İktidara oy veren seçmenler için artan milliyetçilik duyguları, dış güçler algısının iktidarca bir siyasi araç haline dönüştürülmesi, muhalefetin düşmanlaştırılarak kutuplaştırma siyasetinin izlenmesi gibi olgular ekonomik krizin seçmen açısından önemini en arka sıralara doğru atmaktadır.
Giriş
Seçimler ve oy verme davranışları, siyaset bilimi literatürü açısından demokratik ülkeler için büyük önem taşımaktadır. Bu çalışmada, Türkiye örneği üzerinden ekonomik oy verme davranışının erozyonuna dair bir analiz yapılmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk genel seçimleri 1935 yılında yapılmış ve erken Cumhuriyet dönemi Türk siyasetinde tek parti dönemine tanıklık etmiştir. Birden fazla partinin katıldığı ilk seçim ise 1946 yılında yapılmıştır. Türk siyaset bilimi literatüründe oy verme davranışı üzerine yapılan çalışmalar o zamandan beri Türkiye’de çok partili sisteme geçiş sürecine odaklanmıştır.
Ekonomik oy verme modelinin 90’lı yıllardan 2008 yılına kadar gerçekleşen seçimlerde Türk seçmeni üzerinde önemli bir belirleyici olduğu açıktır. Ancak 2008 sonrasında yaşanan ciddi siyasi değişim ve gelişmelerle birlikte, Türkiye’de ekonomik oy verme modelinin yerini ideolojik faktörler, güçlü liderlik analizi veya diğer göstergeler almaya başlamıştır. Çalışmanın temel amacı, Türkiye’de ekonomik oy verme davranışının neden ve nasıl erozyona uğradığını ve bu durumun 2023 seçimlerini nasıl etkileyeceğini göstermektir.
Ekonomik Oy Verme Davranışı
Ekonomik oy verme davranışının yanı sıra, genel olarak oy verme davranışına ilişkin farklı ekoller ve modeller bulunmaktadır. Bunlardan en bilinenleri Columbia Okulu ve Psikolojik yaklaşımdır. İnsanların sosyal sınıflarına göre oy verdiklerini savunan Columbia Okulu ile seçmenlerin parti aidiyetlerine göre tercih yaptıklarını savunan Psikolojik yaklaşım bazı noktalarda yetersiz kalmıştır. Özellikle bu iki yaklaşım, vatandaşların seçimlerde bir önceki seçimlere göre yapmış olduğu tercih değişikliklerini açıklayamamaktadır. Ekonomik oy verme davranışı bu olguyu açıklamayı amaçlamaktadır.
Ekonomik oy verme davranışı, seçmenin kararını tam olarak ekonomik değişkenleri göz önünde bulundurarak ele almaktadır. Bu yaklaşıma göre, seçmenler her seçim döneminde kendi hedef ve çıkarlarına en yakın olan siyasi partiyi destekler. Bu teoride seçmenler Columbia ya da Psikolojik yaklaşımda olduğu gibi bir siyasi aidiyet duygusuna sahip değildir. Seçmenin tek beklentisi rasyonel düşünmesidir, yani seçmenin tek amacı seçim sonucunda “maddi çıkar” elde etmektir. Bu yaklaşımda seçmenler, çıkarlarını karşılayabilecek siyasi adayları veya partileri destekler. Seçmenin siyasi partisi bu amacına ulaşamazsa, bir sonraki seçimlerde başka bir siyasi partiyi desteklemeye karar verir (Akgün, 2007: 89).
Columbia Okulu’na benzer şekilde ekonomik oy verme yaklaşımı da seçimlere araçsal bir yaklaşım atfeder. Ancak bu okulda fayda-maliyet hesapları sonucunda ortaya çıkan eylem birey merkezlidir. Ekonomik oy verme modelinin temel kriteri, seçmenlerin ülkelerdeki ekonomi politikalarının sorumluluğunun hükümetlere ait olduğunu vurgulamasıdır. İktidar partisinin gelecek seçimlerdeki seçim başarısı, geçmişteki ekonomik performansıyla doğrudan ilişkilidir. Eğer başarısız bir ekonomi politikası uygulamışsa, seçimlerde zafer kazanma şansı azalmaktadır (Ünal, 2010: 101- 108).
