Kapitalizmi Başkan Mao Çökertemedi, Başkan Trump Başarabilir mi? – Ergun Türkcan


İki Yüz Yıl Önceki Reel Bir İktisat Teorisi

Yaklaşık iki yüzyıl önce, 1817’de, zamanın parlak bir borsacısı David Ricardo (1772-1823), dostu Papaz Thomas R. Malthus’un (1766-1834) teşvikiyle yazdığı ünlü Siyasi İktisadın ve Vergilemenin İlkeleri (Principles of Political Economy and Taxation) kitabını neşretmişti. Birinci veya İngiliz Sanayi Devrimi’nin başındaydılar; fabrikaların dumanı tütüyorken, karşı Avrupa’da silahlar daha yeni susmuş, Napolyon çok uzak Atlantik adası St. Helena’ya (1815’te) sürülmüş, dünyaya barış gelmiş, ambargolar sona ermişti. Henüz trenler ve buharlı gemilerin gelişmeleri, neredeyse ilk uzay seyahatleri gibi merakla izleniyor, geleceğe ait tahminler yapılıyordu. Fabrikalar pamuklu iplikler ve kumaşlar üretmekle meşguldü.
Fabrikalarla birlikte kapitalistler ve tabii sanayi işçileri de hızla çoğalıyordu, ama eski İngiliz Parlamento’sunda, daha özel olarak Lordlar Kamarası’nda toprak sahipleri hakimiyetlerini sürdürüyordu. Bunların da etkili bir kısmı kapitalistti, ama tarım kapitalisti yani piyasa için büyük ölçekli tahıl üretimi yapan kimselerdi. (18. ve 19. yüzyılın ilk yarısına ait romanları ve filmleri hatırlamaya çalışın; yarı aristokrasi, yarı burjuvazi, büyük estates’lerinde çok büyük aşklar yaşıyorlar!) Ancak sanayi kapitalisti, işçilere hangi ücreti nasıl ödeyeceğini, maliyetleri düşünüyor, canı sıkılıyordu; neden? İşçi ücreti temelde “wage good” denen tahıl yani ekmek fiyatına bağlıydı; asgari ücret diyelim, belli bir miktar ekmek ve benzeri zaruri maddeler tüketilmezse işçi ve ailesi açlıktan ölürdü. Tabii bu ücret ayni olarak değil, nakdi olarak, parayla ödeniyordu.
Napolyon Savaşları sırasında Kıta Ablukası nedeniyle Avrupa’dan geleneksel ucuz tahıl (corn) gelmeyince, İngiltere’deki tüm ekilebilir arazi tarıma açılmış, yüksek maliyetle de olsa tahıl ekimi yapılmış, fiyatlar da ona göre yükselmişti. Çünkü fiyat, en yüksek maliyete göre belirleniyordu; verimli arazisi olan lordlar daha çok, verimsiz araziler daha az kazanıyordu, ama hepsi de servetlerine servet katıyordu; filmlerde gördüğünüz o büyük evler (estates) bu birikimin sonuçlarıydı, bu büyük gelir bırakılır mıydı? Derhal bir kanun çıkarılarak, dışarıdan ucuza gelen-gelecek olan buğdayların fiyatlarını, içerideki fiyatlar düzeyine çıkaran bir vergi düzenlemesi yapıldı. Toprak sahiplerinin keyfi yerindeydi ama sanayiciler zor durumdaydı.
İşte, Ricardo’nun kitap yazmasının başlıca nedeni buydu; belli bir sınıfı korumak için vergi koymayın, hatta hiç vergi koymayın. Dünya mallarında “mukayeseli maliyetler” (comparative advantages) ticaret akımlarını belirlesin, ticaret artsın, ticaret arttıkça refah çoğalacaktır. Eski üstad Adam Smith’in “mutlak maliyetlerinden” daha cesur bir adımdı, yeni doğan sanayiler için çok anlamlıydı: Kimin mukayeseli maliyeti daha avantajlıysa o yaşasın ve gelişsin, refah artsın. Çünkü, Malthus’un saptadığı gibi nüfus “geometrik oranda”, temel üretim (subsistence) “aritmetik oranda” artıyorsa, üretimi artırmak, ücretleri-maliyetleri düşürmek gerekir; gümrük vergileri, devlete gelir dışında, ekonomiyi tahrip etmeyecek düzeyde olmalıdır.
Ölmeden önce ikinci baskısını yaptığı kitabına bir son bölüm “On Machinery” ekleyerek, bu alanda, üretim ve verimliliği artırmada teknik ilerlemenin de önemini hatırlattı; tabii, yapay zekayı öngöremezdi, ama makinelere de serbest ticaret kadar güveniyordu. Bunu şunun için söylüyorum: İngiliz Sanayi Devrimi bir pamuklu üretim patlamasıydı, fakat bu ülkede bir kilo dahi pamuk yetişmiyordu; bunu ABD’nin köleci Güney eyaletlerinden çok ucuza sağlıyordu. Orada “ücret malı” olan buğdayın değil, kölelerin satış fiyatları daha önemliydi, ama sonunda ABD İç Savaşı çıktı ve ucuz pamuk akışı durdu. İngiltere ticaret yönünü Mısır ve Türkiye’ye çevirdi: Zaten daha önce, Türklerle 1838 Balta Limanı anlaşmasıyla gümrükleri düşürmüş, Ricardo’yu kendi ülkesinde uygulamadan önce başkalarında test etmişti. Corn Law diye bilinen Tahıl Kanunu, ancak 1846’da kaldırıldı; tarımın ve toprak sahiplerinin nispi önemi artık azalmış, Birinci Sanayi Devrimi’nin üst noktasına yaklaşılmıştı. İkinci Sanayi Devrimi içten patlamalı motorların yani petrol ürünleri, elektrikli araçlar ve elektrik üretimi, çağa damgasını vuracaktı. 20. yüzyılın sonunda, petrol de, kömür gibi ömrünü tamamlıyordu, ancak elektrik olmasa bugünkü aletler, bilgisayar, cep telefonu ve AI doğar ve çalışır mıydı? Demek ki 21’in kökleri, 19’un sonuna inmektedir. Bugünkü çevre sorununun temelinde, petrol üretimi değil, kutsal elektrik enerjisinin kömür, petrol, nükleerle ikamesi değil, fakat hangisiyle ne şekilde üretileceği yatmaktadır; öteki sorunlar hep bunun etrafındadır, sadede gelelim.

