Sosyal Bilimciler Konuşuyor köşemizin bu ayki konuğu, siyasetçi, hukuk profesörü ve Atatürkçü Düşünce Derneği’nin yeni genel başkanı Prof. Dr. Süheyl Batum. Konuşmasında sık sık 16 Nisan referandumundan bahseden ve Ülkenin durumu vahim gözükse bile, Türk halkının Atatürk saygısıyla ve sevgisiyle, bu dönemlerin de aşılacağına inanan Süheyl Batum ile, hukuk ve ekonomi üzerinde durduğumuz bu röportajı editörümüz Prof. Dr. Ömer Faruk Çolak gerçekleştirdi.
ÖMER FARUK ÇOLAK: Geçenlerde bir yargıç beni aradı. Ekonomi ne durumda, döviz kuru ne olacak? diye sordu. Çünkü oğlu yurt dışındaymış. Ona döviz gönderiyor. Bende ona dedim ki ben iktisat profesörüyüm ama ben bilmiyorum, sizin bilmeniz gerekiyor, dedim. Niye hocam? dedi. Çünkü eğer bir ülkede hukukun üstünlüğü yoksa ekonomide istediğiniz kadar iyi politikalar uygulayın uzun dönemde beklenilen sonucu almanız mümkün değildir. O yüzden önce hukukun üstünlüğünü sağlamalıyız diye düşünüyorum, dedim.
Hocam hukukun üstünlüğü ile biz neyi kastediyoruz? Hukukun üstünlüğünün tepesinde sizin uzmanlık alanınız olan anayasa var ve benim bildiğim anayasa da bir ülkenin toplum sözleşmesidir. Yani asgari müşterekleri içerir. O konu da toplumun %90’ı 80’i mutabık olursa eğer, o toplumda diğer yasalarda rahat çıkar, kuralların uygulanmasında doğru işler yapılır diye düşünüyorum. Siz ne dersiniz hocam bizim anayasa ile ilgili bir sorunumuz mu var acaba?
SÜHEYL BATUM: Çok doğru söylediniz. Tamamen benzer şeyleri söyleyen bir iktisatçı var, hem de Türk bir iktisatçı, Nobel’e aday olmuş; Daron Acemoğlu. “Ulusların Düşüşü” diye çok önemli kitap yazdı. Bu kitapta aynen sizi söylediğinizi söylüyor. Bir ülkenin ekonomisinde, üretim, dağıtım, paylaşım ve denetim mekanizmalarını doğru düzenleyemezseniz, yani eğer üretimi yapacak, o üretimi en ücra noktalara, kılcal damarlara adil bir şekilde yayabilecek, dağıtım, paylaşım ve denetim mekanizmalarını adil bir şekilde kurmadığınız takdirde, o ülkelerin ekonomileri hep az gelişmiş ülke ekonomileri olarak kalır diyor ve bunu anlatıyor. Kitabının başında da Amerika’nın bir kasabasından bahsediyor. Tam ortadan ikiye bölünmüş bir kasaba. Yarısı Meksika yarısı Amerika’da olan bir yerleşim birimi ve Meksika’daki tam bir az gelişmiş ülke ekonomisi görünümünü gösterirken, öbür taraf tam anlamıyla gelişmiş bir ülke görünümünde, tam bir kuzey Amerika bölgesi özelliklerini taşıyor. Acemoğlu, böylece, hukukun ekonomi açısından ne kadar önemli olduğunu, hukukun iyi işlemediği, hukuksal araçların ekonomik sistemi iyi düzenleyemediği ülkelerin, ekonomik anlamda gelişemeyeceğini açıklıyor.