Ekonomik oy verme davranışına dair en önemli çalışması Anthony Downs tarafından 1957 yılında yazılan “An Economic Theory of Democracy” adlı eserdir. Ekonomik modellerin siyaset bilimine uygulandığı çalışmada seçim alanları piyasa alanlarına benzetilmektedir. Teorik olarak seçmenler ve siyasi partiler arasındaki ilişkiler açık ve nettir. Seçim sürecinde siyasi partiler seçmenlere siyasi propagandalarını sunar. Seçmenler de sandıkta kendilerine daha fazla fayda sağlayabilecek siyasi partiyi seçer. Başka bir deyişle, bu ekol, iktisattaki arz-talep modeli gibi, oy tercihlerini oluşturan dışsal faktörlerin aksine, bireyin zihninde oluşan karar verme mekanizmasına odaklanmaktadır (Downs, 1957).
Türkiye’de 1990’larda Ekonomik Oy Verme Davranışı
1989 yerel seçimlerinden sonra ANAP, Özal’ın cumhurbaşkanlığı ve Türkiye’deki ekonomik gerilemeyle birlikte 1991 genel seçimlerine hazırlanmıştı. Özal 1989’da Cumhurbaşkanı, Mesut Yılmaz ise 1991 seçimleri öncesinde ANAP Genel Başkanı oldu. Yukarıda bahsedilen durumla birlikte siyasi partiler kendi aralarında birleşmeleri veya ittifakları gündeme getirdi. 1991 genel seçimlerinde ilk siyasi ittifak RP (Refah Partisi), MÇP (Milliyetçi Çalışma Partisi) ve IDP (Islahatçı Demokrasi Partisi) arasında; ikinci ittifak ise sol partiler HEP (Halkın Emek Partisi) ve SHP (Sosyal Demokrat Halkçı Parti) arasında gerçekleşmiştir. Üçüncü ve son ittifak ise ANAP’tan ayrılan bazı siyasetçiler tarafından kurulan DMP (Demokratik Merkez Partisi) ile DYP (Doğruyol Partisi) arasında barajı aşıp meclise girmek için yapılmıştır (Yiğit, 2018: 121).
Böyle bir ittifaklar ortamında gidilen seçimde, bir önceki (1987) seçimlerden bu yana desteği giderek azalan ANAP mutlak meclis çoğunluğunu kaybetmiş, DYP ise kamuoyu yoklamalarına paralel olarak oylarını arttırmıştır. Yeni hükümetin kurulmasına ilişkin partiler arası görüşmelerin ardından DYP ve SHP arasında bir koalisyon anlaşması imzalanarak, 11 SHP ve 22 DYP üyesinden oluşan Bakanlar Kurulu açıklandı ve Demirel yeniden Başbakan, Erdal İnönü de yardımcısı oldu.
8 yıllık kesintisiz iktidar döneminin ardından ANAP büyük seçmen desteğini kaybederek 2. parti konumuna düştü. ANAP’ın bu kadar oy kaybetmesinin ve DYP’nin 1. parti olarak çıkmasının en önemli nedeni 24 Ocak Kararları’nın yol açtığı enflasyon ve işsizlik oranlarıydı. Ayrıca ANAP’ın iktidarda olduğu süre boyunca kırsal kesime ekonomik olarak destek vermemesi, etkili tarım politikalarını yürütememesi ve Demirel’in bu durumu iktidarı eleştirecek bir seçim propagandası olarak kullanması da kırsal kesim oyları açısından etkili olmuştur. MÇP ve IDP ile ittifak yapan İslamcı RP, SHP ve %10’luk seçim barajını çok az bir farkla geçen DSP meclise girdi. 1991 genel seçimlerinde mutlak yenilgiye uğrayan parti ise hiç kuşkusuz ANAP olmuştu.
1991 seçimlerinde en önemli konulardan biri de ekonomik göstergelerin seçimler üzerindeki etkisiydi. Ekonomik oy verme modelinde de belirtildiği gibi, halkın kendi çıkarlarını ekonomik açıdan değerlendirmek istemesi önemli bir faktördür. Ekonomik oy verme modelinin bu baskın konumu 1995 genel seçimlerinde de tekrarlanacaktır.
