Altına Hücum! – Ayça Tekin-Koru


 

Türkiye’nin doğal varlıklarının korunması, adil bir kaynak yönetimi için daha sıkı denetim mekanizmalarının oluşturulması, yerli halkın haklarının gözetilmesi ve ulusal çıkarların öncelenmesi gerekiyor.

Erzincan’ın İliç ilçesinde, 13 Şubat 2024’te Anagold Madencilik Sanayi ve Ticaret A.Ş.’ye ait siyanürlü altın madeni sahasında büyük bir felaket yaşandı. 350 metre yüksekliğindeki liç yığınının çökmesi sonucu 10 milyon metreküp toprak, 200 metrelik yamaçtan 800 metre boyunca kaydı. Olayın ardından 300’ün üzerinde arama kurtarma ekibi seferber oldu ancak yeni toprak kayması riski nedeniyle çalışmalar durduruldu. Bu trajedide 9 işçi toprak altında kaldı ve dereye akan bu toprağın kaldırılmasının aylar sürebileceği tahmin ediliyor.

Anagold Buzdağının Görünen Kısmı

Evet, Anagold, Türkiye’nin madencilik sahnesinde göze çarpan bir aktör ama Anagold aslında buzdağının görünen kısmı. Son yıllarda, özellikle Kanadalılar başta olmak üzere birçok yabancı şirket Türkiye’de madencilik faaliyetlerine hız vermiş durumda. Cumhurbaşkanlığı Yatırım Ofisi’nin açıklamalarına göre, 2004 yılında Türkiye’de sadece 138 olan uluslararası maden şirketi sayısı günümüzde 773’e çıkmış durumda. Yatırım Ofisi, Türkiye’nin madencilik sektöründeki şirketlere sunduğu avantajların arasında işgücü, lojistik, sondaj maliyetleri, çekici devlet teşvikleri ve rekabetçi vergilerin bulunduğunu belirtiyor.

Altın Madencileri Derneği’nin verilerine göre 2023 itibarıyla Türkiye’de 19 altın madeni faaliyet gösteriyor. Ülkemizde altın üretimi ilk olarak 2001 yılında İzmir Bergama’da Ovacık Altın Madeni’yle başlıyor. O yıl 1,4 ton olan altın üretimi, yeni işletmeye alınan altın madenleriyle 2023 yılında 35,5 tona çıkıyor. Bu madenlerde genellikle siyanür kullanılarak gerçekleştirilen altın üretim faaliyetleri sadece çevre için değil, aynı zamanda halk sağlığı için de ciddi bir tehdit oluşturuyor. Atık havuzlarından kaynaklanan sızıntılar, başlangıçta yüksek siyanür konsantrasyonları nedeniyle akarsular ve göllerde balıkların, kuşların ve diğer canlıların ölümüne yol açıyor. Ayrıca, yayılan ağır metal bileşikleri yeraltı ve yerüstü su kaynaklarını kirletiyor, tarım ve hayvancılık yoluyla besin zincirine giriyor ve zamanla ortaya çıkan ciddi sağlık sorunlarına neden olabiliyor.

Sadece altın madenlerine değil, Türkiye’nin dört bir yanında sürmekte olan maden çalışmalarına her gün bir yenisinin eklenmesiyle ülkenin maden sektöründe hızlı bir genişleme yaşanıyor. Geçtiğimiz yıllarda Türkiye’de madencilik sektörünün büyük bir ivme kazandığının delilleri, Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü’nün verilerinde mevcut: 2008-2023 arasındaki 15 yılda toplam 386 bin maden ruhsatı verilmiş durumda.

Maden şirketleri, genellikle küçük bir alan için başvuru yaparak Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’ndan ruhsat alıyor. Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) Yönetmeliği’ne göre, 25 hektara kadar olan maden projeleri daha kolay onay alıyor. Bu süreci bilen şirketler, önce küçük bir maden için izin alıp sonra bu alanları yeni yeni projelerle büyütüyor. 2020’den bu yana Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na yapılan 1.769 kapasite artışı başvurusunun büyük bir kısmı, “ÇED gerekli değildir” kararı alarak onaylanmış durumda. 351 başvuru ise olumlu ÇED raporu almış vaziyette.