Şimdi aynısını siz söylediniz. Ve çok doğru. Eğer hukukunuz iyi değilse yani o üretimi yapmak, dağıtmak, paylaştırmak, bunu denetlemek ve zenginliği dağıtmak yönündeki hukuksal mekanizmalarınız kuvvetli değilse, o ülkede ekonominin iyi olması, insanların yarınlarından emin olması mümkün değildir. Bu nedenle Türkiye’ye baktığımız zaman ben hep şunu görüyorum. Yıllardır bunu konuşurduk. Hatırlayın 1980 öncesindeki, hatta 2000’ler öncesindeki en büyük sorunumuz şuydu; Türkiye’de siyaset, daima clienteliste bir siyaset olmuştur, yani ahbap çavuş ilişkileri çerçevesinde yürütülmüştür. Daima yandaşlara imkan yaratmak, imkan yarattığın kişi ve kadrolara dayanarak, iktidar olmak biçiminde yürütülmüştür. Doğal olarak ekonomide de bunun etkileri yoğun olmuştur. Nasıl mı? Örneğin karma ekonomi açısından çok önemli bir işlevi olan KİT’leri, özel teşebbüsün yeterli olmadığı alanlarda açarsınız, sonra da o KİT’lere, tamamen siyasal kaygı ve nedenlerle, gereğinden fazla adam doldurursunuz, ve bir zaman gelir, bunlar ekonominin üzerinde önemli bir yük oluşturmaya başlar. Ya da örneğin bir sosyal güvenlik sistemi kuruldu, hem de doğru bir şekilde kuruldu, daha sonra tamamen siyasal nedenlerle, dürtülerle, sürekli olarak yaş sınırı indirildi, erken emekli olma fırsatları yaratıldı, süper emekli, ultra süper emekli gibi kategoriler yaratıldı, sürekli “aman bir emekli yaratalım da işsiz kalmış olmasın” mantığıyla, sistem allak bullak edildi. Ve ekonomi için inanılmaz bir yük yaratıldı. Ve tamamen siyaset iyi işlemediği, buna bağlı olarak paylaşım, dağılım mekanizmaları hukuk anlamında perişan edildiği için.
Bir de tabii bir gerçek daha var. Bir ülkede ekonomik anlamda, ulusal geliri ne kadar büyütürseniz büyütün, yani pastayı ne kadar büyütürseniz büyütün, birilerinin o pastanın dilimlerini çalmasını, kendine ayırmasını engelleyecek, denetleyecek hukuksal mekanizmaları kuramadığınız takdirde, sizlere kalan dilim her zaman küçülür, gerçek payı alamazsınız. İşte bu nedenle pasta dilimlerini doğru dağıtılabilecek, herkese dağıtabilecek bir hukukunuz yoksa, gerçek bir ekonomi de yoktur diyorduk.
Nitekim 2001 krizinden sonra Kemal Derviş getirildi. Kemal Derviş’in elinde aslında sihirli bir değnek yoktu. Ne yaptı? Dedi ki; ben size yurtdışı kuruluşlardan, finans çevrelerinden para bulurum. Üretim yapın ve satın. Yalnız maliyetleri düşürmeniz gerek. Pekiyi maliyetler nasıl düşer? Hammadde maliyetlerini düşüremezsiniz, enerji girdilerini düşüremezsiniz, o zaman İşçi ücretlerini düşürün. Pekiyi işçi ücretleri nasıl düşecek? İşçilere çok para vermeyin, taşeron diye bir şey geliştirmişsiniz zaten, onu sonuna kadar kullanın, herkesi taşeron yapın, memurları bile sözleşmeli yapın, 15 yıl boyunca gencecik öğretmenleri sözleşmeli çalıştırın, istediğiniz an herkesi sokağa atın, bol bol özelleştirme yapın, Devlette hiç bir şey kalmasın dedi. Dolayısıyla maliyetler düşer, v e o malları satar, para kazanırsınız.
Aynen bu…Değil mi? Ben Kemal Derviş’in politikalarının böyle şapkadan tavşan çıkartma gibi sihirli yöntemler değil, bütün kapitalist ülkelerin uygulamaya çalıştığı en vahşi yöntemlerin örneği olduğuna inananlardanım. Ancak Kemal Derviş politikalarının, bana göre en doğru olan tarafı şuydu; siyasetin ve ahbap çavuş ilişkilerinin, ekonomik ilişkilerde eskisi gibi etkili olmasını engellemek yönünde, özellikle ekonomik kaynakların ve paranın programlanmasını gerçekleştirecek siyaset dışı kurumlara önem verdi. Merkez Bankası özerkleştirildi, Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu, BDDK gibi kuruluşlar yeniden oluşturuldu. Kamu İhale Kanunu tamamen değiştirildi ve siyasetin bu alana istediği gibi müdahale etmesi engellendi. Bunlar ekonomik anlamda çok önemli hukuksal değişikliklerdi.