1995 genel seçimleri öncesinde Türk siyasi hayatında önemli gelişmeler yaşanmıştır. IMF ve Dünya Bankası, 1994 ekonomik krizinden sonra Türk ekonomisinde belirleyici olmaya başladı. Bu gelişmenin ardından 6 Mart 1995 tarihinde AB ile Gümrük Birliği anlaşması imzalanmıştır. Bu, katılımcı ülkeler arasındaki ticarette tüm gümrük ve diğer kısıtlayıcı uygulamaların kaldırıldığı bir düzenlemedir. Teorik olarak üye ülkeler arasındaki ticaret hacmini arttırmayı amaçlamaktadır (McCormick, 2015: 387). Bu anlaşma, Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği konusunda herhangi bir güvence vermeksizin ekonomiyi kısmen AB’ye bağlamıştır (Akdevelioğlu ve Kürkçüoğlu, 2010: 229). Bu dönemde ABD ve AB’nin Türkiye ekonomisi üzerindeki etkisi artmıştır.
1994 yerel seçimlerinden sonra RP (Refah Partisi) 1995 genel seçimleri öncesinde yapılan kamuoyu yoklamalarında hükümete alternatif bir parti olarak yükselişini sürdürmüştür. Seçimlere güçlü lider kadrolarıyla giren ve merkezde yer alan Çiller ve Yılmaz (DYP/ANAP), çevrede yer alan RP’ye karşı partinin siyasi ideolojisini hedef alan propaganda faaliyetleri yürüttü (Balcı, 2007: 125). RP, hükümeti ve sistemi eleştirmeye odaklanmış, sosyal demokrat sloganlar kullanmış, fırsat ve gelir adaletini sağlamak için “Adil Düzen” olarak tanımladığı seçim propagandasını yürütmüştür. RP’nin 1990’lardaki siyasi ivmesi, ülkenin siyasi yolsuzluk ya da rüşvet gibi sorunlarından sorumlu tuttuğu laik bloğa karşı milliyetçilik karşıtı bir sınır çizmesiyle başlamıştır (Kalaylıoğlu, 2017: 86).
Türkiye’de Refah Partisi ve Siyasal İslamcılığın yükselişinin arka planında ekonomik oy verme davranışı bulunmaktadır. Yukarıda açıklandığı gibi İslamcı hareket, Adil Düzen’in kuruluş belgesinde mevcut ekonomik sistemi eleştiriyor ve bu doğrultuda çözüm önerileri sunuyordu. Milli Görüş’ün ekonomik açıdan iki amacı vardı. Birincisi, Anadolu’da devlet merkezinin dışında kalan ve çeşitli vaatlerle ekonomik olarak yoksulluk sınırında olan insanları kendi hareketlerine çekmekti. Adil Düzen ve Refah Partisi seçim beyannamelerine göre; haksız vergi kaldırılacak, paranın değeri doğru ölçü kabul edilecek, para azaltılmayacak ve adil ölçülerde kredi dağıtımı olacaktı. Milli Görüş, ekonomide eşitlik ve adalet ilkelerine vurgu yaparak, Anadolu’da Kemalist rejim tarafından dışlandığını düşünen kitlelerin desteğini almayı amaçlamıştır.
İkinci temel amaç, devletin çeperinde yer alan ve Batı yanlısı serbest piyasa aktörlerine karşı zayıflamış olan orta ölçekli muhafazakar ekonomik aktörleri desteklemekti. Hakan Yavuz (1997), Türkiye’nin uyguladığı Özal’ın neo-liberal politikası ile açık kapı ticaret politikalarının Refah Partisi’nin yükselmesine yardımcı olduğunu, çünkü Müstakil İşadamları Derneği (MÜSİAD) ve benzeri ekonomik kurumların kurulmasıyla muhafazakar burjuvazinin yaratıldığını belirtmektedir. Ayrıca Nakşiler gibi tasavvufî tarikatlar onların iş bağlantılarını geliştirmelerinde ve ekonomiye girişlerini kolaylaştırmalarında önemli bir rol oynamaktadır. Gerçekten de İslami gruplar 1990’larda siyasi ve ekonomik olarak yıldan yıla güçlenmiştir.
