Amerikalı yazar Arthur Miller’ın (1915-2005), 1949’da kaleme aldığı Satıcının Ölümü (Death of A Salesman), bireysel hezimetin ardına saklanmış kolektif bir ideolojik çöküşü sahneye taşır. Dışarıdan bakıldığında bir baba, bir eş, bir çalışan olan Willy Loman’ın hikâyesi, içeriden bakıldığında yüzyılın ekonomik rasyonalitesine karşı içsel bir başkaldırının ve sonunda sessiz bir teslimiyetin hikâyesidir. Oyun, savaş sonrası refah vaatlerinin gölgesinde derinleşen sınıfsal eşitsizlikleri, tüketim kültürünün birey üzerindeki tahakkümünü ve emek kavramının giderek soyutlaşıp değersizleşmesini sahneye taşır. 1929 Büyük Buhranı’nın açtığı yaralar henüz kabuk bağlamamışken, savaş sonrasında hızla yayılan sanayileşme ve kitlesel tüketim ideolojisi, orta sınıf Amerikalılara hem büyük umutlar hem de ağır borç yükleri dayatıyordu. İşte Willy Loman, bu tarihsel kesitte, emeğiyle var olmaya çalışan; ancak emeği metalaşmış, anlamını yitirmiş ve nihayetinde yalnızca ölüm sigortasıyla “değer” kazanabilen küçük burjuva bireyin dramatik bir simgesine dönüşür. Böylece Miller, kapitalizmin bireye yüklediği parlak hayaller ile onun kırılgan gerçeklikleri arasındaki uçurumu, evrensel bir trajedi biçiminde görünür kılar.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.