Ömer
Faruk Çolak: İktisat ve Toplum Dergisi’nin değerli okurları, Fark Yaratanlar köşesine, iktisatçıları değil, diğer alanlarda fark yaratanları taşıyoruz, röportaj yapıyoruz. Bu ayki sayımızda yine bir sanatçıyla beraberiz. Sanatçımızın özelliği çok ve bu özelliklerini kendisinin anlatmasını isteyeceğim. Ama sadece şu kadarını söylemek isterim; bir koltukta birkaç tane karpuz tutan bir sanatçıyla karşı karşıyayız. İstanbul Devlet Opera ve Balesi sanatçılarından Burcu Soysev. Sağ olsun bizim röportaj teklifimizi kabul etti. Bugün onunla beraberiz. Burcu Hanım, bir taraftan da Burcu Hocam diyesim geliyor. Efendim, hoş geldiniz.
Burcu Soysev: Hoş bulduk. Beni davet ettiğiniz için, bu seçkin derginin yaptığı bu güzel röportajlardan birinde bana yer verdiğiniz için ben de çok teşekkür ederim size.
Ömer Faruk Çolak: Ne demek! Sanatçılar bizim kalbimizin ve beynimizin en üst noktasında. Çünkü sizler olmasanız, açıkçası insan olduğumuzun pek farkına varamayız. Bir felsefecinin söylediği bir cümle vardır, o benim çok hoşuma gider; “insan, insan olarak doğmaz; taşını yonttukça insan olur” diye. Müzik de onlardan bir tanesi diye düşünüyorum. Değerli okurlar, Burcu Soysev’e önce eğitim, sonra da mesleki hayatıyla ilgili sorular soracağım. Ama siz de birazdan, iyi ki Fark Yaratanlar’a Burcu Soysev’i davet etmişsiniz, o da iyi ki kabul etmiş diyeceksiniz. Burcu Hanım, şöyle başlayalım; ilkokul, ortaokuldan başlayarak, bu müzik hevesinin nereden geldiğini anlatır mısınız? Herkes müzisyen olayım demez, öyle zorlu bir sürece girmez. Söz sizin, buyurun Burcu Hanım.
Burcu Soysev: Aslına bakarsanız ta ilkokuldan öncesinden geliyor. Çünkü benim baba tarafım tamamen müzisyen. Babaannem Ankara Radyosu’nda keman sanatçısıydı, oradan emekli oldu. Babam, TRT repertuarında yüzlerce bestesi olan bir klasik Türk musikisi bestekarı. Yine halam devlet çok sesli korosundan emekli; yani baba tarafım müzikle çok haşır neşir. O yüzden ben daha ilkokula başlamadan, iki üç yaşından beri müziğin içerisindeyim. Hatta babaannem bana beş altı yaşlarındayken küçük bir keman almıştı ve ben onunla müzik hayatıma başlamıştım. Yani bazı Türk sanat müziği peşrevlerini, saz semailerini falan çalacak haldeydim (tabii kendi çapımda). Küçücük bir kemanla ders alıyordum babaannemden. Yani çok önceden beni cezbetmiş bir şeydi müzik. Sonra bir şekilde ilkokula gittim. TED Ankara Koleji’nde okudum. Biz Ankara’da yaşıyorduk o zaman. TED Ankara Koleji’nde ilkokul, ortaokul, liseyi okudum, oradan mezun oldum. Ben ortaokul zamanlarındayken, o zamanlar Hacettepe Üniversitesi Ankara Devlet Konservatuarı bir yarı zamanlı bölüm açmaya karar verdi. Bu bölümde bir yandan okulunuza devam ediyorsunuz, bir yandan da konservatuarın kurs niteliğinde bir programı var, haftanın belli saatlerinde oraya gidiyorsunuz. Bu programın sınavlarını annem haber verdi bana. Ben de katıldım, kazandım ve orada bir koroya başladım. Hem nota dersleri, solfej dersi, ses eğitimi dersi alıyorduk hem de koro çalışmalarına katılıyorduk. Dersler genellikle hafta sonu oluyordu. Benim çok sesli müzikle tanışmam zaten o döneme denk geliyor. Konservatuar koridorlarında insanların şan egzersizleri yapmalarını duydum; o anda “benim yerim burası, ben burada olmalıyım” dedim. Sonra da devam ettim, on altı on yedi yaşlarına geldim; tabii müzik eğitimim devam ediyor ama okulum da iyi gidiyor. Üniversite sınavına girdim, her genç gibi ben de tercihlerimi yazdım ve Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazandım. Ama kalbim, konservatuara gitmek istiyor. Konservatuarın şan bölümünün de sınavlarına girdim. Onu da kazandım ve benim için böyle…
Ömer Faruk Çolak: Neden hukuku tercih ettiniz?