Bu yükselişin bir tezahürü olarak 1996 seçimlerinde, Başbakan Necmettin Erbakan’ın Refah Partisi, seçimlerde en yüksek oyu alan siyasi parti olmuştu. Erbakan seçimden sonra Doğru Yol Partisi’yle koalisyon hükümeti kurdu. Türk siyasi tarihi ilk defa güçlü bir konuma sahip İslamcı bir partiyle karşı karşıya kaldı. Ancak bu durum fazla uzun sürmedi. Erbakan’ın Refah Partisi iç ve dış politikada seçim beyannamelerinde bahsetmiş oldukları Türkiye’de gerçek laiklik girişimleri yerine irticai söylemlerle süregiden bakış açısını kullanmıştır (Somer, 2007: 1284). Refah Partisi, Türk siyasetindeki Siyasal İslamcı gündemleri nedeniyle liberaller, sol ve merkez sağ yandaşları için ciddi bir tehdit haline geldi (Zürcher, 2003: 306-307). Ayrıca Erbakan ve partisi bu dönemde askeri de karşısına almıştı. Erbakan koalisyon hükümeti 28 Şubat 1997’de Türk ordusu tarafından iktidardan uzaklaştırıldı. 1998 yılında Refah Partisi, anayasanın öngördüğü din ve devlet ayrımını ihlal ettiği gerekçesiyle Türkiye Anayasa Mahkemesi tarafından siyasetten men edildi. RP’nin yasaklanmasının ardından Aralık 1998’de Milli Görüş hareketi Fazilet Partisi’ni kurdu. Gündemleri RP’den gelse de 2001 yılına kadar RP gibi başarılı olamadılar ve Anayasa Mahkemesi tarafından faaliyetleri laiklik ilkesine aykırı bulunarak Haziran ayında yasaklandılar. Bundan sonra Milli Görüş hareketi yenilikçi Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ve gelenekçi Saadet Partisi (SP) olmak üzere ikiye ayrıldı (Atacan, 2005: 188-189).
1990’larda yapılan seçimlerde Türkiye ekonomisinde yaşanan krizler seçmen tercihlerini doğrudan etkilemiştir. İslamcı RP’nin 1990’lardaki yükselişinin arkasında Türk seçmeninin ekonomik oy verme davranışı yatmaktadır. Bu durumun son örneği 2002 seçimlerinde yaşanacak ve 2002 seçimlerinden sonra Türk seçmeninin ekonomik oy verme davranışı azalacaktır.
Türkiye’de Ekonomik Oy Verme Davranışının Erozyonu ve AKP İktidarı
Türk siyasetinde ekonomik oy verme davranışının açıkça gözlemlendiği son seçimler Kasım 2002 seçimleridir. 1999 yılında kurulan DSP-MHP- ANAP koalisyonu, özellikle makroekonomik istikrarın bozulmasıyla birlikte büyük bir ekonomik krizle karşı karşıya kalmıştır. Üçlü koalisyon iktidara geldiğinde, Türkiye ekonomisi “küreselleşme çabaları” içindeydi ve bu da zor zamanların yaşanmasına neden oldu. 1999 yılında IMF’yle yapılan “stand-by” anlaşmasının etkileri 2000 ve 2001 yıllarında görüldü. Cumhurbaşkanı Sezer ile Başbakan Ecevit arasında yaşanan “Anayasa kitapçığı krizi” Türk ekonomisini etkiledi. 2001 Krizi’ni, yabancı sermayeye kucak açan ve gümrük duvarlarını yıkan 24 Ocak 1980 Kararları tetikledi. 2001 Krizi tam da Türk ekonomisinde “döviz-sıcak para” eksikliğiydi. 1989 yılında sermaye piyasalarının sertleşmesinin yol açtığı cari işlem açıkları “döviz- sıcak para” girişini sekteye uğratmıştı (Çarkoğlu, 2002: 125).