Bu bağlamda, Erzincan İliç’teki maden, sıkça yaşanan kazalarla gündemden düşmeyen bir çok uluslu şirket (SSR Mining) ve bir Türk şirketin (Çalık Holding) ortaklığındaki Anagold Madencilik tarafından işletilen bir örnek olarak karşımıza çıkıyor. Şirket, 2008’de ilk onayını almasının ardından beş kez genişleyerek günümüzdeki boyutuna ulaşmış. 2022’de tesis içinde meydana gelen bir sızıntı sonucu Fırat Nehri’ne siyanürlü su karışmasının ardından birkaç ay faaliyetine ara verdirilen maden, Ağustos 2023’te Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından yapılan inceleme sonucunda, «ÇED gerekli değildir» kararı alınarak tekrar büyüme yolunda adım atmış.

Doymak bilmeyen bu altın iştahı, aklıma Altına Hücum filmini getiriyor.

Altına Hücum

Büyük Charlie Chaplin, 1925’te çektiği ilk uzun metrajlı filmi Altına Hücum için “hatırlanmak istediğim film” diyor. Ve sahiden de Modern Zamanlar ve Büyük Diktatör gibi Altına Hücum da Chaplin denince akla gelen ilk filmler arasında yer alıyor. Amerikan sinema tarihçisi Jeffrey Vance, Altına Hücum’u analiz ederken şunları diyor1:

“Altına Hücum, destansı bir kaliteye sahiptir. Film, Tramp ana karakteriyle rahatça özdeşleşen görkemli ve epik bir macerayı sergiler. Tramp, bu macerada, doğanın zulmünden ve insanlığın kötülüğünden şansı, cesareti ve girişkenliği sayesinde kurtulur. Chaplin’in bu filmde işlediği ana tema, altına hücum yıllarının zor şartlarında ortaya çıkan temel insani ihtiyaçlar (yiyecek, para, barınak, kabul ve sevgi) arayışıdır. Filmin kurgusunun materyalist 1920’leri yansıtması tesadüf değildir.”

Neden mi tesadüf değildir? Çünkü 1920’ler materyalizmi, Birinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan ekonomik canlanmanın bir yansıması olarak ortaya çıkar. Bu dönemde insanlar, savaşın getirdiği zorlukları ve sıkıntıları geride bırakarak tüketim kültürüne odaklanırlar. Savaşın etkisiyle ortaya çıkan boğucu atmosferin ardından, bireyler özgürlük ve eğlence arayışına yönelirken, tüketim alışkanlıkları da büyük bir değişim gösterir. Özellikle Amerika’da sanayi üretimindeki artış, kitlesel üretim tekniklerinin gelişimi ve kredi kullanımının yaygınlaşması insanların daha fazla mal ve hizmet satın almalarını sağlar. Arabalar, radyolar, giyim ve ev aletleri gibi tüketim ürünleri popüler hale gelir. İnsanlar, sosyal statülerini ve başarılarını bu tür materyal varlıklar üzerinden ölçmeye başlarlar.

Bugünün materyalist kültürü ise 1920’lere nal toplatacak seviyede. Çok daha karmaşık ve çeşitli. Teknolojinin hızla ilerlemesi, küreselleşme, dijitalleşme ve sosyal medyanın yükselişi gibi faktörler tüketim alışkanlıklarını iyice kamçılamış ve materyalist değerleri daha da yükseltmiş durumda. Bugün insanlar, sosyal medya platformlarında yaşamlarını sergileyerek, başkalarıyla yarışarak sürekli bir materyalist rekabet içinde. Bugünün materyalizmi, sadece mal ve hizmetlerle sınırlı kalmayıp, kişisel imaj, statü ve popülerlik gibi soyut kavramları da içine alıyor. Bu durum, bireylerin kendilerini sürekli olarak pazarlaması, diğerleriyle karşılaştırması ve bir türlü tatmin olmaması gibi döngülere yol açıyor. Yani, bugün bizler çok daha vahşi ve bir o kadar da görgüsüz bir materyalizmin pençesindeyiz. Bunun en trajik sonucu da doğal kaynakların aşırı kullanımı, çevresel sorunlar ve eşitsizlik gibi ülke bazında çözülmesi imkânsız ve uluslararası mutabakat gerektiren küresel sorunların ayyuka çıkması…

