Son Depremlerin Işığında Türkiye’nin Deprem Gerçeği – Süleyman Pampal


Bu ülke, dünyanın en güzel ülkesi; bu topraklar, en verimli toprakları; deprem ise yer kabuğunun doğal devinimi. Depremi felakete çeviren, bizim bilgisizliğimiz, umursamazlığımız, kaderciliğimiz. Kısaca cehaletimiz.

Anadolu, insanlığın ortaya çıkışından itibaren iklimi, verimli toprakları, maden yatakları vb. doğal zenginlikleri nedeniyle olsa gerek, insan toplulukları için çok önemli bir çekim alanı olmuş; çok sayıda toplum tarafından yaşam alanı olarak seçilmiş; yerleşim alanları ve kentler kurulmuş, mabetler yapılmış; medeniyetlerin filizlenip geliştiği bir yer olmuştur. “Medeniyetlerin Beşiği” tanımlaması da boş yere yapılmamıştır. Anadolu’nun depremler nedeniyle beşik gibi sallanmasına vurgu yapıldığı açıktır. Mezopotamya’da ortaya çıkıp gelişen insanlık tarihini yazanlar bu topraklarda yaşamış, izlerini bırakmış ve bir süre sonra da yok olmuşlardır. Bu yok oluşların da sadece salgınlar ve savaşlar nedeniyle değil, aynı zamanda depremlerle yıkılıp ortadan kalktıkları anlaşılmaktadır. Arkeolojik kazılarda karşımıza sıklıkla depremlerin yıktığı yerleşim alanı kalıntıları çıkmaktadır. Üstelik bu tür kalıntılar ülkenin her yerinde karşımıza çıkmaktadır. Bunun anlamını bugün çok daha iyi anlıyoruz; Türkiye’nin deprem tehlikesi altında olmayan tek bir santimetre karelik alanı yoktur.

Son yıllarda dünya çapında ses getiren çok önemli bir arkeolojik buluntu, Şanlıurfa yakınlarındaki Göbekli Tepe’de bulundu. Günümüzden yaklaşık 12.000-13.000 yıl öncesine tarihlenen ve insanlık tarihinin yeniden yazılmasına yol açacak kadar önemli olan bu keşif, öncelikle bilim dünyasını, aynı zamanda da tüm dünyayı heyecanlandırdı. Çoktandır gidip görmeyi planladığım Göbekli Tepe’yi de içine alan bir seyahati 2022 yılının Ağustos ayında gerçekleştirebildim. Adana, Osmaniye, Kahramanmaraş, Gaziantep, Şanlıurfa ve Adıyaman’ı içine alan geziyi birkaç arkadaşımla birlikte yaklaşık on günlük bir süre içinde yapma fırsatı bulduk. İyi ki de bulmuşuz çünkü bir daha asla göremeyeceğimiz pek çok şeyi son defa görmüş olduk. 6 Şubat pazartesi günü, saat 04.17’de meydana gelen, Kahramanmaraş Pazarcık üst merkezli 7,8 büyüklüğündeki deprem, Gaziantep Kalesi dahil pek çok tarihi yapıyı ve içinde insanların yaşadığı binlerce binayı yıktı geçti. Sonra 6,0 ve 6,6 büyüklüğünde beş altı artçı, ana şokta yıkılmayanları sallayıp hırpalarken, aynı gün, saat 13.24’te bu sefer yine Kahramanmaraş Elbistan üst merkezli 7,6 büyüklüğündeki deprem geride kalanları yıkarak yüzbinlerce canı, moloz yığını haline gelmiş olan yüz karası inşaat kalıntılarının altına gömdü. Son yüzyılda, bu topraklarda yıkıma yol açan üç büyük depremden ikisi aynı gün, dokuz saat arayla meydana geldi. Yıllardır kırılacak, çevresini yıkıp geçecek diye bas bas bağırdığımız Doğu Anadolu Fayı, Kahramanmaraş Pazarcık’tan kırılmaya başladı ve hem kuzeye Adıyaman’a doğru ve hem de güneye Hatay’a doğru yaklaşık 400 km boyunca kırıldı. Fayın doğusunda kalan Güneydoğu Anadolu bölgesini de içine alan Arap Plakası kuzeye, fayın batısında kalan Anadolu Plakası güneye doğru kayarak birbirinden yaklaşık 8 metre uzaklaştı. Üç levhanın (Afrika, Arap ve Anadolu Levhaları), dünya ölçeğinde çok büyük fayların kesiştiği kavşakta, düğüm noktasında bulunan Kahramanmaraş, ilçeleri ve köyleriyle birlikte en çok yıkıntıya uğrayan kent oldu. Hatay ve Adıyaman da benzer akıbeti paylaşırken, Gaziantep, Şanlıurfa, Diyarbakır, Malatya, Osmaniye ve Adana da bu depremden paylarına düşeni aldılar. Bu büyük depremi izleyen saatlerde yıkıcı mertebeye ulaşan artçılar hasarın katlanmasına yol açarken 9 saat sonra Doğu Anadolu Fayı’na batıdan yaklaşan ve onu kesen Sürgü Fayı, Elbistan yakınlarında kırılmaya başladı ve Pazarcık-Elbistan- Göksun hattında yaklaşık 200 km boyunca kırılarak 7,6 büyüklüğünde çok yıkıcı ikinci depremi doğurdu. Bu derecede iki büyük depremin aynı günde olması, aynı ilin iki ilçesinde olması, eşi benzeri görülmemiş bir doğa olayı olarak yüz binlerin canını alırken bir o kadar insanın da yaralanmasına neden oldu. Tüm ülkenin kalbine bir ateş salarken, sırtına dağlar kadar büyük bir yük yükledi.

