Yüzüncü Yılında Türkiye Cumhuriyeti Ekonomisi – Mahfi Eğilmez


Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı İmparatorluğu’ndan devraldığı ekonomik yapı çökmüş bir yapıydı. Üretimin büyük bölümü tarıma, o da hava koşullarına bağlıydı. İmparatorluk, Sanayi Devrimi’ne girememişti. 1923 yılında GSYH kabaca 570 milyon dolar (düzeltilmiş verilerle 9.882 milyon dolar), kişi başına düşen gelir yıllık 48 dolar (düzeltilmiş verilerle 712 dolar), ihracat 51 milyon dolar, ithalat 87 milyon dolar, GSYH’de sanayinin payı %11 idi. Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu’ndan ağır bir Düyun-u Umumiye borcunu devralmıştı [1].

Birinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından girdiği Kurtuluş Savaşı’ndan yeni çıkmış olan Türkiye’de, insanlar yorgun, bitkin, fakir ve dünyadan soyutlanmışlardı.

Osmanlılarda, yabancı bir ülkeye tanınan ilk kapitülasyon hakkı I. Murat (Hüdavendigâr) tarafından 1365 yılında yıllık 500 Düka tutarında vergi ödemeleri karşılığında Raguse Cumhuriyeti’ne (bugünkü Dubrovnik kentinde kurulu devlet) “Raguse Cumhuriyeti gemilerinin Levant sularında (Marmara Denizi, Ege Denizi ve Akdeniz) serbestçe seyredip, ticaretinin himaye olunması” için verildi. Fatih Sultan Mehmet zamanında yeni ve daha kapsamlı kapitülasyonlar verildi. 18. yüzyıla gelindiğinde kapitülasyonlar iyiden iyiye arttı ve bu şekilde sağlanan ayrıcalıklar hemen hemen bütün Avrupa devletlerine yayıldı.

Osmanlı İmparatorluğu başlarda kapitülasyonları, karşılığında maddi bir yarar karşılığı (haraç, vergi vb.) verirken sonraları bu maddi karşılığı aramadan karşılıksız vermeye başladı. Çünkü bu kapitülasyonların kendilerine yararlı olduğunu düşünüyorlardı.

Osmanlı İmparatorluğu’nda yerli sanayiinin ve ticaretin gelişmesine büyük engel oluşturan kapitülasyonların kaldırılması için İmparatorluğun son döneminde birçok girişimde bulunulsa da bu girişimlerde başarı sağlanamadı. 1914 yılında kapitülasyonların kaldırılmasına ilişkin bir irade-i seniye yayınlandı ve bu irade-i seniye bütün yabancı devlet temsilcilerine duyuruldu. Batılı devletlerin bu girişime tepkisi büyük oldu. Sevr Antlaşması’na koydukları hükümle bu ayrıcalıkları tekrar canlandırdılar. İş bu kadarla da bitmedi, Osmanlı Devleti, o zamana kadar verilen kapitülasyonları, bu kapsamda olmayan İttifak Devletlerine de yaygınlaştırmak zorunda kaldı [2].

Tek taraflı verilen imtiyazlar, yabancı devlet tüccarlarının Osmanlı kara sularında ve topraklarında serbestçe ticaret yapmasını sağlarken, yerli sanayiinin ve ticaretin gelişimini önlüyordu. Bu gelişme, bir yandan da devletin döviz geliri elde etmesinin önünde ciddi bir engel oluşturuyordu. 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında başlayan dövizle dış borçlanma buna eklenince işler iyiden iyiye sarpa sardı. Sanayi ve ticaretten döviz geliri elde edemeyen, eski yıllardaki gücü kalmadığı için yabancı devletlerden haraç da alamayan Osmanlı İmparatorluğu, dövizle yaptığı borçları ödeyecek döviz gelirini bulamaz duruma düşmüş oluyordu.

