Dünya her gün biraz daha otoriter liderlerin egemenliği altına giriyor. Her otoriter liderin rüyasının totaliter bir rejim kurmak olduğunu geçmiş deneyimlerden biliyoruz. Platon’dan Duverger’e, Hannah Arendt’e, Ersin Kalaycıoğlu’na kadar birçok filozof ve akademisyen bu gelişimi farklı yönleriyle bize anlattı. Her totaliter rejim darbe yoluyla gelmez. Hatta çoğunluğu popülizmin tuzağına düşer ve de halkın tercihleriyle kurulur. Buna somut örnekler olarak İtalya’da Mussolini, Almanya’da Hitler faşizminin kurulmasını gösterebiliriz. Bazı ülkelerde faşizme karşı halk direnir, ancak Cumhuriyet savaşını yitirirler. İspanya’da Franco, Şili’de Pinochet faşizmi böyle kurulmuştur. Bu ülkelerin bazıları totaliter rejime geçmeden önce demokrasi deneyimi vardı, Çin ve Rusya gibi ülkeler ise böyle bir deneyimi hiç yaşamadı.
Totaliter rejimlerin ekonomilerinde nepotizm, yandaş (crony) kapitalizm egemen olur. Özellikle demokrasi deneyimi yaşamayan ülkelerde bu durum halk için normaldir. Buna karşılık diğer ülkelerde sınıf çatışması bir süre sonra artar, totaliter sisteme biat eden burjuva-varsıl sınıf nepotizmden ve yandaş kapitalizmden şikâyet etmeye başlar. Bu da ülkelerin belli bir dönem sonra olağan demokrasiye ve kapitalizme geri dönmesine neden olur. Bu kapitalizmin refah devletini benimseyip benimsemeyeceğini işçi sınıfının gücü belirler. Örneğin Almanya ve Kuzey Avrupa’da bu sosyal devlete dönüşerek gerçekleşmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti bağımsızlık savaşının hemen ardından kuruldu ve çok partili sisteme geçmek için büyük çaba gösterdi. Ne yazık ki bugün Cumhuriyet rejimine karşı duranlar, o dönemde de isyanlarla ve kurulan muhalefet partilerine girip fitne yaratarak bu çabayı 1946’ya kadar sürdürdüler. 1950 yılında, çok az ülkede yaşanan bir deneyim ülkemizde yaşandı. Ülkeyi kuran ve 27 yıl tek parti olarak yönetimde kalan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) “millet bize muhalefet görevi verdi” (bu söz Demirel’e aittir) diyerek iktidarı devretti. İktidara gelen DP, Cumhuriyeti özümsemeyenlerin elinde olduğundan kısa sürede otoriter bir yönetime dönüştü. Kendisini iktidara getiren sistemi karşısına aldı. Bedeli ağır oldu, 1960 darbesiyle iktidardan düştü. Darbe ülke için kötü oldu, çünkü ardından 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri geldi. Türkiye’de yapılan her darbe Cumhuriyetten bir parça daha kopardı, nihayetinde Kasım 2002 seçimleriyle iktidara gelen AKP Lideri Sayın Erdoğan “Demokrasi, hedefe ulaşmak için binilecek bir tramvaydır, istediğimiz durağa gelince ineriz!” diyerek geleceğe yönelik atacağı adımları açık açık söylemişti. Sonuçta 2017 Anayasa değişikliğiyle Türkiye melez demokrasiden otoriter rejime geçti. 2025 yılından sonra da artık rekabetçi otoriter sistemi de istemediğini gösteren uygulamalara girişti.
AKP, 23 yıllık iktidarı döneminde oldukça net oldu, söylediklerini unutmadı ve koyduğu hedefler doğrultusunda ilerledi. Arendt yaşasaydı, Türkiye için “teorime uygun gelişim gösteren ülkelerin başında geliyor” derdi. Gelinen bu noktada AKP adeta Tennessee Williams’ın Arzu Tramvayı’nın son durağındadır. Gidecek yeri kalmamıştır. Sığınacağı yerler çok güçlü ve dayanıklı mekânlar değildir. Üstelik Tramvay, uzun süre aynı durakta kalamaz. Bundan dolayı çözümü artık AKP bulamaz. Çünkü kendisi son durağa gelmiştir. Tramvaya yeni bir yön çizilecek. Bunu ancak kendi sınıf gücünün farkına varacak olan mavi-beyaz yakalı işçi sınıfı ve köylüler yapacak.
İTD yakın dönemde iki dostunu yitirdi. Eski TCMB Başkanı Süreyya Serdengeçti ve Doç. Dr. Hasan Ersel hocamız uçmaya vardı. Kendilerine ışıklar içinde uyusunlar diyoruz. Türkiye için önemli değerlerdi. Çabuk ayrıldılar. Anıları önlerinde saygıyla eğiliyoruz.
Sağlıkla, sevgiyle ve okuyarak kalın.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.