Nitekim 2002’den sonra iktidar ne yaptı? Kamu İhale Kanununu 150 kezden fazla değiştirerek yine siyaseti her zaman olduğundan daha fazla ekonominin içine soktu. Öyle ki, iktidar istediğine, istediği ihaleyi verebilecek, istemediğine vermeyecek, istediğinden istediği anda alabilecek, istediği herkesi bir anda büyütecek, tüm ekonomik mekanizmaları, tüm iş adamlarını istediği gibi etkileyecek, ya da yerlerine istediği kişileri getirebilecek bir “hukuksal araç ve imkana” sahip oldu. Dolayısıyla Türkiye’de hukukun olmamasına bağlı olarak ekonomi de yok. Daha doğrusu gerçek değil. Dolayısıyla ekonominin normal aktörleri çalışmıyor. İş adamları bile, tamamen iktidara bağlı iş adamları olmak zorunda. İktidar severse büyük iş adamı, iktidar sevmezse küçücük(!) iş adamı…
Ben ekonomist değilim ama bir çok ekonomist, bir gerçeğin altını çiziyor. Dünyanın bugünkü halinde, yani bu küresel ekonomide üç unsurdan sadece ikisi geçerli olabilecek ve yan yana durabilecektir; ya serbest piyasa olur, ya iktisadi kalkınma olur, ya da gerçek anlamda demokratikleşme olur. Bu üçünün aynı anda yürümesi mümkün değil. Bizde yürümediğini gördük.
Dolayısıyla belki eskiden de tam anlamı ile yürümeyen hukuk ayağı, demokrasi ayağı günümüzde, ekonomik tercihler sonucunda tamamen yok oldu. Yani Türkiye’de eskiden de siyasetin ekonomik alana müdahalesiyle hukuk boyutu eksik iken, şimdi tamamıyla yok oldu. Çünkü artık onları bir şekilde denetleyebilecek ara mekanizmalar, hukuksal, yargısal ve özerk mekanizmalar da kalktı. Tam Acemoğlu’nun söylediği ne üretim, ne dağıtım, ne denetim mekanizmalarına hukuken sahip olmayan bir ülke konumuna düştük.
İktisatçılar sistemler üzerine çalışırlar feodalizm, kapitalist sistem, sosyalist sistem gibi. Doktora yaparken şunu fark etmiştim. Feodaliteyi anlamak için Roma hukukunu biraz okumak gerekiyor. Çünkü Roma hukuku aynı zamanda toprak hukukudur. Aynı zamanda miras hukuku demek ve çok sert, çok doğru düzgün düzenlemeler yapmışlar ki o koca Roma imparatorluğu ki dünyanın en büyük imparatorluğu olmuş. Geçenler de Eski Yunanlı Solon ile ilgili bir şey okudum. Atina’daki dört tiranlık bir birini yemeye başlayınca Solon’a gidip, bir kanun hazırla demişler. Biz kavga etmeyelim. Sonra sormuşlar halka en çok hangi maddeden memnunsunuz diye. En çok demişler, vatandaşın devletin yaptığı işlemlere karşı dava açma hakkı veren maddeden memnunuz. Şimdi sizin de söylediğiniz gibi bunların esasında hepsi kurumlaşma ile ilgili. Türkiye’de sizin de söylediğiniz dönemde kurumlar oluşturuldu. Bankacılık sektöründe BDDK, enerji sektörüne Enerji Piyasası kurumu gibi. Şimdi Türkiye’de kurum kalmadı artık. Dün dersim vardı üniversitede. Kurumlara vesayetçi dedik biz. Vesayetçi ne demek? Kurumsuzlaşma demek. Kurum ortadan kalktı. Peki, neden acaba halk bunu şu andaki hukuk sistemi ile ilgili göremedi. Çünkü biz arka arkaya yanılmıyorsam üç tane anayasa değişikliği yaptık. Halk bunu niye görmedi hocam? Acaba siyasetçiler mi anlatamadı? Bizler mi anlatamadık aydınlar, akademisyenler mi anlatamadı?