Burcu Soysev: Hukuku, toplumsal yapımızda vardır ya “dayanabileceğin, sıkı sıkı sarılabileceğin bir mesleğin olsun, sonrasında müzik de arkasından gelir” düşüncesi, o sebepten seçtim. Tabii maalesef ailem de o konuda biraz etken oldu. Konservatuara gitmeme biraz karşı çıktılar o dönem. Ben de Hukuk Fakültesi’ne devam etmek durumunda kaldım. Devam ettim ama kalbim hâlâ müzik yapmaktan yanaydı. Hiçbir zamanda kendimi Hukuk Bölümü’ne ait hissedemedim işin aslı. Bir şekilde bitirdim. Fakat Hukuk okumak beni hiçbir zaman tatmin etmedi; o bölüme dair bir hayalim olmadı.

Üniversite bitti, karar aşamasındaydım ve hâlâ mesleğimi yapmak istemiyordum. Operanın bir sözleşmeli sınav açtığını duydum; yani yevmiyeli olarak eleman alacak. Ben de o sınava hazırlandım ve kazandım. Fakat bu branşa ait bir lisans eğitimimim yok. Ve tabii ki bu lisans eğitimine sahip olmamak, ileride mesleki hayatımda bana dezavantaj olacaktı. Ayrıca içimde bir eğitim alma ihtiyacı yatıyordu ve bu işi ciddi anlamda yapmak için eğitim almam gerektiğine inanıyordum. Sonra ikinci üniversiteye başladım. Yirmi sekiz yaşında Bilkent’in Opera Bölümü’ne girdim. Yüksek lisansımı ve doktoramı da aynı üniversitede tamamladım. Bununla birlikte, Ankara Operası’ndaki görevime de devam ettim. Opera sanatçısıyken Hacettepe Üniversitesi’nin öğretim görevlisi kadrosu için açtığı sınavı kazandım. İki sene Hacettepe Konservatuarı’nda çalıştım. Şan Bölümü Başkanlığı yaptım. Sonra da İstanbul Operası’nın kadro sınavını kazandım ve tamamen İstanbul’da yaşamaya başladım. İstanbul’dayken doçentlik sınavına girdim; kadro sınavını kazandığım sene doçentliğimi de aldıktan sonra Haliç ve Bahçeşehir konservatuarlarında hocalık yapmaya başladım ve hâlâ devam ediyorum. Şan hocalığı yapıyorum. Bahçeşehir Konservatuarı’nda hem oyunculara ses eğitimi veriyorum hem de opera öğrencilerim var. Haliç’te de Opera Bölümü’nde öğrencilerim var. Stil ve yorum dersleriyle birlikte ses eğitimi derslerine giriyorum.
Ömer Faruk Çolak: O zaman karşımızda bir avukat, bir opera sanatçısı ve bir öğretim üyesi var. Sizinle ortak bazı yönlerimiz varmış. Benim iki kardeşim Ankara Hukuk mezunu. Gelinim Bilkent Hukuk mezunu, büyük oğlum Bilkent Kimya mezunu, orada yüksek lisans da yaptı; doktorayı başka yerde yapıyor. Ben de naçizane hâlâ Hacettepe Üniversitesi’nde ders vermeye devam ediyorum.
Burcu Soysev: Harikasınız.