Rantçı Trump İki Yüz Yıl Sonra Neler Yaptı?

Rahatlıkla 19. yüzyıl toprak sahiplerini temsil edebilen bir emlakçı, daha doğrusu rantçı bir ABD Başkanı olan Trump, ikinci kez iktidara geldiğinde, iki yüzyıl önceki İngiliz toprak sahiplerini aratmayacak bir davranış içinde (acaba ruhlara inanmak gerekir mi?) dünyadaki dost-düşman bütün ülkelere inanılmaz; %25’den 50, 100 veya 150 oranlarında, hiçbir gerekçesi olmayan bir seri gümrük tarifeleri koydu. Sanayi devrimleri en son aşamaya ulaşmış, yapay zekalar hızla ülkelere-sektörlere yayılmaya başlamıştı. Ama her şeyin özü-gözü olan şu çipler (chips veya microprocessesors) patates gibi tarlada yetişmiyordu. Onun ötesinde hiçbir mal, tarım ürünleri dahil, en basit alet-edavat bile, sadece tek ülkedeki girdilerle üretilmiyor, vidasından boyasına, gübresinden çipine ithalat gerektiriyordu. Milli ekonomi kavramı siyaset teorisinde kalmış, bir malı üreten fabrikatör dahi o malın içindeki tüm parçaların nereden, nasıl geldiğini bilmediği gibi, nerede toplanıp-paketlendiğini bilmiyor ve “Made in…” ibaresi bile bir malın sadece geldiği yeri gösterip, kimliğini açıklamıyor.
Amerikalıların ve dünyadaki tüm kullanıcıların ABD malı saydıkları ünlü Apple ürünleri, cep telefonları, bilgisayarlar, laptoplar vb. size buradan uçup gelmiyor; hele içindeki binlerce parça, kritik çipler, hepsi bir yerde toplanıp, paketleniyor. Hatta A&G çalışması bile zorunlu olarak Silicon Valley’i göstermiyor; yaratıcılar bile kesin değil. Basit bir örnek verdim; bu binlerce ürün için de geçerli: Tüm dünya tek bir milli ekonomi haline dönmüş, bizim liberal-dönmesi, yeni merkantilist toprak ağası Trump, atalarının iki yüzyıl önce gittiği yoldan gitmeye çalışıp “ABD Milli Ekonomisini” kendi kalesine çekip kurtarmaya çalışıyor.
Büyük iktisatçılar, dış politika kurtları, iç politika uzmanları aylardır Trump’ın politikasının amaçlarını çözmeye çalışıyorlar, neredeyse matematiksel modeller kuracaklar. Bir delinin, bir çocuğun kâğıda karaladığı çizgilerden büyük bir anlam çıkarmakla eşdeğer bir gayret. Bana kalırsa iktisat-siyaset ilmi değil, belki psikologların işi. Adam “bakın ben de varım, işte böyle geldim ha!” demek istiyor. Ergenlik çağındaki bir çocuğun anne-babasına karşı isyanı gibi, önce Avrupa’ya taktı: “Bana sırtınızı dayayıp da Rusya’ya dayılanmayın, zaten zenginlik ve refahınızın nedeni ABD’dir. Hiç savunmaya para ayırmayıp, hep yatırım-üretim yaptınız, hep tükettiniz. Ukrayna’ya hâlâ ben silah sağlıyorum; yetti bu kadar!”
Sonra bizim Deli Dumrul modeli, köprüyü geçenden 5 akçe, geçmeyenden 10 akçe…Gümrük vergileri böyle bir mantıkla saptanmış. Çin’e en yüksek vergiler geldi, herkes hayretler içinde, çünkü tüm mallar, yedek parçalar, değerli madenler yani neredeyse tüm girdiler oradan gelir; ABD’deki fiyatlar ne olacak? Ama deli dedikse de, aptal değil; 11 Haziran’da Çin’le anlaşıp
%200’lere varan vergileri 50’ye çekince Çin de %10’a indi, kısa bir bilek güreşi, o kadar.
Şimdi Deli’yi kendi halinde bırakalım da, dünyanın, iktisadi, askeri-stratejik bir manzarasına bakarak, deli veya akıllı siyasetçiler neler yapabilir, neleri yapamaz, inceleyelim…

