düşünülmesi, bu iki kesimin birbiriyle ilişkisinin nasıl kurulduğu/kurulması gerektiğini siyasal ideolojilerin temel sorunsalı haline getirmiştir. Bir bakış açısına göre esas hâkim olan kamu/devlet kesimidir. Bir topluluk olmanın gerektirdiği, altyapılar ve hizmetler devlet tarafından üretilmekte, sistemin sürdürülebilmesi için gerekli regülasyonlar bu kesim tarafından geliştirilmekte, özel kesim ancak bu çerçeve içinde faaliyetlerini sürdürmek durumundadır. Bir başka bakış açısına göre ise sistemin kendisini yeniden üretmesini esas olarak belirleyen özel kesimdir. Kapitalizmin gelişme dinamiği içinde, bu kesim siyaset süreçlerini etkileyerek, kamu kesimindeki kararların özel kesimin çıkarları doğrultusunda gelişmesini sağlamaktadır.

Uzun süredir, toplumun bu şekildeki ikili temsili üzerinden gelişen siyasal düşünce, ortak olanın keşfiyle toplumun temsilinin üç ögeli hale gelmesi sonucu yeniden biçimleniyor. Bu yazı da temelde, toplumun üçlü temsilinin gelişmesi sonrasında, siyasal düşüncede ne tür bir değişmenin olabileceği ve nasıl bir içerik kazandığı tartışılacak, daha sonra “ortak olanın” üçlü bir temsilin yeni bir ögesi olarak kabul etmemizin siyasal düşünceyi nasıl etkilediği, özellikle demokrasi talebini nasıl etkilediğini ele alınacak. Sonunda da, bu konuda yapılacak çözümlemelerin, kent planlaması ve yerel yönetimler bakımından anlamı ele alınacaktır.

II.“Ortak Olan” (Müşterek) Kavramının İçeriği ve Gelişimi

“Ortak olanlar” (commons, müşterekler) genel bir terim olarak, her paydaşın eşit paylaştığı ortak bir kaynak kategorisini ifade etmek için kullanılmaktadır. Hayvan otlatılan meralar, balık avlanan denizler, komünite ormanları bu kategori içinde yer almaktadır. Toplumlarımızda kaynaklar üzerindeki “ortak mülkiyet” kategorisi çok uzun dönemlerden beri kurumsallaşmış bir düzeyde bulunmaktadır. Roma hukukunda “res communis” herkese ait olan ve herkes tarafından kullanılan şeyleri ifade etmek için kullanılmıştır.

Bu kavram, çevrecilik hareketi içinde yeni anlamlar yüklenilerek kullanılmıştır. Çevrecilik hareketinin önemli dönüm noktalarından biri olarak görülen Garret Hardin’in “Tradegy of Commons” (1968) (Ortak Olanın Trajedisi)[1] yazısında ortak mülkiyet aşırı kullanımların, dolayısıyla kaynakların tahribinin bir nedeni olarak ele alınmıştır. Böyle bir ele alışta, çevrenin/kaynağın korunmasının yolu ya piyasa mekanizması ya da devlet mantığı içinde bulunmaya çalışılmakta, iki mantık içine hapsolunma aşılamamaktadır. Bu konuda dönüm noktası Elinor Ostrom’ın Governance of Commons (Ortak Olanların Yönetişimi, 1990) kitabıyla geldi[2]. Elinor Hardin’in yazdığının tersini yazıyordu. Her ne kadar, dünyanın ekilebilir toprakları, ormanlar, temiz su ve balık kaynaklarının hepsinin sonlu olmasına karşın, bu kaynakları tüketmeden/tahrip etmeden ve insanları onlar için çatışmaya sokmadan, onların kullanılmasının ve bakımının olanaklı olduğunu gösterdi. Bu çalışmayla devlet ve piyasa devlet mantığına hapsolmak istemeyen bir düşüncenin tohumu atılmış oldu. Sürdürülebilir dünyada ortak kaynakların kullanımı için devlet ve piyasa mantığının dışında bir yol olduğu gösterilince, dünyanın temsilinde de iki öge ile yetinilemeyeceği, “ortak olanın” da katılmasıyla üçlü temsile geçilmesinin gerekliliği ortaya çıkmış oldu.