Bu bağlamda, Erzincan’ın İliç ilçesindeki Anagold Madencilik’e ait altın madeninde yaşanan facia, günümüz materyalist eğilimlerinin insan yaşamı ve çevre üzerindeki etkilerini dramatik bir şekilde ortaya koyan çarpıcı bir örnek. Şirketin, madenin genişlemesi için aldığı ruhsatlar, çevresel etkileri göz ardı etme eğiliminde olan birçok şirketin genel tutumunu yansıtıyor. Türkiye genelinde madencilik faaliyetlerindeki hızlı artış, sürdürülebilirlik yerine kâr odaklı genişleme eğilimini gösteriyor.

Dahası, sosyal medyada dünyanın dört bir tarafındaki facialar, savaşlar, olumsuzluklarla biteviye bombardımana tutulan toplumumuz bu tür olaylara karşı giderek daha da duyarsızlaşıyor. Bu duyarsızlaşmayı çok da garip karşılamıyorum, zira bu vahşi sanal gerçeklikte hayatta kalmak için bir savunma mekanizması bu. Ama sonucu vahim: Belleksizlik.

O Hâlde Hatırlayalım: Nasıl Geldik Bu Duruma?

Doğal kaynakların, özellikle madenlerin önemini bilen toplumlar, bu değerleri en iyi şekilde kullanarak ekonomiye katkı sağlamak amacıyla ülkelerine uygun çeşitli yasal düzenlemeler yapmıştır. Ülkemizde maden mülkiyetine sahip olma mücadelesi her dönemde devam etmiş, hem Osmanlı döneminde hem de cumhuriyet döneminin önemli bir kısmında maden mülkiyeti devlet kontrolünde olmuştur.

Osmanlı İmparatorluğu döneminde, madenler şer-i hükümlere göre işletilmiş ve yeni madenlerin bulunmasına büyük önem verilmiştir. Madenlerin işletilmesi için çeşitli teşvik uygulamaları yapılmış, vergi avantajları ve güvenlik önlemleri devlet tarafından sağlanmıştır. Ancak imparatorluğun son yıllarında yapılan değişikliklerle yabancılara maden hakları tanınmış ve madenler Batı sermayesine açılmıştır.

Kurtuluş Savaşı sonrasında, her ne kadar kapitüler nitelik taşıyan yabancı sermayenin egemenliğine karşı çıkılmışsa da cumhuriyetin ilk yıllarında madencilik sektöründe yoğun bir yabancı sermaye girişi olmuştur. 1920-1933 yılları arasında madencilikle uğraşmak üzere kurulan anonim şirketlerin çoğunda yabancı sermaye bulunurken, sadece yerli sermayeli şirketlerin sermayesi bunlara nispeten oldukça düşük kalmıştır.

Cumhuriyetin ikinci dönemi olan 1930’lu yıllarda, Birinci ve İkinci Beş Yıllık Sanayi Planları vasıtasıyla madenciliğe geniş bir yer ayrılmış ve planlar başarıyla uygulanmıştır. Bu dönemde, madencilik alanında Osmanlı İmparatorluğu’ndaki imtiyazlara tepki olarak “millileştirme” hareketleri gerçekleşmiş, günümüzün köklü madencilik kuruluşlarının temelleri atılmıştır.

1940-1945 yıllarını içeren savaş ekonomisi döneminde, diğer alanlarda olduğu gibi madencilik sektöründe de üretim gerilemiştir. 1945- 1960 döneminde, başlangıçta uygulanan “devletçi” politika, 1950’lerde Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle terk edilmiş ve madenlerden kamu sektörü ile özel sektörün eşit şekilde yararlanması ilkesi benimsenmiştir. Bu yönde atılan adımlar arasında, 1954 yılında yürürlüğe giren 6309 sayılı Maden Kanunu bulunmaktadır.

Yeni kanunla özel sektöre öncelik verilmiş ve ekonomik destek sağlanmıştır.