14 Nisan 2001 tarihinde IMF tarafından finanse edilen yeni ekonomik istikrar programı, Ecevit ve hükümeti tarafından ekonomik krizle mücadele için görevlendirilen Kemal Derviş tarafından kamuoyuna açıklandı. Program “güçlü ekonomiye geçiş” olarak tanımlanıyor ve 15 yasanın çıkarılmasını içeriyordu. Programın açıklanmasının hemen ardından Türkiye ile IMF arasında 18. “stand-by” anlaşması imzalandı. Kriz sırasında koalisyon hükümetine yönelik tutum, diğer ekonomik krizlerden farklıydı. 2000-2001 Krizi’nde şiddetli gösteriler yaşanmış ve esnaf ya da sanatkârlar gösterilere doğrudan katılmıştı. Devletin zirvesindeki ana gündem maddesi “güvenlik ve siyaset” yerine ekonomi olmuştu. Devletin tepesinde yapılan zirvelerin ana gündemi ekonomi olunca, devletçi ekonomiyi önceleyen askeri ve yargı bürokrasisi fikir değişikliği yaşadı (Tuncel, 2010: 175).
Bu dönemdeki gösteriler yaklaşan genel seçimleri doğrudan etkiledi. Ülkede yaşanan ekonomik kriz ve koalisyon hükümetinin başbakanı Ecevit’in sağlık durumunun kötüye gitmesiyle birlikte erken seçim tartışmaları başladı. Bu gelişmeler üzerine MHP lideri Devlet Bahçeli erken seçim tartışmalarına çözüm buldu. Erken seçim tarihi 3 Kasım 2002 olarak belirlendi.
Bir önceki koalisyon hükümeti 1999 genel seçimlerinde oyların %52,98’ini almıştır (DSP %22, MHP %17,98, ANAP %13). 2002 seçimlerinde ise koalisyon ortakları DSP, MHP ve ANAP’ın toplam oy oranı %14,47 olmuştur. Her iki seçim karşılaştırıldığında, koalisyon ortakları toplamda %38,51 oranında oy kaybetmiştir. Bu kaybın temel nedeni 2001 yılında yaşanan ekonomik krizdir. Öte yandan ekonomik krize sert tepki gösteren ve Milli Görüş Hareketi’ndeki bölünmenin ardından kurulan AKP, seçimlerin tek galibi olacaktır. AKP 2001 yılında kuruldu ve Kasım 2002’de seçimleri kazandı. Kazanan koalisyonda Avrupa ülkeleri ve ABD gibi iç ve dış destekçiler, ülke içindeki liberal entelektüeller, Türk toplumunun muhafazakâr vatandaşları merkez sağ seçmenler, inanç temelli kâr amacı gütmeyen kuruluşlar, TÜSİAD (Türk Sanayici ve İşadamları Derneği) gibi Batı tarzı iş kurumları ve muhafazakâr iş çevreleri (MÜSİAD gibi) bulunuyordu. AKP’nin kazanan geniş koalisyonu incelendiğinde, ekonomi sektörünün önemli temsilcilerinin desteği de ortaya çıkmaktadır. Bu da özellikle AKP iktidara geldiğinde ekonomik oy verme davranışının geçerliliğinin bir başka göstergesidir (Ezikoğlu, 2021).
AKP’nin Türk siyasi hayatında varlığını sürdürmesini sağlayan 2002 yılından sonra yapılan tüm seçimlerde ekonomik oy verme davranışı zayıflamış ve farklı oy verme nedenleri ortaya çıkmıştır. Liderler veya siyasi partiler, hayatta kalmalarına yönelik tehditlere karşı kazanan koalisyonlarını en aza indirerek güçlerini pekiştirmişlerdir. AKP iki önemli tehditle karşı karşıya kalmıştır: 2007 askeri darbe girişimi ve 2008 kapatma davası. AKP bu tehditleri atlattıktan sonra laik Kemalist elitlere karşı mücadele ederek gücünü pekiştirmeyi seçmiştir. Bu olgu 2007 seçimlerini etkilemiş ve AKP bu seçimlerde oylarını yüzde 47’ye kadar yükseltmiştir.