Belki bizler de anlatamadık ama dikkat ederseniz şöyle bir gerçek var. Tabii benim düşünceme göre bir gerçek. 2000’lerde bir sistem getirirken, o sistemi oluşturan tüm dişlileri, tüm işlerliği ile getirmediler. Sadece görüntüdeki biçimi ile getirdiler. Çünkü bu sistemi bize getirenler ve o anda bu sistemi almaya hazırlananlar, yani siyasal yönden de güçlerini, iktidarlarını, sadece yeni sistemi çok istiyorlarmış gibi görünmekte bulanlar da, şunu istemedi; “bu yeni sistemi tamamıyla getirelim ve uygulayalım” demediler. “Mış gibi yapalım” dediler. O gün için bu sistemi bize empoze edenler de bunu biliyorlardı. Ve “mış gibi yapıldığının” farkındaydılar. Ama onların kendi çıkarları için de o kadarı yeterli idi. Mesela dediğimiz kurumları getirdik; Merkez Bankası’nın özerkliği olsun, EPDK olsun, BDDK olsun, TMSF olsun, ama dikkat ederseniz biz o kurumları sadece göstermelik olsun diye getirdik. Ve ilk fırsatta tamamını ortadan kaldırdık ya da tamamı ile siyasete bağladık. Hatta düşünün Avrupa Birliği için bile ne deniyordu? “Bizi düzene sokacak, hem siyasal hem hukuksal, hem ekonomik anlamda yararlı olacak”… Oysa bunu söylerken yalan söylüyorlarmış, yani tren bir yere varıncaya kadar söylüyorlarmış. Ben bunu sadece bir siyasi parti için söylemiyorum, genel olarak sistem için söylüyorum.
Üstelik biz bu kurumları alırken, gerçek anlamda kurumsallaşma hedefi ile de almamışız. Dolayısıyla kimse de bunlara sahip çıkma yoluna gitmedi. Dikkat edin. Kamu İhale kanunu getirildi, daha sonra 160 kere değişti, kimse oralı bile olmadı. Sonunda İhale Kanunu kalmadı. Artık tamamıyla baştaki kişinin istediğine, istediği fiyatlarla, istediği koşullarda, istediği şekilde verip, istediği zaman geri aldığı, istediği zaman istediği koşullarda, istediğine verip istediğine vermediği, tamamıyla siyasal güç devşiren ve pekiştiren bir mekanizma haline dönüştü. Pekiyi, başka bir ülkede bu kadar dönüşebilir miydi? Kesinlikle hayır. İşte bu nedenle “mış gibi yaptılar ve kimse buna bir şey söylemedi” diyorum.
Üstelik sadece bu amaçla 2000’lerde getirilen kurumları yok etmekle de kalmadık. Türkiye Cumhuriyeti’nde ne kadar kurum varsa tamamını da yok ettik. Tamamını diyorum dikkat edin. Yüzyıllık kurumlara baktığınızda Ali Muhittin Hacı Bekir vardır, tatlıcı bir o kaldı. Ona da siyasal iktidar şu anda benim bildiğim kadarıyla dokunmanın gerekli olmadığını düşünüyor. Bir gün, “bu tatlıcılıkta da iyi bir imkân var, biz çok arkadaşa bundan ekmek yaratırız” derse ona bile dokunurlar ve “tatlıyı şöyle yapacaksın, ham maddeyi bizden alacaksın, bilmem neyi bilmem neye satacaksın” diye değiştirebilirler.
Ama gerçek anlamda bir kurumsallaşma hedeflediğiniz takdirde, farklı şeyler yaparsınız. Örneğin bu kurumların tamamını, o hedefleri doğrultusunda, amaçlandıkları şey doğrultusunda geliştirecek yönde değişiklikler yaparak; onun dışında onları yok edecek, tamamen siyasallaştıracak, tek bir kişinin iki dudağından çıkacak söze ve karara bağlayacak şekilde değişikliler kesinlikle yapmadan; üstelik bir süre devam ettirerek ona gerçek bir hükmi şahsiyet kazanması için bir süre tanıyarak; yaparsınız.