Bu iki büyük depremin olduğu bölgede (Gölbaşı-Türkoğlu Segmenti) 1114 yılında meydana gelen depremde, dönem tarihçilerinin kayıtlarına göre 40.000 can kaybı olmuş, Maraş, Antakya, Kozan (Sis) Adana ve tüm Çukurova büyük yıkımlara uğramış. Aynı yerde 1513 yılında benzer kayıplara yol açan yıkıcı bir deprem daha var ve 510 yıldır suskun kalan bölgede biriken muazzam enerji, 6 Şubat günü 7,8 büyüklüğünde bir depremle Maraş, Adıyaman ve Hatay’ı yerle bir etti. Diğerleri ise üstüne tüy dikti… Hatay’a gelince; M.S. 526 yılında meydana gelen deprem, taş taş üstünde bırakmamış, depremi yaşayan tarihçi Procopius, 200.000-300.000 can kaybından bahsederek, depremi “Kozmik Felaket” diye adlandırmıştır. Hatay, daha sonra 1822 ve 1872 yıllarında 7,5 büyüklüğünde iki depremi daha yaşayarak yıkılmıştır. Tüm bunları biliyorduk ve Kızıldeniz’den, Akabe Körfezi’nden başlayıp, İsrail, Lübnan ve Suriye’yi kat ederek, Ölü Deniz üzerinden Hatay civarında Türkiye topraklarına giren Ölü Deniz Fayı, Kahramanmaraş civarında yukardan Karlıova’dan başlayıp, Bingöl, Adıyaman üzerinden Maraş’ı geçip İskenderun Körfezi’ne doğru uzanan Doğu Anadolu Fayı’na bağlanmaktadır. Yarıdan fazlası bizim topraklarımızda bulunan bu fayın uzunluğu yaklaşık olarak 1000 km’yi bulmaktadır ve Arap- Afrika ve Anadolu Plakalarının sınırını oluşturmaktadır. İşte bu nedenledir ki tarihsel dönemde hem Türkiye’de ve hem de Orta Doğu’da çok yıkıcı depremlere kaynaklık etmiştir. Bilinen bu gerçekliği göz ardı ederek felakete davetiye çıkarıldığı orta yerde duruyordu ve tarafımızca yapılan sürekli uyarılara rağmen olumlu adımlar atılmıyordu. Şimdi tüm toplum olarak yediğimiz tokatın etkisiyle bir takım adımların atılması zorunlu hale gelmiştir ama bedeli ağır, ödeyeceğimiz maddi ve manevi fatura çok büyük olacaktır. Yaşadığımız olaylardan ders çıkarmadığımız gerçeğini bir kez daha yüzümüze vuran bu felaket, son seksen yılda yaşadığımız ama ders almadığımız 20. felakettir. Deneme-yanılmayla bile öğrenemiyoruz. Bu durumda hiç bilinmeyen yeni bir öğrenme yöntemi aramak gerekiyor anlaşılan.