AKP, ikinci ve üçüncü dönemlerinde bu geniş kazanan koalisyonunu kuruluş felsefesinden koparmış ve ortaklarını birer birer tasfiye etmiştir. Bu koalisyon ortaklarının ayırt edici özelliği, kendilerini özellikle laik olarak tanımlamalarıdır. Laiklerle gerilim 2007’den itibaren arttıkça, AKP büyük nominal seçmen kitlesini elinde tutmak için daha popülist politikalar benimsemek zorunda kaldı. Bu durumda sorulması gereken soru, AKP’nin seçmenlerin çoğunluğunun desteğini nasıl kazandığıdır. Bu noktada AKP, Türkiye’deki seküler ve muhafazakâr vatandaşlar arasında popülist bir strateji yürütmüş ve 2011-2014 yılları arasında muhafazakâr seçmenlerin desteğini konsolide etmiştir (Ezikoğlu, 2021).
2014 cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra AKP ve lider Erdoğan’ın politika çizgisi yeni bir yöne evrildi. Bu seçimlerle birlikte Erdoğan, Kürt hareketinin ve Fethullah Gülen Terör Örgütü’nün siyasi beka için bir tehdit haline gelebileceğine ikna oldu. AKP hükümetinin, bu mücadeleyi siyasi bir ayar haline getirerek seçmen tabanını konsolide etmek ve seçimlerde oylarını arttırmak için yeni bir paradigmaya ihtiyacı vardı. Bu noktada Kürt barış sürecinde yükselmeye başlayan Türk milliyetçiliği, AKP ve Erdoğan’ın yardımına koşacaktır. Erdoğan liderliğindeki AKP hükümetinin İslamcılık ve milliyetçiliği birleştirme çabası da AKP’nin bekasını araştıran dördüncü bağımsız değişken olacaktır. Görüldüğü üzere, AKP’nin oy potansiyelinin artmasına katkıda bulunan ekonomi dışında birçok faktör bulunmaktadır. Öte yandan, ekonomik verilerin kötüleşmesiyle AKP’nin Türkiye seçimlerindeki oylarının artış eğilimi arasında pozitif bir korelasyon vardır.
Liderler ya da iktidar partileri destekçi tabanlarını korumak için zenginliği yeniden dağıtmalı ve takipçilerine onları desteklemeye yetecek kadar ödeme yapmalıdır. Türkiye’de alt sınıflardan yoksul insanların sayısında artış olmasına rağmen, bu insanlar Erdoğan’ın liderliğini desteklemeye devam etmiştir. “Türkiye’nin 800 milyar dolarlık ekonomisi dünyanın en büyük 20 ekonomisi arasında yer alsa da, IMF geçtiğimiz günlerde ekonominin sürdürülebilir bir model üzerine inşa edilmediği ve sınırları dışındaki tehlikelere karşı çok savunmasız olduğu uyarısında bulundu. Aynı şekilde Standard & Poor’s da tüketici kredilerindeki patlamanın Türk liderler için ciddi bir risk haline geldiğini belirtti. Dünyanın en büyük cari hesap açıklarından birine sahip olan Türkiye (2013 yılında GSYH’nin %7,9’u) özellikle kırılgandır. Karşılaştırma yapmak gerekirse, Güney Afrika’nın cari açığı GSYH’nin %5,3’ü, Brezilya’nın %3,6’sı, Endonezya’nın %3,3’ü ve Hindistan’ın %2,6’sı kadardır.” (Eligür, 2014: 174-175).
İş bulamayan ve yaşam standartları düşen insanlar seçimlerde AKP’ye oy vermekteydi. Bu olgunun örneklerinden biri de Mart 2014 yerel seçimleriydi. Okmeydanı’nda 30 Mart 2014 yerel seçimlerinde gönüllü olarak sandık gözlemciliği yapan Deniz Derviş şunları aktarmıştır:
“Okmeydanı’nda (İstanbul’un yoksul ve karma bir semti) gönüllü gözlemci olarak görev yaptım. İzlediğim sandıkta 120 AKP, 95 CHP ve 53 HDP oyu vardı. Evet, bu seçimlerde, özellikle de Ankara’da oy hilesi yapılmış olabilir. Ancak toplam hileli oyların tüm ülke için %1’i geçebileceğini sanmıyorum. Yani Gezi ve 17 Aralık yolsuzluk tapeleri ile ekonomik sorunlarla karşı karşıyayız ama insanların en az %40’ı hâlâ AKP’den memnun. Ayrıca 2009’da %85 olan seçime katılım oranının %90 olduğunu da not etmeliyiz.” (Derviş, 2014). 30 Mart 2014 yerel seçimleri sırasında yapılan bir sandık çıkış anketinden elde edilen veriler, gelir ile AKP’ye verilen destek arasında negatif bir korelasyon olduğunu göstermektedir. En düşük gelir grubundakiler (aylık 700 Türk lirasından az) %42’ye %18’lik bir oranla CHP yerine AKP’ye oy vermiştir. Ancak, en yüksek gelir grubundakilerin (aylık 3.000 Türk lirasından fazla) %40’ı CHP’ye, %30’u AKP’ye oy vermiştir (Tillman, 2014: 4).