Ömer Faruk Çolak: Şimdi benim esasında merak ettiğim şey şu; iki karpuzu bir arada taşımak zordur, siz bunu taşımışsınız. Halbuki biz hoca takımında bir önyargı vardır, siz de karşılaşmışsınızdır; deriz ki gençler az çalışıyorlar, şunu yapmıyorlar, bunu yapmıyorlar. Bu çalışma hırsını nereden buldunuz? Anneniz ve babanız mı teşvik etti, yoksa bu benim idealim deyip sarıldınız mı böyle, bırakmamacasına?
Burcu Soysev: Aslına bakarsanız küçük yaşlardan beri düzenli çalışıyorum; ilkokulda, ortaokulda da öyleydi. Yapı olarak, yapılması gereken işi son ana bırakan bir çocuk değildim. Annemiz babamız da öyle çalış demezdi ama benim mizacım böyleydi. Tabii iş müzik olduğu zaman her şey daha farklı. Özellikle hukuk eğitiminde bu kadar zaman kaybından sonra müzik eğitimine dönmek bir cesaret meselesi aslında. Zamanla ilgili bazı kayıplarınız da oluyor tabii ki. Zaman geçtikçe ideallere ulaşmak daha zormuş gibi geliyor. Ama bir şekilde müziği çok sevmek, bunu yapmak istemek, hayatımın anlamının bu olduğuna inanmak beni buna sevk etti. Sanki müzisyen olarak başka mesleği yapan bir insan olmaktansa, bir müzisyen olarak dünyaya daha kendime özgü bir mesaj verecekmişim gibi hissettim. Belki başka meslekler de yapabilirdim ama beni kendine özgü hissettirecek şeyin bu olduğuna inandım hep baştan beri. O nedenle bu doğrultuda da yılmadan çalışmaya gayret ediyorum.
Ömer Faruk Çolak: Opera Türkiye’de saygın bir yerde ama geçmişi çok eski olan bir alan değil. Ben opera tarihiyle ilgili bir şeyler okumuştum. 1930’lara dayanıyor. Her ne kadar Osmanlı’da da operayla ilgili sahneler olsa da, meşhur Donizetti’yi Türkiye’ye getirip askeri bandonun başına koysalar da 1930’da Atatürk’le beraber başlıyor ve Adnan Saygun ilk operayı besteliyor fakat sonra beste tarihine baktığımızda yani Türk operasında besteyle ilgili sanki biraz yavaşlık var. Buna pek ilgi göstermemiş galiba Türk bestecileri. Sanırım en son çıkan, sizinle de ortak arkadaşımız Artun Hoinic’in yazdığı, babasının da bestelediği Truva Operası var. Ben çok beğenmiştim Truva’yı, gerçekten muhteşem bir operaydı. Bunu neye bağlarsınız birinci sorum bu, biraz zor bir soru olabilir. Türk halkının operaya ilgisini nasıl buluyorsunuz, özellikle de son dönemde gençlerin operaya ilgisini?
Burcu Soysev: Ben İstanbul Devlet Operası’nda on yıldır çalışıyorum neredeyse, on birinci yılıma girdim. İstanbul Devlet Operası, AKM açılana kadar, Süreyya Operası’nda temsillerini yapmıştı ve bizim bütün temsillerimiz hep doluydu. Ankara Devlet Operası’nda on üç yıl çalıştım. Aynı şeyi Ankara için de söyleyebilirim. İstatistiki olarak bu şekilde ifade etmek belki doğru olmayacak ama Ankara’da ya da İstanbul’da hiçbir temsilimizin boş geçtiğini hatırlamıyorum. Bazı temsillerde, belli bir oyun adedinden sonra, sanırım şehir o oyuna doyuyor, o noktada gelenler azalıyor. Ama Ankara’da ve İstanbul’da sahnelerimiz hep doluyor ve hep ilk günlerden de biletlerimizin bittiği haberini alıyoruz. Bu çok sevindirici bir şey. Demek ki siz insanlara gerçekten nitelikli bir şey sunduğunuz zaman bunun bir alıcısı var. Ben buna bütün yüreğimle inanıyorum. İyi çalışılmış, gerçekten emek verilmiş, güzel kalitede işlerle seyirciyi buluşturduğumuz zaman seyirci bunlara mutlaka geliyor ve ilgi gösteriyor. Pandemiden sonra AKM de açıldı ve pek çok oyunumuz gösterime girmeye başladı; temsillerimiz, konserlerimiz hemen hemen hepsi hınca hınç doluyor. O zaman bir ilgi var diyebiliriz rahatlıkla.