Ayrıca açık söylüyorum, 2002 den sonra sadece ekonomik değil, siyasal ve hukuksal anlamda da pek bir kurum bırakılmadı. Türkiye, 1960’lı yıllarla birlikte bir Anayasa Mahkemesi, bir YSK, bir HSYK yaratmıştı. İster beğenin, ister beğenmeyin. Hatta bilenler bilir örneğin Anayasa Mahkemesi, YSK Avrupa’daki örnekleri gibi ciddi kararlar alabilen bir kurumdu. Ciddi diyorum. Hatası da var mıydı? Tabii ki vardır, tüm dünyadaki örneklerinde olduğu gibi. Pekiyi iktidar ne yaptı? “Vesayet makamı bu” dedi ve Anayasa Mahkemesi tamamı ile iktidara, şimdi de bütünü ile tek kişinin iradesine bırakıldı. Pekiyi Anayasa Mahkemesinin yaptığı gerçekte de vesayet işlevi miydi? Bu tür bir denetime vesayet denebilir mi? Kesinlikle hayır… Bu yolla ordu da mahvedildi, üniversiteler de, okullar da, eğitim de… Ne kadar ciddi kurum varsa hepsini …
Bu yapılırken, iktidar ve “yanında yer alanlar” (bugün bazıları, ah bunlar Fetöcüymüş denilerek, tu kaka edildi, o başka), bize bir şey empoze ettiler; “bunların hepsi vesayettir, vesayet kurumudur. Kurumlar olmamalıdır”. Hep bu işlendi. Pekiyi bunların yerine ne olmalı? “İktidarlar madem halkın oyunu alıyor, istediğini istediği şekilde, istediği kadar yapmalı”. Aynen böyle söylendi. Pekiyi böyle bir vesayet anlayışı var mı? Veya vesayetsizlik anlayışı? Tabii ki yok. Devlet kurumu istediği şekilde istediğini yaparsa, Meclis istediğini yaparsa, özgürlükleri istediği kadar sınırlarsa, o zaman anayasaların ne işlevi olur? O anayasalar nasıl korunur? O anayasaları koruyacak Anayasa Mahkemeleri ne yapabilir? Bu soruların yanıtlarını da işte şimdi görüyoruz. Ne Mahkemeler kaldı, ne Anayasa Mahkemesi, ne YSK, ne HSYK.
Dolayısıyla bizim de burada kabahatimiz vardır muhakkak ki. Ama öyle bir ortam hazırlandı ki 2002’lerde, hatta 2006 ve 2007 lerden sonra… Örneğin şimdi bu röportajı bugün bile bazı gençler okuduğunda çok şaşırabilecektir. Türkiye Cumhuriyeti, 1960’lı yıllarda çok önemli bir kurum oluşturmuştu. Neydi bu? Yüksek Seçim Kurulu… Biz birçok ülkenin günümüzde ya da 1990’lı yıllarda yaşadığı kaosları, tartışmaları 60’lardan sonra bırakmıştık neredeyse. Yüksek Seçim Kurulu diye yargıçların yer aldığı bir kurul vardı. Biz bu kurumu mahvettik ve yerine şimdi, her şeyi siyasal, her kararı tartışmalı, her kararı bir şekilde (şansa(!)) iktidara yarayan bir kurum, neredeyse iktidarın yardımcısı bir kurum haline dönüştürdük. Kim ne derse desin… Biz, dediğim gibi Anayasa Mahkemesi diye bir kurum kurmuştuk. Bu kurumu aldılar ve tamamı ile “tek kişinin iki dudağına ve iradesine bağladılar. Rahmetli Demirel, Yargıtay, Sayıştay, Danıştay’ı kastederek, “3 Taylar bize karşı” derdi ama hiçbir gün aklına “ben bu Yargıtay’ı kaldırayım, benim bir arkadaşımı oranın başına atayayım, bütün hâkimleri ben atayayım, istemediğimi bir pundunu bulup uzaklaştırayım” diye düşünmedi. Hatta belki düşünemedi bile. Ama bugün yapıldı mı, yapıldı. Dolayısıyla, buna izin veren, bunu görmezden gelen herkesin de suçu vardır muhakkak. Ama kademe kademe.