Kutu: Modern Dünyanın Tehlikeli Fırlamaları

Not: (Ben bu satırları yazmaya başlarken (13 Haziran 2025, Cuma), İsrail, daha önce ilan ettiği İran nükleer tesislerine ve diğer kritik hedeflere karşı sabah saatlerinde büyük bir hava taaruzu başlattı ve hâlâ devam ediyor. İran’ın ne cevap vereceği henüz belli değil; yazımızı küçük bir eklemeyle sürdürelim.)

Ben yukarıda Washington’daki Büyük Deli’den bahsederken, aslında çok daha tehlikeli, hiç zapt edilmeyen Küçük Deli Netanyahu’yu unutmamıştım, ama yazının sonuna bırakmıştım.
Bu olay da şu gerçeği ortaya çıkarıyor: Artık tarihin akışı, eski-büyük devletler tarafından değil, yeni-küçük “fırlama” devletlerin pervasız çıkışlarıyla şekilleniyor. Tabii ki, bunların başında 1948 doğumlu İsrail geliyor. (1) Araplara karşı Batı desteğinde pek çok yerel (savaş, 1966, 1971 vb.) kazanıp, çevresine ani saldırılarla dehşet saldıktan sonra, onun başına da 23 Ekim 2023 Hamas saldırısı gelip, binden fazla insan kaybedince, tarihin en acımasız ve aleni soykırımlarından birini başlattı. Sünni Arapların denizinde, yüz binlerce (resmi rakamı 55 bin) kişiyi öldürüp-yaralayan, (2) Gazze’de dikili tek taş bırakmayan İsrail Ordusu (IDF), her nedense asıl düşman olarak Şii İran’ı ve onun desteklediği Hizbullah gibi silahlı örgütleri hedef alıp, sonunda Suriye’den Beşar Esad’ı kaçırtıp, yerine, ehlileşmiş Cihatçı bir örgütü, HŞT ve onun Başkanını getiren Netenyahu, asıl düşman saydığı İran’ın (teorik olarak var olduğu sayılan nükleer bomba imal tesislerini) ve diğer askeri odaklarını, yeniden ve çok daha yaygın (kaçıncı?) biçimde vurdu ve vurmaya devam ediyor. Bu tür bölgesel olaylar her zaman bir dünya savaşına yol açabilir. Sırbistan-Avusturya çatışmasını, 1914’ü örnek vereceğim. Şimdilik, burada sonucunu bilmediğim bu savaş haberlerini kesip, sadede geleyim.