Ömer Faruk Çolak: Ben de kesinlikle katılıyorum. Kendi çapımda opera ya da çok sesli müzik dinleyicisi olmaya çalışıyorum. Bilet bulmakta hep zorlanıyorum. Sabahın onunda kalkıp bilgisayarı açtığımda bakıyorum, ilk sıralar gitmiş, yoğun bir ilgi var. Buna rağmen Türkiye’de bina, külliye ya da kampüs olarak, henüz operaya ait bir alan yok. İlk defa Ankara’da bir tane yapılıyor bildiğim kadarıyla, güzel bir şey ama yurt dışında 100-150 bin kişilik küçük kentlerde bile opera binası var, opera izleyebiliyorsunuz. Sanki Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki ivmeden sonra biraz yavaşlamış gibi duruyor. Bildiğim kadarıyla şu anda Ankara, İstanbul, İzmir, Samsun, Antalya ve Mersin var. Diyarbakır’daki, Antep’teki ya da Çorum’daki birinin gelip Ankara’da, Mersin’de, İzmir’de vb. seyretmesi lazım. Bununla ilgili ne yapılabilir? Biz buradan bir çağrı yapalım Kültür Bakanlığı’na, sahneleri çoğaltın. Sizin söylediğiniz gibi Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası da bir ara kentlere gitmişti konserler vermeye. Herkes; Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası gelmiş, o kentteki insanlara, kentin kültürüne aykırıdır, kimse gelmez falan zannediyordu. O zamanlar o organizasyonu yapan genel müdür yardımcısının bir röportajını ve konserden görüntüleri izlemiştim, inanılmaz bir ilgi vardı. Salondan hınca hınç çıkan insanlarla röportaj yapıyorlar, herkes çok mutlu… Dolayısıyla bizim yapımıza uygun gibi geliyor opera, kültürümüze çok uzak değil. Ne dersiniz?
Burcu Soysev: Kesinlikle, ben de size katılıyorum. Opera ve klasik müzik tabii ki hepimiz için. Ben de opera sanatçısı bir ailenin çocuğu değilim ya da klasik müzik kökenli bir aile yapım yok. Ama bir süre sonra bu gelişiyor. Bence dinleye dinleye aşina olunan ve öğrenilen (dinlemeyi de öğrenmekten bahsediyorum); gerçekten bir dinleyici olarak da zamanla kendinizi işin içinde bulduğunuz bir sanat. Aslında, bu müziğin neden kulağa daha değerli geldiğini anlamanız için bir altyapı gerekiyor. O altyapıyı oluşturabilmek için de gerçekten daha fazla insanın bu işle muhatap olması lazım. Şimdi altı tane operamız var; Ankara ve İstanbul’u yakinen bilmekle birlikte, diğer operaları da tahmin ediyorum, hepsi doluyor. Ülke çapında de pek çok yerde bu kadar dolacak sahne var, sizin de dediğiniz gibi. Hocalık da yapan biri olarak eklemek istiyorum; o kadar çok gencimiz var ki bu işlerle uğraşan, mezun olan ve gerçekten bu işi yapmak isteyen. Gençlerimizi yönlendirebileceğimiz daha fazla sahnemiz olabilir. Ben kesinlikle seyircinin talep oluşturabileceğini ve bizim bu talebi çok rahatlıkla karşılayabilecek bir kapasitemiz olduğunu düşünüyorum.
Ömer Faruk Çolak: Bence de öyle çünkü birçok konservatuar mezunu öğrenci, konservatuara, operaya ya da senfoni orkestralarına ki o da çok yok, giremediği için gidip caz veya farklı müzikler yapıyor barlarda ya da müzikhollerde. İstiyorlar ki biz de orada olalım ama olanak olmuyor.