Gerçi 15-20 yıl sonra sizin derginiz İktisat ve Toplum’un bugünkü sayısında yer alan bu röportajı okuyanlar, “2018’lerde ne garipmiş Türkiye, hukukla, gerçek siyasetle, hiç ilgisi yokmuş” diyecektir inşallah. Zaten eğer hala “ne güzel, iktidar önündeki vesayet engelleri o günlerde kaldırılmış” diyorlarsa, anlayın ki, o 15-20 yıl sonra da Türkiye’de ne hukuk var olacaktır, ne ekonomi, ne siyaset…
Şimdi Demirel demişken oradan devam edelim. Siz de mesleğiniz gereği biliyorsunuz. Süleyman Demirel’in bir fikri vardı ve bunu hep söylerdi 12 Eylül öncesi. Bu anayasa Türkiye’ye bol geliyor, derdi. 1961 Anayasasını bol görüyordu. Demirel elinde birde sürekli anayasa tutardı ve her tartışmada derdi ki anayasa işliyor mu? Evet ise yanıtınız, o zaman mesele yok. Şimdi 2010’da anayasa değişti, sonra bir daha değiştirdi. En son geçen yıl bir daha değişti. Pardon bu yıl da değişti unuttum. O kadar çok değişiyor ki. Şimdi ben de geçenlerde gazetedeki köşemde bir yazı yazdım, dedim ki, 2010 dan sonraki bu anayasa için Türkiye’ye dar geliyor dedim. Dar geldiği de bugünkü hükümet kurulduğunda ortaya çıktı. Koalisyon hükümetlerini engellemek için anayasayı değiştirdik, derken koalisyon hükümeti kuruldu. O zaman demek ki anayasayı biz bir toplumsal uzlaşma ile hazırlasaydık bu iş böyle olmazdı diye düşünüyorum. Bu benim fikrim. Bizim Türkiye’nin hızla ciddi bir anayasa üzerinde çalışması lazım. Şu andaki siyasal erk bunu istemiyor olabilir ama bence sivil toplum örgütleri, demokratik kitle örgütleri bizim bir anayasaya ihtiyacımız var demeli. Geçenlerde TÜSİAD başkanı da nasıl olduysa doğru bir şey söyledi Avrupa Birliği bizim tek perspektifimiz olmalı, dedi. Avrupa Birliği’nin ilkelerinden bir tanesi farkındalıklara saygı duymak. Biz şu anda farkındalıklara saygı duymuyoruz. %51 ne dedi, %49’un canı cehenneme diyoruz. Şimdi o zaman hocam yeni bir anayasanın alt yapısını nasıl kuracağız? Bunun aktörleri kim olacak?
Bunu 2010’da da çok tartıştık. Şimdi bunu sizin söylemeniz ayrı bir önem taşıyor. Neden? Çünkü siz hem akademisyensiniz, hem hukuk dışı bir alanda akademisyensiniz, hem de medya ile uğraşıyorsunuz. Şimdi biz söylediğimizde “bazıları” buna inanmıyor ama bu noktaya gelecekler. Evet, Türkiye’de, 2007 yılında, iktidar partisi AKP, “ilk defa sivil anayasa yapıyoruz” diyerek Prof.Dr.Ergun Özbudun ve birkaç arkadaşını toplayıp, “haydi bana güzel bir anayasa yapın” dediğinde ve onlar bu “güzel anayasa yapın” sözündeki o “güzel” kelimesinin ne anlama geldiğini, neyi kasdettiğini son derece iyi anlayarak, tamamı ile AKP’nin yani iktidar partisinin ve Sayın Tayyip Erdoğan’ın işine yarayan anayasayı yaparlarken de biz hep şöyle demiştik; “arkadaşlar iyi bir anayasa gerçekten gerekli Türkiye’ye. Ama anayasa, Tayyip beyin işini kolaylaştırmak için, ya da o, ben ne istiyorsam yapabileyim dediği için değil, başka bir nedenle, başka bir hedefi gerçekleştirmek için gerekli, Türkiye’ye” demiştik. Onlar tabii ki bizi dinlemediler. Bir taslak hazırladılar. O taslak tamamı ile, 16 Nisan’da kabul ettirilen şimdiki Anayasanın bir ilk versiyonu durumunda idi. İktidarın önündeki tüm denge ve denetim araçlarını törpüleyen, Anayasa Mahkemesinin üyelerinin çoğunluğunu doğrudan iktidara seçtiren bir sözde demokrasi anayasası idi. Tabii o zamanlar daha yıl 2007 idi ve bugünkü kuşatma, daha tam anlamı ile gerçekleştirilebilmiş değildi. Bu nedenle AKP’nin ve o “aydınların” yoğun çabalarına karşın, Anayasa kabul ettirilemedi.