2025 Ortasından Bir Dünya Manzarası

Önce temel iktisadi verilere kısaca bakalım. (3) Bu veriler stratejik anlamda hep Çin (PRC) ile ABD ve/veya müttefiklerinin karşılaştırmasına dayanıyor. Dayandığım yazıdaki bir alt-başlık çok ilgi çekici geldi: (Capacity-Centric Statecraft) yani Kapasiteye Dayalı Devlet Yönetimi. İşletme iktisadında, firma yönetiminde ölçek ekonomisi (economies of scale) çok konuşulur, ama devlet yönetiminde ilk kez görüyorum; bilmediğimiz çok şey var.
Yazar diyor ki, “Washington için uzun dönemli rekabet için ciddi bir stratejinin merkezinde üç unsur vardır: Önce, ölçek (scale) esastır. İkincisi, Çin’in ölçeği ABD’nin şimdiye kadar hiç karşılaşmadığı türden olup, Beijing’in bu ciddi rekabeti belli bir zaman aralığında temelden değişmez. O halde, üçüncü unsur, ABD’nin ittifaklarla kendisi için yeterli bir ölçek-kapasite yaratması, tek çıkış yoludur. Özellikle Başkan Trump, tek güç olarak ABD’nin gücünü (over-estimating) olduğundan yüksek, Çin’in gücünü de düşük (underestimating) sanmak riskini yükleniyor. Artık ABD ilk kez, gücünü artırmayı değil, onu muhafaza etmeyi düşünecek bir durumdadır. Soğuk Savaş sırasında Sovyetler Birliği’ni, kolayca geçebiliyordu (outclassed). Günümüzde, ittifaklara rağmen, Çin’i ancak bir miktar geçebiliyor, şöyle ki: ABD, Avrupa Birliği yanında Avustralya, Kanada, Hindistan, Japonya, G. Kore, Meksika ve Yeni Zelanda toplam ekonomilerin varlığı (GSYH) 60 trilyon dolar, Çin ise 18 trilyon dolar olup, piyasa fiyatlarıyla Çin’in üç katıdır, ama satın alma gücüne göre (PPP) de iki katını biraz geçiyor. Bunların toplamı dünya üretim (manufacturing) kapasitesinin kabaca yarısını temsil ederken, Çin ise kabaca üçte birini temsil ediyor. Çin bugün 120 devletin en çok ticaret yaptığı devlet olsa da bu topluluk devreye girince tüm dünyanın en büyük ticaret ortağı oluyorlar. Bu topluluğun yıllık savunma masrafları 1,5 trilyon dolar iken Çin’inki yaklaşık bunun yarısı kadardır.
Yazarlar sonuç olarak şunu söylüyorlar: ABD’nin tek başına Çin’i geçip alt etmesi mümkün görünmüyor. O halde bu yüzyılda, ABD devlet politikasının merkezi işlevi bu koalisyonu birbirine kilitleyip sürdürmektir. Bundan sonra bu koalisyondan her sektörde nasıl yararlanılıp iş bölümü yapılacağı açıklandığı gibi, Trump’ın kabulü zor politikaları (hard choices) ve aleni tehditleriyle bu ortaklığın nasıl yürüyebileceğini ele alıyorlar; burada duruyorum.
Ancak aşağıdaki Ek’te Çin’in ekonomik ve askeri performansı, karşılaştığı temel sorunlar ve başarılarıyla ilgili, yine aynı yazarların makalesinden derlediğim bazı bilgileri vermek istedim yorumu okuyucuya aittir.