Aslında müziği ayırmak da yanlış gibi geliyor; çok sesli müzik, tek sesli müzik, opera, türkü, şarkı… Zaten Türk halkının operaya yatkınlığı ya da sevgisi sizin yaptığınız bir işle daha da gün yüzüne çıktı. Siz video çekiyorsunuz ve Türk sanat müziği ya da türkü söylüyorsunuz. Ben Burcu Soysev’le röportaj yapacağım dediğimde, kaç kişi sizi tanıdığını belirtti. Ama dürüstçesi bir kısmı da türkü, Türk sanat müziği söylediğiniz için tanıyor. Benim bildiğim Hakan Aysev, Tuncer Tercan bunu yapıyor. Sizden çok nesil önce rahmetli Ruhi Su da yapmıştı. Muhtemelen başkaları da vardır, bilmiyorum. Bunu kullanmanız bana göre açıkçası büyük hizmet.
Burcu Soysev: Çok teşekkürler.
Ömer Faruk Çolak: Siz onu daha da ileriye taşımayı düşünüyor musunuz? Türk sanat müziği ya da türkülerimizi de opera formatında söylemeye.
Burcu Soysev: Açıkçası opera şarkıcısı olmak için çok emek verdim ama hayatımın daha öncesinde her zaman için başka şarkılar söyleyen biriydim ben. Ve o müziklerin de hepsinin kendine göre eşsiz olduğunu düşünüyorum. Gerçekten hepsi ayrı ayrı değerler; biri altınsa biri zümrüt, diğeri pırlanta. Hepsi birbirinden güzel ve hepsi birbiriyle yarıştırılamayacak değerler. Ben o şarkıları da söylemeyi seven biriydim. Bir karaoke programında bir Neşet Ertaş altyapısı duydum ve ona vokaller yapmak geldi bir anda aklıma. Programı da kendimi dinlemek için kullanıyordum; nasıl duyuluyorum, kendimi nasıl geliştirebilirim diye inceliyordum. Benim ilgimi cezbeden “Yazımı Kışa Çevirdin”di, Neşet Ertaş’ın türküsü. Bu altyapıyı duyunca kendimce ona biraz doğaçlamalar eklemeyi düşündüm. Sonra, güzel olunca da birkaç tane daha böyle düzenlemeler yaptım; mesela “Gel Ey Seher” diye bir Azeri şarkı var, Polat Bülbüloğlu’nun, onu da söyledim. Sonra bunları sosyal medyamdan paylaştım, arkadaşlarım arkadaşlarıyla paylaştı derken bir anda sosyal medyada beni takip eden bir kitle oluşmaya başladı. Kendi kendine gelişti, öyle diyebilirim.
Ömer Faruk Çolak: Dinleyici tepkileri nasıl oldu?
Burcu Soysev: Genel olarak çok değişik bulundu ve beğenildi ama tabii “Bu nedir? Niye türkü ile operayı birleştiyorsun? Türkü bize özgü.” falan diyenler de oldu. Ama bunu söyleyenler yüzde iki-üç civarındadır.
Ömer Faruk Çolak: Bizim, sizin de tanıdığınız, Artun Hoinic’le buluşmalarımızdan birinde Artun demişti ki “Hocam müzik, aynı zamanda matematiktir.” Kesinlikle katılıyorum ama müzik, aynı zamanda da felsefedir, demiştim. Yani ilkokul mezunu bile olmayan Neşet Ertaş’ın türkülerinin çoğunun anlamak için ciddi ciddi oturup felsefe okumanız gerekir. “Yolcu” diye bir türküsü vardır mesela, muhteşemdir. Neşet Ertaş bundan elli yıl önce ne kadar güzel anlamış.
Erişim açısından bence bu yaptığınız gerçekten mükemmel bir iş, yani operayı dinlememiş yabancı kalmış birilerinin, türküyü, opera sanatçısından dinlemesi… Açıkçası çok da güzel söylüyorsunuz. Siz de öyle Hakan Aysev’de öyle belki de ses yatkınlığı ya da sesin farklılığı yüzünden muhteşem türküler oluyor. B. Hoinic’in “Harput Türküleri” diye bir senfonisi vardı. Bilmiyorum bilir misiniz Elâzığ Türklerini senfonik hale dönüştürmüştü ve bir buçuk saatlik bir eser çıkmıştı ortaya ve orada türküleri sizin gibi opera sanatçıları söylüyordu. Artun sağ olsun bana o zaman bilet ayarlamıştı, gitmiştim, çok keyif almıştım açıkçası. O zaman siz şunu önerebilir misiniz, iktisat öğrencisi de gidip konservatuarda müzik eğitimi alsın, bunlarla ilgilensin?