Benzer bir örnek, Türkiye ekonomisinin ciddi bir kriz yaşamak üzere olduğu 2018 genel seçimleriydi. Türk lirasının değerinde devam eden sert düşüş, aşırı ısınan ekonomi ve genişleyen cari açık uyarılarıyla birleştiğinde, popüler gücünün kilit unsuru olarak sağlıklı ve büyüyen bir ekonomiye sık sık güvenen AKP’nin popülaritesini tehdit etmekteydi (Ezikoğlu, 2021). Şubat 2018’de Uluslararası Para Fonu (IMF), Türkiye’yi, büyük dış finansman ihtiyacı, sınırlı döviz rezervleri, kısa vadeli sermaye girişlerine artan bağımlılık ve döviz riskine yüksek kurumsal maruziyet gibi artan kırılganlıkları konusunda uyarmıştır (IMF, 2018).
Türkiye ekonomisindeki bu olumsuz gelişmelere rağmen, seçmenlerin ekonomik oy verme davranışından ziyade milliyetçi ideolojinin yükselişine göre oy verdiği gözlemlenmiştir. AKP ve lideri Erdoğan’ın odaklandığı bu milliyetçi duygu, seçimler sırasında sadece kampanya yürütmekle kalmadı, aynı zamanda MHP ile bir seçim koalisyonuna da dönüştü. Hükümetin seçimlerden sadece bir ay önce alelacele Meclis’ten geçirdiği seçim yasası değişiklikleri, siyasi partilerin bir araya gelmesine izin verdi. AKP’nin müttefiki MHP’nin yüzde 10’luk seçim barajını aşmak ve parlamento çoğunluğunu bir blok olarak elinde tutmak için tasarladığı bir hamle. Bu plan Haziran 2018 Seçimlerinde başarılı olacaktı. Bu seçimin galibi Recep Tayyip Erdoğan ve Adalet ve Kalkınma Partisi oldu. Böylece Erdoğan oyların yüzde 52,5’ini alarak yeni sistemdeki ilk Cumhurbaşkanı olurken, AK Parti oyların yüzde 42,6’sını alarak parlamentoda 295 sandalye elde etti (Ezikoğlu, 2021). Altun, “Erdoğan liderliğindeki AK Parti’nin Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ile Cumhur İttifakı’nı kurarak güçlü bir parlamento koalisyonunun önünü açtığını” iddia etmektedir (Altun, 2018: 89-103).
Sonuç Yerine: Ekonomik Oy Verme Davranışı ve 2023 Seçimleri
AKP’nin 2000’li yılların başında iktidara gelişi de ekonomik oy verme davranışının bir tezahürü olarak gerçekleşmiştir. Ancak takip eden seçimlerde ekonomik oy verme davranışının Türk siyasetindeki gücünü kaybetmeye başladığı görülmektedir. Bu çalışmanın son bölümünde bu olgu incelenmeye çalışılmıştır. Enflasyonun yükseldiği son ekonomik krize rağmen, 2023 seçimleri için yapılan anketler AKP hükümetinin ciddi bir oy kaybına uğramadığını göstermektedir.