Ostrom “ortak olanın” üçüncü öge olarak ele alınışını yeniden kurgularken doğal kaynaklardan yola çıkmıştı. Ama çalışması sırasında “ortak olanın” kapsamını genişletti. Hess ve Ostrom (2006)[3] “ortak olanı” kaynakların ötesine bilgi alanına taşıdı. Bilgi alanına ortak olanlar gibi davranan karmaşık ekosistemler olarak yaklaştılar. Bu alan da bir anlamda toplumda bölüşülen bir kaynak gibi ele alınıyordu. Bu genişleme, “ortak olanlar” kültürel ve entelektüel alanlar boyunca yayıldı; müzik, sanat, tasarım, TV, radyo, software alanında örnekleri yaratıldı. Günümüzde belli bir komünitede kolektif olarak üretilen ve sahip olunan bilgi kaynakları dijital “ortak olanlar” olarak gelişiyor.

Günümüzde, bu bağlamda “kentsel ortak olan” kavramı gelişiyor.  Kentin “ortak olanların” niteliğine sahip olduğunu söylemek için, öncelikle açık ve herkes tarafından bölüşülüyor olması gerekiyor. Kentler kurumsal olarak yüksek düzeyde regüle edilmiş, kurumsal bir yapı içinde ortaya çıkan toplumsal süreç içinde oluşmuş, alt yapılarıyla ürettiği kentsel hizmetlerle orada kompleks bir olanaklar sistemi sunmaktadır.

İnsanların bir araya gelerek yarattığı kentler nasıl bir “ortak olan” (commons) niteliğini yaratıyorsa, tarihin kendisi de bir “ortak olan”dır. Tarih bize binlerce yıldır kendi varlığını ortak olma prensibine (commoning) göre organize ettiğini gösteriyor.

Kapitalist sistemin devlet etkinliğini kullanarak “ortak olanın” alanını kurumsal düzenlemelerle daralttığını gözlemliyoruz. Örneğin, ABD’nin öncülüğünde tüm dünyada uygulanması zorlanan “fikrî mülkiyet hakları”, bir “ortak olanlar” alanını, hiç olmazsa belli süreler için özel mülkiyet konusu haline getirmekte, bu alanda kapitalist ilişkileri sürdürebilmesini sağlamıştır. Tabii “ortak olanların” alanlarının genişletilmesi de söz konusu olabilecektir. Bu ise bir yandan, yeni “ortak olanlar” kavramlarının geliştirilmesi, öte yandan özel ya da kamu mülkiyetine alınan alanların geri alınmasıyla olacaktır. Daha önemlisi günümüzde serbest software’den, dayanışma ekonomisi hareketi içinde sürekli olarak üretilenlere kadar yeni ortak olanların üretilmekte olmasıdır. Sürekli genişleyen bir “ortak olanlar” olgusuyla karşı karşıya bulunmaktayız.

Burada “ortak olanlar” alanlarının üçüncü temsil ögesi olarak çözümlemelere katılmasıyla, toplumsal ilişkilerimizde, kapitalist ilişkilere bir seçenek yaratmak istiyoruz. Biz yarışma ilkesinin hâkim olduğu ilişkiler yerine kolektif dayanışmanın hâkim olduğu bir ilişkiler biçiminin güçlenmesini istiyoruz. Böyle bir gelişmenin yaşanması için ortak olanların (commons) kapsamının yeniden tanımlanması gereği ortaya çıkmaktadır.[4]

  • “Ortak olanlar” dıştan verilmiş değil, üretilmiş olandır. “Ortak olanları” temelde sadece materyal olanlar üzerinden düşünmek yanlış olur; bunun içinde sosyal ilişkiler, kurucu pratikler vb. bulunur. Toplumun yeniden üretiminin kolektif niteliği ve yeniden üretim araçları da bunun içinde yer alır. “Ortak olanların” bizim yaşamımızı yeniden üretimini garanti altına alabilmesi için de tek başına materyal olmayan ortak olanlara dayandırılması yetersiz olur. Aynı zamanda su sistemi, toprak, orman vb. materyal olanları da içermesi gerekmektedir.
  • “Ortak olanlar” ticaret dışı amaçlarla kullanılabilecek “ortak serveti” (common wealth) oluşturmalıdır.
  • Günümüzde, birbirini güçlendirecek olan kamusal olanla “ortak olanın” inşasındaki mücadeleyi yaşıyoruz. Kamusal olan ürettiğimiz zenginliktir, ona yeniden sahip çıkmamız gerekiyor.
  • “Ortak olandan” söz edebilmemiz için bir komüniteye referans vermemiz gerekir. Ama bu durumda söz konusu olan komünite ayrıcalıklı bir kimlik iddiası üzerinden değil, ortak olanın ya da ondan elde edilenin yeniden üretilmesi veya bakımının gerçekleştirilmesi üzerinden tanımlanması gerekmektedir.
  • “Ortak olanlar” (commons) için, bu bölüştüğümüz zenginliğin nasıl kullanılacağı ve bakılacağı konusunda, kuralların konulmuş olması gerekir. Temel yönetici kurallar, komünitede herkesin eşit erişebilirliği, alınan ve verilenin karşılıklığı, kararların kolektif olarak verilmesi, gücün aşağıdan yukarıya doğru kurulması diye sıralanabilir. Kısacası “ortak olanlar” alanının kurallarının temelini, yeniden üretimin araçlarına eşit erişim ve eşitlikçi karar mekanizması oluşturmaktadır.