1960-1980 yılları arasında ise, 1961 Anayasası’yla doğal kaynakların devletin tasarrufu altında olduğu ve işletme hakkının devlete ait olduğu yasal olarak güvence altına alınmıştır. Kamu ağırlıklı bir politika izlenmiş, stratejik öneme sahip madenler devletleştirilmiş ve planlı kalkınma dönemine geçilmiştir. 1978 yılında, 2172 sayılı “Devletçe İşletilecek Madenler Hakkında Kanun”la demir-çelik fabrikalarının ihtiyacını karşılamak amacıyla bazı madenler devletleştirilmiştir.

1980’den 2000’e kadar geçen dönemde, ekonominin diğer alanlarında olduğu gibi madencilikte de devletçi politika terk edilerek liberal bir politika benimsenmiştir. Çoğu maden özel sektörün arama ve işletmesine açılmış, devletin bazı madenler üzerindeki öncelik hakkı kaldırılmıştır. Bununla uyumlu olarak 2172 sayılı kanun yürürlükten kaldırılmış, 1983 yılında çıkarılan 2840 sayılı kanunla kamulaştırılan maden sahalarının eski sahiplerine iadesi kararlaştırılmıştır. Bor, uranyum, toryum gibi bazı madenlerin aranması ile işletmesi devlete bırakılırken, kömür ve demir madenleri serbest bırakılmış ve özel sektörün arama ile işletme faaliyetlerine açılmıştır.

Tüm bunları takiben, 6309 sayılı yasanın günün koşullarına uygun olmaması, 1982 Anayasası’yla çelişmesi ve madencilikte verimliliği etkileyen bazı hükümlerin bulunması nedeniyle 1985 tarihli 3213 sayılı Maden Kanunu çıkarılmıştır.

Buraya kadar olan kısa tarihçe, 1923-2000 arasındaki dönemde devletin madencilik politikasının kalıcı ve belirgin bir çizgisi olmadığını, hükümetlerin siyasi görüşleri doğrultusunda devlete ya da özel sektöre öncelik verdiğini göstermektedir.

Ancak 2001 yılından itibaren Türkiye’nin madencilik politikasında önemli değişiklikler yaşanmıştır. 3213 sayılı Maden Kanunu, 1987 ve 1999 yıllarında iki kez olmak üzere bugüne kadar toplamda 26 kez değişikliğe uğramıştır. Bir başka deyişle, 2001 yılından itibaren kanun 24 kere değiştirilmiş ve siyasi iktidarın istekleri doğrultusunda, madenlerin özel sekörce işletimi için pek çok tavize açık bir yamalı bohçaya çevrilmiştir.

Bunun sonucu olarak da bugün, ülkemizde maden faaliyetlerinin yüzde 90’ından fazlası özel sektör tarafından gerçekleştirilmektedir. Özel sektörün maksimum fayda sağlayarak işlettiği ve işi bittikten sonra elini kolunu sallayarak ayrıldığı maden sahalarının olumsuz etkileriyle uğraşmak da yerel halka kalmaktadır.

Nereye Gidiyoruz?

Geçtiğimiz günlerde Resmî Gazete’de yayınlanan 2024 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı’nın madencilik faaliyetlerine ilişkin kısmında yer alan ifadelere göre, Maden Kanunu’nun değiştirilmesi yeniden gündemde. Maden arama ve işletme süreçlerinde önemli değişiklikler öngören bu programın parçalarını özetlemek gerekirse:

Tarım alanları dışındaki mera ve orman alanlarında maden arama konusunda herhangi bir engel bulunmuyor. Ancak, 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu’na göre tarım alanlarında maden arama izni alabilmek için kamu yararının bulunması gerekiyor. Şu anda kamu yararı kavramı sadece maden işletmeleri için geçerli olup, planlanan değişiklikle tarım alanlarında maden arama izni alınabilmesi için bu kriterin genişletilmesi öngörülüyor.

Programda Toprak Koruma Kurulu’nun onayının yeterli olduğu belirtiliyor ve kamuya yararlı maden işletmelerine bu kurulların onay verdiği ifade ediliyor. Planlanan değişiklikle, tarım arazilerinde maden arama izni alınabilmesi ve bu faaliyetin kamu yararına hizmet olarak kabul edilmesi durumunda, Türkiye genelinde Toprak Koruma Kurulu’nun onayıyla maden arama izni verilebileceği vurgulanıyor. Ayrıca bu değişikliklerle, Tarım Koruma Kurulu’nun kamulaştırma yapma yetkisinin bulunduğu ifade ediliyor.