Osmanlı İmparatorluğu ilk dış borçlanmasını Kırım Savaşı’na finansman bulabilmek için 1854 yılında yaptı. Bu yıldan 1874 yılına kadar geçen 20 yıllık sürede 15 ayrı dış borçlanma yapıldı ve toplamda 239 milyon lira borçlanıldı. Bu sürenin sonuna gelinirken Osmanlı İmparatorluğu alınan borçların anaparası bir yana, faizlerini bile ödeyemez durumdaydı. Bunun üzerine Osmanlı İmparatorluğu bir kararnameyle vadesi gelen borçların yarısını ödeyeceğini açıklayan bir çeşit moratoryum ilan etti. Ne var ki bu söze de uyulamadı. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’yla (93 Harbi) birlikte İmparatorluk dış borçlarının yanı sıra Galata bankerlerinden almış olduğu iç borçları da ödeyemeyeceğini açıklamak zorunda kaldı.

Moratoryum ilanının ertesinde Osmanlı İmparatorluğu alacaklılarıyla anlaşmaya gitti. Anlaşma son derecede ağır koşullar taşıyordu. 1879’da damga, alkollü içki, balık avı, tuz ve tütünden alınan vergi gelirlerini 10 yıl boyunca iç borçlar karşılığı olarak alacaklılara bıraktı. Bu işlemleri yürütmek üzere bir Rüsum-u Sitte İdaresi kuruldu. (Resim ya da çoğulu olan rüsum, damga vergisi gibi dolaylı vergileri ifade ediyor. Sitte ise altı anlamına geliyor. Altı adet geliri kapsadığı için idareye bu ad verilmişti.)

Düyun-u Umumiye İdaresi, Osmanlı İmparatorluğu’nun bağımsız bir devlet olarak maliyesini yönetme, vergi koyma ya da kaldırma, vergi oranlarını değiştirme gibi hükümranlık haklarının bir bölümünü elinden almış oluyordu. Düyun-u Umumiye İdaresi bu vergileri toplamakla kalmadı, bir süre sonra sanayi ve ticaret alanında yatırımlara da girişmeye başladı.

Kurtuluş Savaşı sırasında Ankara Hükümeti, Düyun-u Umumiye İdaresi’nin topladığı bütün gelirlere el koydu. Lozan Antlaşması’yla bu kurumun işleyişine son verildi. Osmanlı borçları, Lozan’da İmparatorluğu oluşturan ülkelere paylaştırıldı. En büyük pay Türkiye Cumhuriyeti’ne düştü. Türkiye, Osmanlı borçlarının geri ödenmesini ilk borcu aldığı 1854 yılından tam 100 yıl sonra 1954 yılında tamamladı. Osmanlı borçlarının tasfiyesi Türkiye Cumhuriyeti’nin 30 yılına mal oldu [3].

Cumhuriyetin ilk kuşaklarının dış borçlanmadan uzak durmasının en önemli nedeni 1954 yılına kadar ödemesi sürmüş olan Düyun-u Umumiye borçlarıdır.

Lozan Barış Görüşmeleri’nin en tartışmalı, en yoğun görüşmeleri kapitülasyonlar üzerinde olmuştur. Batılı devletler kapitülasyonların devam ettirilmesinde, Türk tarafı ise kaldırılmasında ısrarcı olmuşlar, bu nedenle görüşmeler zaman zaman kesintiye uğramıştır. Bu konuda anlaşma sağlanamaması yüzünden İsmet İnönü Başkanlığındaki Türk Heyeti toplantıları terk ederek ayrılmış; Mustafa Kemal’in orduya savaşa devam edileceği talimatı vermesi üzerine, Batılı devletlerin davetiyle yeniden müzakere masasına dönmüşlerdir. Sonuçta Türkiye, tezini kabul ettirmiş ve kapitülasyonların yürürlükten kaldırılması kabul edilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun 1365 yılından başlayarak 560 yıla yakın süreyle başına bela olan kapitülasyonların Lozan Antlaşması’yla kaldırılması sonucu Türkiye Cumhuriyeti büyük bir yükten kurtulmuş oldu.

Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’dan 9.882 milyon dolar olarak aldığı GSYH’yi 1 trilyon dolara, 712 dolar olarak devraldığı kişi başına geliri, yüz yılda 12.000 dolara yükseltmeyi başarmış görünüyor. Bununla birlikte daha kısa sürelerde çok daha büyük başarılara imza atmış ülkelerin bulunması bu başarıyı gölgeliyor.

Uzunca sayılabilecek bu yolculukta Türkiye, önce liberal ekonomiyi denedi. Bunu yürütebilecek kaynakları olmadığını görünce devletçiliğe yöneldi. Türk parasının kıymetini koruma mevzuatına dayalı en katı döviz rejimlerinden birisini uzun süre uygulamada tuttu. Tekrar liberal ekonomiye döndü. Kaynaklarını boşa harcayınca planlı ekonomiye geçti. Fiyatları, ücretleri, kiraları kontrol etmeye çalıştı. Sermaye hareketlerinin son derecede kısıtlı olduğu bir ortamda sabit döviz kuru ve sabit faiz uygulaması yaptı. Sonra yeniden liberal ekonomiyi denemeye başladı. Deregülasyon ve arz yönlü ekonomiyi uygulamaya başladı. Bütün bu aşamaları geçerken birçok kez ekonomik kriz yaşadı ama bunların hepsini de kısa sayılabilecek sürelerde atlatmayı başardı. Bugün gelinen aşamada Türkiye, dalgalı döviz kuru, serbest faiz, serbest piyasa sistemi içinde görünse de zaman zaman bunların tam tersini de denemeye devam etmektedir.

Türkiye’nin, Osmanlı’dan devraldığı ekonomide ve sosyal yaşamda ilk dönemlerde gerçekleştirdiği fakat sonradan bozduğu yapısal değişimi yüzyıl sonra yeniden yapmak zorunda olması, bu yüzyıllık tarihin en tuhaf ve üzücü yanıdır.

İstanbul'da doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni (iktisat ve maliye bölümü) bitirdi. Doktorasını Gazi Üniversitesi'nden 'Kamu İktisadi Teşebbüslerinin Finansmanı' başlıklı tezi savunarak aldı. Maliye Müfettiş Muavini olarak başladığı kamu hizmetinde Maliye Müfettişi, Maliye Başmüfettişi, Gelirler Genel Müdür Yardımcısı (tedvir), Hazine Genel Sekreterliği Daire Başkanı, Genel Müdür Yardımcısı, Washington Büyükelçiliği Ekonomi ve Ticaret Müşaviri, Kamu Finansmanı Genel Müdürü, Hazine Müsteşar Yardımcısı, Washington Büyükelçiliği Ekonomi Ticaret Başmüşaviri olarak görev yaptı. 1997 yılının Temmuz ayında Hazine Müsteşarı olarak atandı, aynı yılın Aralık ayında bu görevden istifa ederek kamu görevinden ayrıldı. Hazine'de görev yaptığı dönemlerde Temsan (Türkiye Elektromekanik Sanayii A.Ş.), TEK (Türkiye Elektrik Kurumu) yönetim kurulu üyeliklerinde, YÖK (Yüksek Öğretim Kurumu) üyeliğinde, Dünya Bankası ve Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası guvernör vekilliği ve guvernörlüğünde bulundu. Kamu kesiminden ayrıldıktan sonra özel kesimde, çeşitli kuruluşlarda yönetim kurulu danışmanlığı, yönetim kurulu başkanlığı ve üyeliği yaptı. İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde on yıl öğretim görevlisi olarak ders verdi. Yeni Yüzyıl ve Radikal Gazetelerinde, aylık CNBCe Business dergisinde köşe yazıları yazdı, CBNCe ve NTV televizyonlarında ekonomi danışmanı ve yorumcusu olarak çalıştı. Kadir Has Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak ders veriyor. Hitit uygarlığının tanıtılmasına yaptığı katkılar nedeniyle Çorum ve Hattuşa (Boğazkale) belediyelerince fahri hemşehrilikle ödüllendirildi, Türk Eskiçağ Enstitüsü'ne muhabir üye olarak seçildi.

Bir cevap yazın