Burcu Soysev: Tabii ki çok güzel olur ama şan eğitimi teke tek alınan bir eğitim. Bu sebepten, konservatuarlarda şan öğretmenlerinin beş altı tane öğrencisi olabiliyor. Birebir verilmesi gereken bir eğitim. Aslında bu sağlanmaya çalışılıyor. Fakat usta-çırak ilişkisine benzer bir eğitim olduğundan, planlanması zor. Kaç öğrenci alınacak, öğretmen kontenjanı yeteli mi? Bunları iyi ayarlamak lazım.
Ömer Faruk Çolak: Ama en azından müzikle uğraşsınlar. Sanatla uğraşan öğrenciler bence toplumu daha iyi anlarlar.
Burcu Soysev: Kesinlikle öyle.
Ömer Faruk Çolak: Hümanist olmayan sanatçı görmedim, duymadım en azından.
Burcu Soysev: Çünkü insanın duyguları, sanatçının derdinin hammaddesi. İfade edilen tamamen duygular olduğundan, tabii ki insanın var oluşuyla, duygusal zenginliğiyle ilgileniyoruz. Daha iyi insanlar olabilmemiz için sanat yapmamız şart ya da sanatı değerlendiriyor olabilmemiz şart. Herkesin sanat yapması belki gerekmiyor ama sanattan anlayabiliyor olmak da zaten o sanatın bir parçası olmayı gerektiriyor.
Ömer Faruk Çolak: Türkiye’yi diğer ülkelerle kıyasladığımızda, sadece müzik açısından değil, resim, heykel, edebiyat vb. dallarda farklı bir yerde olduğunu görüyoruz. Diğer ülkelere göre çok tepede bir yerdeyiz ve açıkçası da başarılıyız birçok alanda. Nobel Edebiyat Ödülü sahibiyiz; dünya çapında opera sanatçılarımız, keman sanatçılarımız var. Mesela çok bilinenler arasında Fazıl Say var. O da sizin gibi farklı şeyler yapıyor. Bu gelişimi daha ileriye taşımak için neler yapılabilir sizce? Bir akademisyen olarak ne önerirsiniz?
Burcu Soysev: Paul Hindemith (Alman bir besteci, felsefi düşünür; her şeyi kendinde barındıran bir insan) Türkiye’ye ilk geldiğinde, İzmir’de, Ankara’da ve İstanbul’da bazı çalışmalar yapmış, “çok sesli müziği nasıl yayabiliriz ve buna yönelik bir eğitim altyapısı nasıl kurabiliriz?” sorulardan hareket ederek. Bir sonuca ulaşmış ve “siz, kendi müziğiniz, kendi halk nameleriniz ile bu müziği bitiştirerek zenginleşebilirsiniz çünkü kendi müziğiniz, içinizdeki nüvedir, sizi evrensele ulaştıracak olan şey odur” minvalinde yetkililere tavsiyede bulunmuş. Başka bir kültüre ait olunmadığı, özümsenmediği için o kültürün halk şarkılarına adapte olmak zordur; o kültürün içerisinde yaşamak, çok vakit geçirmek ve onu özümsemiş olmak gerekir. Bence, kendi öykümüzden başlayıp o öyküyü, çok sesli müzik denilen, tüm dünyaya hitap ettiğimiz materyalle birleştirmemiz gerekiyor. O zaman kendi insanımızı da işin için katabileceğiz. Az önce yüzde üçten bahsettim ama %97’den de bahsetmek istiyorum; videolarımın altına gelen yorumlardan… Bu videoların altına köyde çobanlık yapan insanlar da yazdı. “Ben, bir köyde çobanım ve ilk defa böyle bir müzik dinliyorum, bu müzik bana gelse ben bunu dinleyebilirim” diyen insanlar yazdı. Hiç konser salonuna gidememiş, oralara gitme şansına sahip olmamış, evinde dinleyen insanlar yazdı o videoların altına. Bence müzikle hiç karşılaşma şansı olmamış insanlara ulaşabiliyor olmanız çok kıymetli bir şey. Kendi nüvemizle haşır neşir olmamız gerekiyor.