Programa göre yeni mevzuatla orman, su, maden, jeotermal, petrol ve doğalgaz gibi kaynak alanlarında izin süreçlerinin tek elden yönetilebilmesi ve bürokratik süreçlerin azaltılması için üst düzeyde kurumsal bir mekanizmanın oluşturulacağı öngörülüyor. Yani Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nca idare edilecek bu mekanizmanın esas amacının, maden işletme izni almak için Orman Genel Müdürlüğü, Toprak Koruma Kurulları veya Devlet Su İşleri gibi kurumlara başvuru gerekliliğini ortadan kaldıracak süreçleri hızlandırmak olduğunu söylemek sanırım yanlış olmaz.

İşte buraya gidiyoruz! Ve burası tehlikeli bir patika. Madenlerde Türkiye’nin emeği, sağlığı ve doğası uzun yıllardır yabancı şirketler ve yerli iş birlikçilerinin eliyle yağmalanıyor ve ne yazık ki bu yağma artarak devam ediyor. Ülke topraklarının yerli ve yabancı sermayeli maden şirketleri arasında bölüştürülmesi, sermaye odaklarının taleplerine göre yapılan yasal düzenlemeler, ayrıcalıklar ve teşvikler, ciddi bir kaynak transferine ve yerli halkın mülksüzleştirilmesine neden oluyor.

Bu durum ise, Türkiye’nin doğal kaynaklarının ulusal çıkarlardan ziyade uluslararası sermayenin çıkarlarına hizmet etmesine neden oluyor. Yabancı şirketler ve onlarla iş birliği yapan yerli aktörler, bu kaynakları kontrol etme ve sömürme konusundaki çabalarını sürdürürken, bu süreçte doğanın ve toplumun zarar görmesi kaçınılmaz hâle geliyor.

Bu bağlamda, Türkiye’nin doğal varlıklarının korunması, adil bir kaynak yönetimi için daha sıkı denetim mekanizmalarının oluşturulması, yerli halkın haklarının gözetilmesi ve ulusal çıkarların öncelenmesi gerekiyor. Aksi hâlde, sermaye odaklarının taleplerine göre şekillenen madencilik politikaları, ülkenin kendi kaynaklarından yeterince faydalanmasını engelleyerek ekonomik ve çevresel sürdürülebilirliği tehdit etmeye devam edecektir.

Son Notlar

1. https://silentfilm.org/the-goldrush/

 

 

 

 

 

Ayça Tekin-Koru Orta Doğu Teknik Üniversitesi, İktisat bölümünden lisans derecesini 1994, yüksek lisans derecesini 1997 yılında aldı. Purdue Üniversitesi, Ekonomi bölümünde doktorasını 2001 yılında tamamladı. 2001-2003 yılları arasında Krannert School of Management bünyesinde konuk öğretim üyesi olarak MBA ve Ekonomi programlarında ders verdi. Sonrasında 2003-2011 yılları arasında Oregon State Üniversitesi, Ekonomi bölümünde görev yaptı. 2012-2016 yılları arasında TED Üniversitesi, İşletme Bölümü'nün kurucu bölüm başkanlığı görevini yürüttü. Ayça Tekin-Koru çalıştığı üniversitelerde çeşitli düzeylerde uluslararası iktisat, oyun kuramı, mikroekonomi, makroekonomi ve sosyal meseleler iktisadı gibi dersler verdi. Araştırma konuları arasında, uluslararası ticaret, doğrudan yabancı yatırımlar ve iktisadi bütünleşme bulunmaktadır. Akademik araştırmalarının yanı sıra, 2012 yılından bu yana, İktisat ve Toplum dergisinde Sardunya adlı köşede Türkiye ve dünya ekonomisi üzerine yazılar yazmaktadır. Prof. Dr. Tekin-Koru, halen, TED Üniversitesi Ekonomi Bölümü öğretim üyesidir.

Bir cevap yazın