“Ortak olanları” yalnız ürettiğimiz kaynakları eşitlikçi olarak bölüştüğümüz yeniden üretim araçları olarak değil, aynı zamanda da, kolektif bir özne yaratmaya, yaşamın her cephesinde ortak çıkarı gerçekleştirmeye dönük bir adanmışlık olarak düşünmemiz gerekir.

III. Ortak Olanın Bir Üçüncü Öge Olarak Gelişmesi Demokrasi Konusunda Ne Tür Yeni Açılımlar Getiriyor

Günümüzün temsili demokrasileri yurttaşlarının yönetimine katılmasının yolunu açmıyor. Yönetimde genellikle bir grup elitin oluşturduğu oligopolist karar yapıları yurttaşların tercihlerini kolayca bir kenara itebiliyor. Gerçek bir demokrasinin yokluğu, ekonominin temel ekonomik sorunlarının ve çözümlerinin, toplumun kamu alanının gündemine girmesini önlemektedir. “Ortak olanlar” alanının genişlemesi, toplumdaki piyasa mantığına ve devletin hiyerarşik karar verme biçimlerine karşı bir direnci ortaya çıkarmaktadır. Ortak olan, bir önceki bölümde gördüğümüz üzere kolektif olarak üretilen, ortak olarak sahip olunan, eşitlikçi olarak kullanılan bir kaynak ya da sosyal ilişki, hiyerarşik ya da piyasa mantığıyla karar vermeyi anlamsız hale getirmektedir. Karar verme gücünü demokratikleştirmektedir. “Ortak olma”nın mantığı kendi kendini yönetmeyi ve yatay ilişkiler içindeki yönetişimi gerekli kılmaktadır.[5]

Biz “ortak olan” ilkelerine göre yöneteceğimizi söylediğimizde,  otomatik olarak radikal demokratik pratiklerini, kendi kendini yönetimi, yatay ilişki kurma biçimini, yerindenlik ilkelerini uygulamaya koymuş oluyoruz, öte yandan toplumsal gücü yaygınlaştıran kolektif mülkiyet, özgürlük ve eşitliğin kapsamını da genişletmiş olmaktadır. Bu da toplumda dönüştürücü bir baskı yaratmaktadır denilebilir. “Ortak olanlar” (commons)  mülkiyet ve yönetişim ilkelerini harekete geçirdiği için ekonomi ve siyasal alanlar arasındaki suni ayrım yok olmaktadır.[6]

Toplumun üçlü temsilini kabul ettiğimizde ilk bakışta devlet, piyasa ve ortak olanların barış içinde birlikte var olacağını kabul etmiş olmaktayız.  Üçlü temsilde, yine temsili yönetişim mekanizmaları içinde oluşacak devlet otoritesini piyasa ve ortak olanlar karşısında yeniden konumlandırırken, kamu varlığını yönetmeyi sürdürecektir. Özel kesim, kapital sahibi olarak, piyasa için piyasa mal ve hizmet üreteceklerdir. Ortak olanlar alanında yapılan üretim bir güvence ve sosyalleşmenin kaynağı olacaktır. Bu üç kesim arasında bir iş bölümünün varlığının söylenmesi aralarında önemli bir yarışmanın/gerilimin görmezden gelinmesine neden olmamalıdır. Özel kesim, devletin kurumsal düzenlemelerinden yararlanarak, “ortak olanlar” alanını, özel mülkiyet konusu haline getirerek, kapitalist ilişkileri sürdürmeğe çalışmaktadır. “Ortak olanlar” konusunda toplumda bilinçlenme arttıkça, bu bir siyasal harekete dönüştükçe, bu alan da toplumda mülkiyet içine alınmış alanları geri almaya çalışacaktır. Üçlü temsilin devlet dışındaki iki ögesi arasında bir gerilim bulunacaktır.  “Ortak olanlar” alanı piyasa için mal ve hizmet üretebildiği gibi emeğin istismarına olanak vermeyen biçimde bir üretim biçimi olarak da gelişme eğilimi taşıyacaktır.