Bu ülke, dünyanın en güzel ülkesi; bu topraklar, en verimli toprakları; deprem ise yer kabuğunun doğal devinimi. Depremi felakete çeviren, bizim bilgisizliğimiz, umursamazlığımız, kaderciliğimiz. Kısaca cehaletimiz. Deprem, basit bir doğa olayı, nerede olacağını biliyoruz, kaç büyüklüğünde olacağını biliyoruz, ne zaman olacağını ise tam olamasa bile üç aşağı, beş yukarı kabaca tahmin edebiliyoruz. Durduramıyoruz, önleyemiyoruz. Ancak neden ve nasıl hasar verdiğini biliyoruz Herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda, herhangi büyüklükteki bir depremin olma olasılığına deprem tehlikesi diyoruz. Tehlike gerçekleşip, deprem olduğunda ortaya çıkacak kayıpların toplamına da risk diyoruz. Tehlike, müdahale edemediğimiz bir kavramken riskler tamamen bizim kontrolümüzde. Verimli tarım arazisi olan, altından aktif fayların geçtiği alüvyal ovaları yerleşime açıp, depremin ivmesini, yıkıcı etkisini, şiddetini 3-4 kat artıran yumuşak, gevşek zeminlerin üzerine çok katlı, ağır, betonarme yapı inşa ederseniz, bunlar yıkıcı depremlerde yirminci kez bizzat yaşayıp gördüğümüz gibi yıkılıyor. Bu tür ağır yapıları sağlam, kaya zeminler üzerine, yönetmelik hükümlerine uygun olarak inşa edersek yıkılmıyor, ayakta kalıyor ve içinde yaşayanların ölmesine izin vermiyor. Tarım alanlarına illa ki yapı yapacağım diyorsanız; o zaman hafif, birkaç katlı, bahçeli, ahşap, ahşap karkas vb. yapı yapabilirsiniz. Bunlar da usulünce yapılırsa yıkılmaz, ayakta kalır. Kimse yaralanmaz, ölmez. Özetle uygun zemine doğru yapı ilkesi dediğimiz kural; alüvyal zeminler üzerine birkaç katlı hafif yapı, kayalık da denilen sağlam zeminler üzerine çok katlı ağır yapılar yapabilirsiniz. Bu kurala uymak çok mu zor? Bilinmiyor mu? Yoksa yüksek rant hırsıyla bile bile mi yapıyoruz?

Bu depremler de gösterdi ki; uygun zemine, deprem yönetmeliklerine uyularak hazırlanmış projeleri, kalifiye eleman kullanarak, doğru düzgün denetimle inşa edersek, çok büyük depremlerde bile ayakta kalıyor. Çünkü yönetmelik hükümlerine harfiyen uyulursa inşa edilen yapı beklediği depreme hazır olduğundan direniyor ve ayakta kalıyor. Ötekiler ise büyük bir sürprizle karşılaşıyor ve hasar görüyor, yıkılıyor, ölüm ve yaralanmalara yol açıyor.

Türkiye’nin dünya çapında tanınan ve levhaların sınırını oluşturan 1000 km ve 1500 km boyunda iki önemli fayı var. Kuzey Anadolu Fayı üzerine kurulmuş olan ve bu nedenle son bin yıllık süreçte onlarca kez yıkıcı deprem yaşayan Erzincan ve ondan sonra tek tek yıkıma uğrayan Düzce, Sakarya, İzmit gibi, son depremde yıkılan Kahramanmaraş, Hatay, Adıyaman ve çok önemli hasar gören Gaziantep, Adana, Osmaniye, Şanlıurfa, Diyarbakır ve daha pek çok yerleşim alanı, özellikle de İzmir, aktif büyük faylar tarafından kontrol edilen alüvyal zeminler (ovalar) üzerine kurulmuştur. Yani hata katmerlidir. Hem aktif fayın üzerine hem de depremin yıkıcı etkisini iki üç katına kadar arttıran alüvyal zeminler üzerine kurulan yerleşim alanları. Üstelik buralarda uygun zemine doğru yapı ilkesi göz ardı edilerek kurulmuş olan kentler; zemin-yapı etkileşimi ve zeminin depremi büyütme etkisi göz ardı edilerek yapılmış binalar, tamamı deprem tehlikesi altında bulunan Türkiye’de, nerede, ne tür yapının nasıl yapılması gerektiği konusunda düşülen ölümcül hatalar, yapı tipi seçiminde deprem olgusunu asla dikkate almayan anlayış, ülkenin bilinen deprem riskini, yapılar ve bu yapıları kullanan insanlar için çok daha fazla yükseltmektedir. Bilinen hatadan acilen dönülmelidir. Vatandaş rant uğruna oy vermekten, politikacı da oy uğruna popülizmin zirvelerine çıkıp iki yılda bir imar affı (imar barışı) çıkarmaktan vazgeçmedikçe, bu büyük sorunun çözülmesi mümkün görünmüyor. Daha da önemlisi; liyakat, liyakat, liyakat…

Sayı: İktisat ve Toplum Dergisi 149
Sayfa Aralığı: 4-7

Bir cevap yazın