EK: Çin’in İktisadi-Askeri Temel Verileri

“Kuşkusuz Çin de önemli sorunlarla karşı karşıyadır: Yaşlanan bir toplum, artan borç yükü, verimliliğin artmaması, konut piyasasında risklerin artması, genç nüfustaki yüksek işsizlik oranı, özel sektöre yapılan baskılar gibi…Ancak, aynı zamanda iki ters gerçeği yaşadığı da bir gerçek: Çin’in, ekonomik büyümesi yavaşlarken, stratejik alanda çok güçleniyor (formidable) …Dünya Bankası’na göre Çin ekonomisi, on yıl önce ABD’yi geçmişti; bugün ABD’nin 24 trilyonluk PPP hesabına göre büyüklüğüne karşın %25 fark atarak 30 trilyon dolar olmuştur…
Çin, günümüzde geleneksel sanayilerde öncüdür: ABD’ye göre 20 kat çimento; 13 kat çelik; 3 kat fazla otomobil ve 2 kat fazla enerji üretiyor. Ayrıca biyoteknoloji ve havacılık alanlarında Amerika’yı yakalamak üzeredir. Dünyada kimyasal mallar üretimi ve gemi inşaatının yarısı Çin’de olduğu gibi, elektrikli araçların üçte ikisini, elektrik bataryalarının dörtte üçünü, sivil amaçlı dronların %80’ini, güneş panellerinin ve nadir minerallerin rafinasyonunun %90’ını gerçekleştirmektedir…Dünyadaki sanayi robotlarının yarısını (ABD’nin 7 katı); dördüncü nesil nükleer teknoloji reaktörlerinden 100 tanesini 20 yıl içinde inşa ederek, bu alanda her ülkeden on yıl öndedir.
Askeri durumu da, kısaca karşılaştıralım. Çin Donanması son 5 yılda 65 gemi ilavesiyle ABD donanmasından yaklaşık %50 daha fazla ateş gücüne sahip oluyor, kabaca 435 gemiye karşı ABD’nin 300 gemisi var. Dikey füze atma sistemleri (vertical lunch system cells) on yıl önce ABD’nin %10’u kadarken muhtemelen 2027’de bunu geçecektir. Çin, geri kaldığı jet motor yapımında da farkı kapattı, yılda 100 adet dördüncü kuşak jet motoru üretmeye başladı. Füze teknolojisinde (antiship ballistic missile, air to air, conventional cruise and ballistic missiles) dünya lideri olabileceği gibi, kuantum haberleşmeden hipersonik araçlarda da öncü durumundadır.”
Biraz daha ayrıntıya girersek, (4) “2005’de, Çin’in elinde yaklaşık 700 kısa menzilli balistik füze, daha az sayıda nükleer başlık taşıyan füze, 20 orta menzilli balistik füze, 40 adet kıtalararası balistik misil (IBCM) varken 2014’de, 900 kısa menzilli, 1300 orta menzilli, 500 intermediate range ve 400 ICBM mevcuttu…Eğer ABD bu yapıya ilk kendisi vurursa ki, Beijing, Amerikan stratejisinin “preemption” olduğunu varsayıyor; Çin, ABD kapasitesini daha önce kör edip etkisizleştirebilecek kapasiteye sahiptir… Soğuk Savaş döneminde ABD bir “nükleer Triad” yani hava, kara ve denizden ateşlenebilen çeşitli silahlar, genelde füzeler; özelde Avrupa’ya konuşlandırılmış hareketli (kamyona yüklenmiş) ateşleme sistemleri ile çeşitli havaalanlarına dağılmış bombardıman uçaklarıyla Sovyetleri baskı altında tutuyordu…
Şimdi bu sistem Indo-Pasifik’te çalışmıyor. Bu alandaki su-üstü gemiler çok kolay bir hedef ve onları destekleyen sabit üsler de aynı şekilde hedefte… ABD burada kendi konvansiyonel Triad’ını kurmak durumundadır… Çin’in karşı-müdahale kapasitesi ise (counterintervention capabilities) daha ilk başta en öndeki 2 uçak gemisi ve 20 kadar savaş gemisini yok edecek durumdadır. Bu da Amerika’nın dünya etrafındaki 11 uçak gemisi ve 80 savaş gemisinden oluşan toplam gücünün
%20’si gibi önemli bir bölümüdür… Çünkü Çin’in tam isabet yani “precision capabilities” artık ABD’ye eşit ve hatta geçmiş vaziyettedir…ABD’nin sadece donanması değil, askeri üsleri tamamen sabit ve Pasifik’e dağılmış durumda olup destek hizmeti ticari gemiler, kargo uçakları ve bilgisayar ağları her zaman saldırıya açıktır… O halde, Indo-Pasifik’te ağırlık (nükleer) denizaltı, uzun menzilli bombardıman uçakları ve hareketli füze atıcılarına verilmeli ve tesisler Çin menzil alanından geriye çekilmelidir.” (5)
Burada yeni askeri teknolojiler, füzeler, dronlar vb. anlatıldı. Bütün bunların gerisinde, tüm savaşları çıkaran, silahları yapan modern kapitalizm, ciddi finans-kapital var; hiçbirinin, aslında hepsi aynı şeydir, belli bir vatanı yoktur. ABD çökerse, Çin’e; orası zayıflarsa, Hind’e, Brezilya’ya veya Türkiye’ye çöreklenir. Uzakta ütopik bir hayal var: Tüm üretim, dağıtım, yönetim, yapay zeka (O nasıl bir şeydir? Şimdilik kimse birtakım uzun kablolar, düğmeler, ekranlar, lambalar, klavyelerden başka bir şey görmüyor.) eline geçerse, para denen değişim, servet biriktirme ve siyaset aracı da tarihe karışır mı? Para yok olursa kapitalizm de prehistorik bir canavar gibi, New York’un, Londra’nın altında bir yerlerde fosilleşmeye terk edilir mi? Bilemiyorum. Yaşasaydı, Muhterem sakallı Karl Marx’a sorardık…