IV.Kentin Ortak Olan Olarak Kentin Planlaması ne Yönetimine Ne Getiriyor?

Bir kentin yaşam kalitesinin yüksekliğinin önemli ölçüde bir komünite niteliği kazanmasına bağlı olduğu bilinmektedir.[7] Bu nedenle günümüz yerel yönetimleri yalnız kentin fiziki biçimlenmesini denetlemekle, kentlinin kullanacağı altyapı ve hizmetleri üretmekle yetinmemekte aynı zamanda bir komünite niteliği kazanması konusunda sorumluluklar yüklenmektedir.

Ostrom “ortak olanın” yönetişimini geliştirerek toplumlarının yönetimi için yeni bir yol açarken sıkı örgülü bir komünitenin varlığı kabulünden yola çıkıyordu. Söz konusu komüniteden olanın kolayca ayrıldığı, sosyal kontrol/monitoring’in bulunduğu ve cezalandırma/ödüllendirme mekanizmalarının çalıştığı varsayılıyordu. Bu komünitenin kendini yönetim hakkı bulunmaktadır. Ostrom bize/dünyaya, böyle bir komünitede “ortak havuz kaynaklarının” yönetiminin, kooperasyona ilişkin görev ve sorumlulukların  esnek ve yazılı hale getirilmesi halinde düşük maliyetli çözümlerle gerçekleştirilebileceğini  göstermiştir.

Kentin bir “ortak olan” olarak görülmesi için açık, herkes tarafından bölüşülen bir kaynak olması gerekir. Bu bakımdan “ortak havuz kaynaklarına” benzer özelliklere sahiptir. Daha önce üzerinde durduğumuz üzere, değişik kaynakları bir araya getiren karmaşık bir sistemdir. Ayrıca bu sistemin ögeleri yüksek düzeyde regüle edilmişlerdir. Bir kentin, o kentin değişik ögelerinin toplamından daha fazla olduğunu söylediğimizde, işte o fazla olanın kent olma dolayısıyla oluştuğunu, esas ortak olanın da bu olduğunu ifade etmiş oluyoruz. Lefebvre’nin kentli hakkında söz konusu olan da bu bakış açısına dayanmaktadır.[8]  Bu da kentsel ortak olanların kolektif yönetiminin bir tür ağ yönetişimi halinde ele alınmasını gerektirmektedir.

Bu yaklaşım “Birlikte Kentler Projesi” (Co-Cities Project) içinde geliştirilmeye başlamıştır.[9]  Çevresel, kültürel, bilgi ve dijital üretimdeki kent kaynaklarının çeşitliliği üzerine kurulmuş çok merkezli bir yönetişim anlayışı içinde kurumsal ve sözleşmelere dayalı, kamu-özel-komünite ortaklığı içinde, birlikte yönetilme yolları geliştirilmeye çalışılmaktadır. Bu süreç içinde sosyal yenilikçilerin, kamu otoritelerinin, iş çevrelerinin, sivil toplum kuruluşlarının, bilgi üreten kurumlarının işbirliğini gerçekleştirmesi sağlanmaya çalışılmaktadır. Bu işbirliği düzenlemeleri yerel akranlar arasında, (a) kentteki yaşam kalitesinin artırılmasında toplumsal yeniliklerin geliştirilmesi, (b) yerel ekonominin gelişmesinde öncü rol oynayacak dayanışmacı ekonomin kurulması, (c) çöküntü alanlarında, orada yaşayanları dâhil eden, yeniden canlandırmayı sağlayacak, deneysel, fizikal, dijital, kurumsal platformlar oluşmasını sağlayacaktır. Bu platformlar etkin demokratik yönetişiminin doğurucuları haline gelecektir. Böyle bir ilişki mimarisi tabii pratik içinde şekillenecektir.

Kentsel “ortak olanların ağı” ya da kentsel kaynakların yönetişiminde bir dereceye kadar olan çok merkezlilik altında kentin devlet tarafından desteklenen bir işbirliği mekânı olan ortak olana dönüştüğünü görmeye başlarız.