Ömer Faruk Çolak: Müziğin evrenselliği de zaten burada Hocam. Operanın çıktığı yer İtalya. Esasında bugünkü meşhur operaların bir kısmı aslında İtalyanların türküleri, Sicilya’da köylerde, düğünlerinde söylenen aryalar. Sonradan operaya dönüşmüş. Bizim kültürümüz açısından, esasında sadece Türk kültüründen bahsetmek pek doğru olmaz. Çünkü yaşadığımız topraklar dünyanın kültür hazinesi: Eski Yunandan tutun, Sümerler, Hititler, Bizans, Roma dolayısıyla biz çok kültürlüyüz. Bir ara, belki siz de anımsıyorsunuzdur, soyunuzun sopunuzun nereden geldiğini öğreniyordunuz. Çocuklar da bana sordular üniversitede derse girdiğimde, hocam öğrendiniz mi soyunuzu diye. Ben zaten biliyordum arkadaşlar soyumun nereden geldiğini, dedim. Nasıl yani dediler, e dedim felsefecilerin bir kısmıyla yakın akrabaymışız. İşte Ayvalık’ta felsefeci Thales oturuyordu, İzmir’de bir başka felsefeci oturuyordu; mutlaka birbirimize değmişizdir. Herodot bile akrabam olabilir dedim. Çünkü biz böyle bir ülkeyiz. Bu da avantaj gibi duruyor. Mesela eski Bizans müziğini dinledim ben, bizim Türk sanat müziğiyle çok benzer. O zaman bizim kültür tarihini biraz daha açmak lazım. Ona ne dersiniz? Mimarisiyle, müziğiyle hatta edebiyatıyla… Orta Asya’dan gelmişiz ama biz Orta Asyalı değiliz. Daha doğrusu hem Orta Asyalıyız hem buralıyız gibi geliyor bana.
Burcu Soysev: Biz çok güzel bir mozaiğiz aslında, içimizde pek çok kültürü ve bu kültürlerin izlerini barındırıyoruz. Müziklerimizde, edebiyatımızda görüyoruz bunu. Yalnızca açığa çıkarmak gerek.
Ömer Faruk Çolak: Belki de ülkemizde Cumhuriyet’in mayasının tutmasının nedeni de bu. Bütün bunları içine alan bir kavram gibi kurulmuş ya da o temelden gitmiş.
Peki hocam son bir şey daha sormak isterim. Opera ile diğer müzikleri yani türküyü, şarkıyı söylediğinizde arada fark oluyor mu? Türkü sanatçısı farklıymış, ben farklıyım, öbürü farklı gibi bir düşünce ortaya çıkıyor mu?
Burcu Soysev: Teknik olarak mı soruyorsunuz? Tabii teknik olarak farklar var.
Ömer Faruk Çolak: Hem teknik olarak hem de mesela türkü söyleyen bir sanatçı, “Hocam, bu olmamış” ya da “bizden daha iyi söylüyorsun Burcu Hanım, kıskandık” falan diyenler oluyor mu?
Burcu Soysev: Şöyle, beğenenler de oluyor. Babam, babaannem sanat müziğiyle uğraşmış insanlar; bu sebepten o müziğe aileden gelen bir gırtlak yatkınlığım var. Bu kültürün içinde yetişmiş biri olarak kulak yatkınlığım da var ama tabii Türk sanat müziği eğitimine sahip değilim. Ancak onlar arasından da yaptığım işi metheden ve çok kıymetli bulanların yorumlarına rastlıyorum. Bilmiyorum, belki eleştirenler de oluyordur. Çünkü onların tekniğine uygun bir şey mi yapıyorum, onu bilmiyorum. Ancak ses eğitimini klasik tarzda almış ve ailem gibi farklı etkenler sebebiyle geçmişte çeşitli tarzlarda şarkılar söylemiş, birden çok gırtlak yapısını bir arada muhafaza eden biri olarak, hepsini sentezlemeyi tercih ettim. Bir türküyü, Türk halk müziği sanatçısı gibi söyleme iddiam olmadı hiçbir zaman. Çünkü o sanatçısının kullandığı hançereye teknik bakımdan onun kadar sahip olmayabilirim. Ben, kendi eğitimim, kendi bakış açımla karıştırmak istedim müziğimi.