Son Notlar
1. Tek fırlama sadece İsrail değil; 1950’de doğan, eski Komünizmin kuklası Kuzey Kore, nükleer başlıklı füzeleriyle arada sahneye çıkıyor. ABD, Kıta Çin’ini tanıyınca ortada kalan ve sonra sahneye fırlayan Tayvan Ada Cumhuriyeti de zamanla savaş potansiyeli kazandı; onun arkasında da ABD var, Üçüncü Dünya Savaşı sebebi olabilir. Tabii, 1990’da Rusya’nın eyaletiyken devlet olan Ukrayna, Zelenskyy Başkanlığında, Avrupa desteğinde hâlâ savaşıyor, potansiyel bir Dünya Savaşı amilidir.

2. Ciddi bir ABD kaynağı, IDF’in bu savaşta 24 Hamas taburundan 22’sini, 17.000’den fazla savaşçıyı ve komuta heyetinin yarısını yok ettiğini yazıyor. Dana Stroul, The Narrow Path to a New Middle East, A Regional Order to Contain Iran for Good, Foreign Affairs, May/June 2025, s 151.

3. Bu verileri, tarafsız kaynaklardan almak yerine “taraflı” bir ABD kaynağından almayı tercih ettim: Foreign Affairs, May/June 2025, Kurt. M. Campbell ve Rush Dosi, “Underestimating China, Why America Needs a New Strategy of Allied Scale to Offset Beijing’s Enduring Advantages”

4. Andrew Lim & James D. Fearon, The Conventional Balance of Terror, America Needs a New Triad to Restore Its Eroding Deterrence, Foreign Affairs, May/June, 2025.

5. Bu konuda daha fazla bilgi için, Amiral Cem Gürdeniz’in Veryansın TV’deki çok sayıdaki yazılarıyla, kitaplarından örneğin ikisini, Jeopolitik Fırtına; 2023 ve  Avrasya’da Jeopolitik Hesaplaşma, 2025, Kırmızıkedi Yayınevi öneririm.

1940'ta Muğla'da doğdu. İlk ve orta öğreniminden sonra, 1962'de, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu; askerlik hizmetinden sonra yeni kurulan TÜBİTAK'ta Türkiye'nin ilk Bilim Politikası Ünitesi'ne atandı. Bu alandaki ilk profesyonel araştırıcı olan Türkcan, doktorasını İngiltere'de Sussex Üniversitesi, SPRU'da (Science Policy Research Unit) OECD Fellow olarak hazırladı ve 1972'de Ankara Üniversitesi'nden iktisat doktorasını aldı. 1974'te TÜBİTAK'tan ayrılan Ergun Türkcan, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'nda, Ankara Belediyesi'nde çalıştı. Hacettepe Üniversitesi ve Gazi Üniversitesi'nde öğretim üyesi olarak görev yaptı ve 1979'da doçent oldu. 1978-1979'da Devlet Planlama Teşkilatı'nda, İktisadi Planlama Dairesi Müşaviri sıfatıyla Dördüncü Plan çalışmalarına katıldı. 1982'de üniversiteden ayrıldı ve çeşitli şirketlerde çalıştıktan sonra 1988'de yeniden üniversiteye döndü. Önce Gazi Üniversitesi'nde, sonra Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde profesör olan Türkcan, 2007'de emekliye ayrıldı. Yazar, 1993'ten 2003'e kadar, kısmi zamanlı, TÜBİTAK Başkanı Bilim Politikası Danışmanı olarak çalıştı; bu arada 2000-2002 arasında kurumun Bilim ve Teknoloji Politikaları Daire Başkanlığı'na vekalet etti. ODTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde Science and Technology Policy Studies (STPS) lisans-üstü programında yer alan Bilim ve Teknoloji Tarihi derslerini veren Türkcan'ın bu alanda birçok makale ve tebliğine ek olarak Teknolojinin Ekonomik Politiği başlıklı başka bir kitabı daha vardır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.