Türkiye ekonomisi, yüzyılın ilk çeyreğine krizle giriyor. Kriz, bu defa sadece iktisadi değil, aynı zamanda siyasal, toplumsal bir kriz. Hiçbir kriz kendiliğinden meydana gelmez. Benim tanımlamamla kriz, yürütülen politikalar sonucunda da gelir. Yani belli bir dönem kriz birikir, sonra da patlak verir. Yaşamakta olduğumuz kriz de böyle çıktı. Bu krizin bir başka özelliği de kurumsal bir kriz olmasıdır. Krizin kurumsal altyapısı 2010 yılında yapılan Anayasa değişikliğiyle başladı. Toplumun bir kısmı siyasal İslamcı partinin yandaşı olduğu için, bir kısmı da “yetmez ama evet” diyerek halk oylamasında evet oyu verdi. Bu tarihten sonra AKP Cumhurbaşkanlığı makamını da eline geçirdiği için işe (Bülent Arınç’ın ifadesiyle, 2008’den itibaren Hükümet, Cumhurbaşkanı Gül’le birlikte ellerinde oyuncak yaptıkları) hukuk sistemi ve üniversitelerden başladı. Üniversite sistemini, YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan’ı kullanarak yıktı (Özcan, daha sonra ödül olarak Varşova büyükelçisi oldu). Ardından gelen 2011 seçimiyle AKP hareket alanını genişletti. 2017 halk oylamasıyla Türkiye’de rejim değişti. Kriz birikiminin ivme kazandığı yıl da 2017 oldu. Çoğu kişi, pandemi sonrası ülkenin krize girdiğini sanıyor. Bu doğru değil; kriz, 2017 yılında başladı ancak ülke için için yandığından, fark edilmedi.
2025 yılına girmemize üç ay kala açıklanan Orta Vadeli Program hedeflerine baktığımızda son iki yılın kaybedildiği açıkça görülmekte. 2023 yılında olduğu gibi 2024 yılında da hedefler tutmadı. 2025 yılı hedefinin tutması da zor gözükmekte. Bunun için birkaç rakamı burada sıralayalım. 2025 yılı enflasyon hedefi yüzde 17,5; büyüme hedefi yüzde 3,5; işsizlik oranı hedefi de yüzde 9,6. Kişi başına gelir hedefi ise 17.028 dolar. OVP’de bu hedeflere erişmek için hiçbir yapısal önlem yok. Anlaşılan programdaki hedefi gerçekleştirmek için yine para politikasına ve gelir dağılımını daha da bozacak maliye politikasına güveniyorlar. Bunu yaparken ileri görüşlü davranamıyorlar. Örneğin tüketimi kısarak talebi düşürmek istiyorlar, bunun için kredi kartı kullanımına hem şirketler hem de bireyler için kısıtlama getiriyorlar. Bunu yaparken kredi kartı kullanımının artmasının kayıt dışılığı azalttığını, vergi gelirlerini artırdığını unutuyorlar.
Gelişmiş tüm ülkelerde iktisat politikaları, hukuki altyapı kurularak uygulanır. Bizde bu, Turgut Özal’la birlikte aşınmaya başladı; 2002’den bu yana ise her geçen yıl daha da yıprandı; nihayetinde de ekonomi ile hukuk ilişkisi koptu. TİP Milletvekili Can Atalay için Anayasa Mahkemesi kararını uygulamamak sadece Atalay’la ilgili görülmemeli. Çünkü Anayasa’nın kararı görmezden gelinerek Türkiye’nin Anayasal Devlet olmadığı tescillendi. Yani artık bu ülkede hiç kimsenin canı, malı anayasal güvence altında değil.
Bu durum elbette devletin yönetim biçimini kamusal olmaktan çıkartmakta, adeta özelleştirmektedir. Turgut Özal’ın 1980’li yılların başında söylediği, mevcut Cumhurbaşkanımızın da yakın dönemde dile getirdiği “devlet şirket gibi yönetilmeli” temennisinin gerçekleştiğini görmekteyiz. Biz de 167. sayımızda bu konuyu öne çıkardık. Dergimizin bu sayısına emek veren tüm akademisyen dostlarımıza teşekkür ediyoruz.
Sevgiyle ve okuyarak kalın
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.