Pekiyi o halde ne yapmak gerekli idi? Yani madem 2007 AKP Anayasa taslağı, bugünkünün bir ilk versiyonu idi, ya da 16 Nisan Anayasası da iyi değil, o halde Anayasa yapmamak mı gerekli ya da yapılırsa nasıl yapmak gerekli ve neleri ihtiva etmesi gerekli?
Bunun için, bir ilk tespiti yapmamız zorunlu. Bugün Türkiye’de baktığınız zaman, çok açık bir gerçek görüyorsunuz. Türkiye’de hiç kimsenin, hiçbir meslek grubunun, hiçbir sosyal ya da siyasal sınıfın, hiçbir tabakanın bir güvencesi yok. Ne ekonomik güvencesi var, ne siyasal, ne hukuksal, hiçbir güvence yok. Örneğin gazetecinin bir güvencesi yok. Bugün gazeteci yarın değil. Bugün “televizyon yorumcusuyum ben, her akşam televizyondayım, ben Türkiye’yi iki dudağımla istediğim yöne yönlendiririm” zannedenlerin de güvencesi yok. Kimleri gördük. Bugün “anchorman” değil. İster iktidara uzak olsun, ister iktidara yakın. Cumhurbaşkanının 25. Yıl törenlerine gidip, “dünyanın en temiz, en kahraman insanları ile bir aradayım” dediği ve onların da 15 dakika ayakta, elleri patlarcasına alkışladıkları kişilerin gazeteleri bile ellerinden alındı. İş adamının da güvencesi yok. Hiç kimsenin yok. Bugün iş adamıyım, yarın o işyerinin kapısında bile çalışabileceğim şüpheli. Örneğin her zaman anlatıyorum. Türkiye’de öyle böyle Toprak diye biri çıktı ve bir holding yarattı. Bu Toprak grubu, bir anda Türkiye’de bir rekabet yarattı. Evye, lavabo, musluk, kâğıt peçete ne alacaksan. Beğen beğenme. Pekiyi sonunda ne oldu? İktidar istemediği, beğenmediği için ya da “başkalarına söz verdiği” için bir gecede mahvoldu. Hatta İstanbul İstinye’de bir malikanesi vardı, onu da elinden alıp, “bir arkadaşımıza” verdik. Çerez parasına.
Dolayısıyla Türkiye’de kimsenin güvencesi yok. Demek ki, Türkiye’de bir Anayasa yapılacaksa, karşımıza iki veri, iki unsur çıkıyor. Birincisi Anayasanın içine neleri, hangi kurumları koyacağız yani içeriğini nasıl yapacağız? İkincisi de o Anayasayı nasıl yapacağız, kimlerle, hangi aktörlerle Anayasa yapacağız? Bunu hep söyledik, halen söylüyoruz, ama bir türlü yapılamıyor. Yani bunun nedeni de, bugüne kadar yapanların aptal olması ya da bizlerin çok akıllı olmamız değil. Ama bir şey çok açık, siyasal iktidarlar, siyasal güçler, etkili güçler, Türkiye’de iyi ve ciddi bir Anayasa yapılmasını istemiyor, kesinlikle istemiyor. Nitekim aynı şey hep oldu, hepimiz gördük, 2007’de anayasa yapıldı, 2010’da yapıldı, 2016’da yapıldı. Devamlı anayasa yaptık. Ne oldu? Yapanlar, isteyenler, o “yetmez ama evetçiler” aptal olduklarından mı olmadı? Hayır, ciddi ve iyi bir Anayasa yapılmasını, başta siyasal güçler, siyasal iktidarlar, sonra da tabii ki o iktidarlara her şeyi ile bağlı olanlar kesinlikle istemedi. Bu nedenle olmadı.