6 Şubat tarihinde ülkemizin 10 ilini etkileyen büyük depremden önce yapılan anketlerde AKP iktidarının parlamento seçimlerinde oy oranının %35 ile %40 bandı arasında olduğu gözlemlenmekteydi. Cumhur İttifakı’nın bir diğer ortağı MHP’nin oylarıyla birlikte parlamentoda çoğunluğu alabilme ihtimalinin gözlemlenmesi özellikle ekonomik oy verme davranışının uğramış olduğu erozyonun büyüklüğünü göstermektedir. İktidara oy veren seçmenler için artan milliyetçilik duyguları, dış güçler algısının iktidarca bir siyasi araç haline dönüştürülmesi, muhalefetin düşmanlaştırılarak kutuplaştırma siyasetinin izlenmesi gibi olgular ekonomik krizin seçmen açısından önemini en arka sıralara doğru atmaktadır.
Fakat 6 Şubat’ta yaşanan depremle alakalı ayrı bir dipnot verilmesi gerekmektedir. Zira deprem sonrasında afet yönetimi bağlamında tam anlamıyla basiretsiz ve çaresiz kalan AKP iktidarı, kriz sonrası algıyı yönetememiştir. Deprem bölgesinde yaşanan birçok temel eksikliğin baş müsebbibi olarak görülen AKP iktidarı, ekonomik krizle mücadele yöntemi olarak kullandığı “dış güçler” algısını veya milliyetçi duyguların pompalanması siyasetini deprem sonrası izleyememiştir. Bu durumun Mayıs 2023 seçimlerini doğrudan etkileyeceği göz ardı edilmemelidir. Siyasal bekasını 21 yıl boyunca başarılı bir şekilde koruyabilmiş olan ve bu durumu ekonomik oy verme davranışının erozyonu neticesinde sürdürebilen AKP iktidarı, deprem felaketiyle birlikte ilk defa iktidarını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadır.
KAYNAKÇA
Akdevelioğlu, A., & Kürkçüoğlu, Ö. (2010). 1990-2001 Küreselleşme Ekseninde Türkiye. B. Oran (Dü.) içinde, Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar 1980- 2001, 201-287, İstanbul: İletişim Yayınları.
Akgün, B. (2007). Türkiye’de Seçmen Davranışı, Partiler Sistemi ve Siyasal Güven. Ankara: Nobel.
Altun, F. (2018). ‘Laying the Cornerstone for a New Turkey: The June 24 Elections’, Insight Turkey, 20(3): 89-103.
Atacan, F. (2005). “Explaining Religious Politics at the Crossroad: AKP–SP”, Turkish Studies, 6:2, 187-199.
Balcı, Ş. (2007). Türkiye’de Negatif Siyasal Reklamlar: 1995, 1999 ve 2002 Genel Seçimleri Üzerine Bir Analiz. Selçuk İletişim, 122-142.
Downs, A. (1957). An economic theory of democracy. Harper and Row, 28.
Eligür, B. (2014). ‘Turkey’s Declining Democracy’, Current Trends in Islamist Ideology, Hudson Institute, 17: 151-175.
Ezikoğlu, Ç. (2021). The logic of political survival in Turkey: The case of AKP. Lexington Books.
IMF (International Monetary Fund). (2018). Turkey: Staff Concluding Statement of the 2018 Article IV Mission, 16 February, www.imf.org/en/News/ Articles/2018/02/15/ ms021618- turkey-staff-concluding- statement-of-the-2018-article-iv- mission (8 August 2018).
Kalaylıoğlu, M. (2017). “İktidarda Popülizm” veya Tedrici Bir İnşa Süreci Olarak 2002-2010 AKP Dönemi: Bir Çerceve Denemesi ve Bir Kaç Temel Önerme . Mülkiye Dergisi, 67-105.
McCormick, J. (2015). Avrupa Birliği Siyaseti. Ankara: Adres Yayınları.
Somer, M. (2007). “Moderate Islam and secularist opposition in Turkey: implications for the world, Muslims and secular democracy”, Third World Quarterly, 28(7), 1271-1289.
Tillman, Erik. R. 2014. ‘The AKP’s working class support base explains why the Turkish government has managed to retain its popularity during the country’s protests’. LSE European Politics and Policy (EUROPP) Blog, 1-5.
Ünal, B. A. (2010). Oy Verme Davranışı Modeli. OÜSOBİAD, 101-108
Zürcher, Erik J. (2003). “Turkey: A Modern History”, I.B.Tauris, New York.
Sayı: İktisat ve Toplum Dergisi 150Sayfa Aralığı: 14-21
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.