V.Son Verirken

Sosyal medyanın gelişmişlik düzeyinin, günümüzde siyasal partilerin post-truth stratejileri uygulayarak, temsili demokrasinin kurumsallaşmış mekanizmaları içinde iktidar olabilmesinin örnekleri sürekli olarak çoğalıyor. Gerçek olan siyasal kamu alanında büyük ölçüde anlamını yitirmiş durumda. Temsili demokrasi kriz içinde bulunuyor. Bunun karşısında gelişen katılımcı demokrasi bir küçük grup demokrasisi olmayı aşamadığı için temsili demokrasinin yerine geçemiyor

Böyle bir ortamda toplumun temsilinde “ortak olanın” üçüncü öge olarak gelişmesi ve bunun yönetişimi konusunda yaşanan gelişmeler, bu yazıda ele aldığımız şekilde, demokrasi krizinin aşılması konusunda bir umut olarak ortaya çıkmış bulunuyor. Bu bakımdan “ortak olanlar” alanının sürekli genişlemekte olması, demokrasinin kalitesinin gelişmesi konusunda önemli bir dinamik yaratıyor.  Ama “ortak olanlar” alanının varlığı ve bu varlığın genişlemesinin tek başına yeterli olacağını söyleyemeyiz. Eğer toplumda “ortak alanları” kolektif olarak yönetme konusunda bir bilinç ve beceri oluşmamışsa, demokrasi konusunda ilerleme beklenemez. O halde yaşanacak olan “ortak olanların” trajedisi olur.

Kentliler onurlu yaşam hakkına sahip çıkıyorlarsa, kolektif yönetme bilinç ve becerisini geliştirmiş olmaları gerekir. David Harvey kentteki kamu alanları ve altyapılarının bir “ortak olan” oluşturmasının kentlilerin siyasal eylemde bulunması halinde gerçekleştiğini söylüyor. Ona göre Kahire’de Tahrir Meydanı, Atina’da Syntagma Meydanı birer kamu alanıdır; insanlar oraları kendi siyasal sözlerini ifade etmek için protesto mekânı olarak kullanılmaya başladıklarında bir kentsel ortak olana dönüşürler.[10] Kanımca protesto önemlidir ama yeterli değildir. Kolektif yönetme bilinci ve becerisi gelişmediyse sürdürülebilir olumlu bir sonuç almak olanaksızdır.

Son Notlar

[1] Garret Hardin: The Tragedy of Commons, Science,162, 1968, PP.1243-1248.

[2] Elinor Ostrom: Governing the Commons, The Evolution Of Institutions for Collective Action, Cambridge University Press, 1990.

[3] Charlotte Hess and Elinor Ostrom: Understanding Knowledge as a Commons, The MIT Press, 2006.

[4] Sheila Foster, Christian Laione: “Ostrom in the City: Design Principles fort he Urban Commons”, The Nature of Cities, 20 August 2017.

[5] George Caffentzis and Silvia Federici: “Commons Against and Beyond Capitalizm”, Community Development Journal, Vol.49, No.SI January 2014, pp i92-i105.

[6] Danijela Dolenec: “Expanding Democracy Through the Commons”, Open Democracy, 17 Mart 2016.

[7]  Bu konuda bkz: İlhan Tekeli: İzmir İçin Demokratik Bir Yönetim Modeli Önerisi, İzmir Akdeniz Akademisi, İzmir, 2018.

[8] Henri Lefebvre: “The Right to the City”, in Kofman, Elonore, Lebas, Elizabet: Writing on Cities, Wiley-Blackwell, Cambridge, Massachusetts, 1996, p.158.

[9] Sheila Foster, Christian Laione: Age.

[10] David Harvey:”The Creation of the Urban Commons”, Chapter.3 of David Harvey Rebel Cities. Verso, London, New York, 2012.

İlhan Tekeli 6 Kasım 1937 İzmir doğumlu, şehir ve bölge plancı ve sosyal bilimcidir. 1964 yılından beri planlama kuramı, göç coğrafyası, makro coğrafya, Türkiye’deki yerel yönetim tarihi ve ideolojisi, Türkiye’nin kentleşme deneyimi ve toplumsal sonuçları, Türkiye’nin modernleşme tarihi, Cumhuriyetin ekonomik politikaları, Türkiye’de siyasal davranışlar, STK’lar, demokrasi vb. konularda yayınlanmış 111 kitabı ve çok sayıda bilimsel yazısı vardır. Çok sayıdaki ödülleri arasında TÜBİTAK Hizmet, Sakıp Sabancı ve Vehbi Koç Ödülleri sahibidir.

Bir cevap yazın