Ömer Faruk Çolak: Sizinle röportaj yapacağım diye Youtube’daki videolarınıza baktım. Hepsinin altında çok güzel cümleler vardı. “Neredesin sen?” diye sitem edenler bile vardı. Bence çok da doğru söylüyorlar. Çünkü bizim buna ihtiyacımız var. Bir de tabi sosyal medyaya bunu koymanızda çok güzel. Şimdi bir albümünüz çıkmış, Youtube’da bulamadım, galiba Spotify’da falan var.
Burcu Soysev: Evet. Spotify, Apple Music, Deezer gibi dijital platformlarda bulabilirsiniz; onlar benim şarkılarım. Aslına bakarsanız şimdiye kadar Youtube’da ya da sosyal mecralarda yaptığım şarkıcılıktan da farklı bir şarkıcılık var bence orada. Kendi sözlerim ve bestelerim var. Örneğin bir beste babama ait, sözleri benim. Dokuz eser var, sekizi bana ait beste olarak. Benim için çok heyecan verici bir şey.
Ömer Faruk Çolak: Bunu bilmiyorduk, beste işini de kattınız o zaman; karpuz sayısı birdenbire dörde beşe çıktı. Bugün gece dinleyeceğiz mutlaka şarkıları, ben gece çalışan bir adamım çünkü.
Burcu Soysev: Umarım seversiniz.
Ömer Faruk Çolak: Mutlaka severim. Biz sizden şimdi bir tane söz alalım; ilk oynadığınız operadan iki tane üç tane bilet istiyoruz.
Burcu Soysev: Elbette.
Ömer Faruk Çolak: Gerekirse İstanbul’a geliriz, yeter ki iki gün önceden haber verin. Gelip izlemek istiyorum. Süreyya Sahnesi dediniz, o gün size telefonda da söylemiştim bilet alıp İstanbul trafiği yüzünden giremedik bir oyuna. Ankara’dan bilet aldım, İstanbul’da Şişli’den Kadıköy’e üç saatte yetişemedik. Güzelliği mi var artık, çirkinliği mi var İstanbul’un bilemiyorum.
Açıkçası biz çok kıvandırdınız, çok mutlu olduk. Böyle yüz yüze konuşmak, sohbet etmek mükemmeldi. Umarım tekrarını da yaparız. Mesela konferanslar düzenliyoruz; orada sadece iktisatçıları değil, sanatçıları da ağırlayabiliriz. Mesela Ercan Kesal’ı da davet etmiştik röportaja, çünkü Ercan Bey de bilmiyorum biliyor musunuz tıp doktorudur, hastanesi vardır ama sanatla uğraşıyor. Sinemayla, edebiyatla uğraşıyor. Umarım öyle bir konferansımızda konuşma şansınız olursa bizleri çok onurlandırırsınız, çok teşekkür ediyorum. İyi ki varsınız diyorum. Sizin gibi güzel öğrenciler yetiştirdiğinizden ve de yetiştireceğinizden eminim.
Burcu Soysev: Çok teşekkür ederim, ben de sizinle sohbet etmekten çok mutluluk duydum. Umarım ben de size o zevki verebilirmişimdir. Sizi tanımaktan çok mutlu oldum. Bir konferansın, panelin vs. içinde olmaktan da gurur duyarım, çok teşekkür ederim.
Ömer Faruk Çolak: Çok teşekkürler Hocam, iyi ki varsınız. Görüşmek dileğiyle, sevgiler, saygılar…





Bir cevap yazın