Pekiyi esasında ne yapmamız gerekli idi? Çok basit. Bir, Türkiye gibi daha, siyasal, eğitimsel, kültürel, hukuksal, ekonomik bütünleşmesini tam anlamıyla sağlayamamış, aralarında büyük uçurumlar bulunan insanların yaşadığı ülkelerde, iyi bir anayasa yapılabilmesi için, bu farklı grupların, meslek gruplarının ya da temsilcilerinin, bu Anayasa yapımında doğrudan yer almaları zorunludur. Yer alsınlar ki, anayasa yapılırken, gelip, doğrudan taleplerini, beklentilerini dile getirsinler ve anayasa içeriğinde, kendilerine özgü bazı güvence maddelerine ya da kurumlarına yer verdirebilsinler. Örneğin çok basit bir şey söyleyeyim, kadın erkek eşitliğinin bile bozulduğu, kadına karşı şiddetin çok açık şekilde arttığı günümüz Türkiye’sinde, demek ki kadınların, bir anayasa yapımında, doğrudan orada olup, en azından anayasal haklarının neler olabileceğinin, olması gerektiğinin doğrudan onlar tarafından dile getirilmesi lazım. Yani kadınların kendilerinin ya da onları temsil eden kurumların temsilcilerinin bulunması gerekli.
Bunun yanı sıra, bir Anayasayı yaparken, “ben %51’im ben istediğim anayasayı yaparım” demek de mümkün değildir. Çünkü Anayasa, bir anlamda “bir toplum sözleşmesidir”. Demek ki anayasayı yaparken bir onsuz olmaz kuralımız var. Nedir o? Türkiye’deki kültürel anlamda, eğitim anlamında, ekonomik anlamda, dediğim gibi yani her anlamda, istekleri talepleri olanların, taleplerini dile getirebilecekleri bir ortamı yaratmak zorundayız. Bunlar gizli kaldığı sürece, sisteme dahil olmadığı takdirde, iyi bir Anayasa yapmak imkanı ortadan kalkar. Bu kesin… Yani Türkiye’de şimdi bir sınıf mı dersiniz, tabaka mı dersiniz, katman mı dersiniz, toplumsal sınıf mı dersiniz, meslek grubu mu dersiniz, bunların tümünü alacaksın, sonra “sen hangi haklarını ve nasıl istiyorsun? İşçiler siz ne istiyorsunuz? Kadınlar siz ne istiyorsunuz? Çocuklar siz ne istiyorsunuz? Faraza diyorum aleviler siz ne istiyorsunuz? Bunların birbirlerini engellemeyen, yok etmeyen taraflarını alırsın, sadece “ben senin yok olmanı istiyorum” dediği takdirde, böyle bir şeyi korumak mümkün olmadığı için, uzlaşabileceğin noktaları alacaksın, bu denli basit. İşte içeriği ile herkesin toplum sözleşmesi olabilecek bir anayasa.
Gerçi bunu yapamadık. Ama günümüzde çok açık bir zorluğumuz daha var, onu da söyleyeyim. Türkiye 1950’lerde 60’larda daha iyiymiş, hatta o Cumhuriyeti kuran insanlar çok üstün insanlarmış, ve onlar bu söylediğime daha yatkın insanlardı. Hatırlayın 1961 anayasası geçtiğinde %62 ile geçti diye, Türkiye yıllarca tartıştı. Ben 1980’de İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine asistan oldum hala onu tartışıyordu. 20 yıl olmuştu, %62 ile anayasa mı yapılır? Ayıp değil mi? diye sorarken, o soruları soranlar, bugün %50 ile anayasa yaptılar, onu da “mühürsüz oylar” yardımı ile yaptılar. Siz hiç iki yıldır bir serzeniş duydunuz mu? Acaba artık daha mı bir bazı şeyleri kanıksadık? Ya da daha az demokrasi mi talep eder olduk? Bilmiyorum siz ne dersiniz?
Türk halkının talepleri ile hukuk sistemi birbiriyle örtüşmediği için toplumda bir kusma işi var. Şimdi sunu söylemek istiyorum her gün televizyonun altında bir bant geçiyor. Diyarbakır’da 8 terörist etkisiz hale getirildi. Sonra 3 şehit asker, 4 tane şehit polis. Ben şunu söylüyorum öğrencilerime ,şehit polisler Türk vatandaşı, terörist dediklerimizin de önemli bir kısmı Türk vatandaşı ve kimi zaman İç İşleri bakanı açıklama yapıyor, diyor ki yaşları 15 ile 20 arasında değişen teröristler, şimdi hocam sizin de çocuğunuz varmış söylediniz, benimde iki tane çocuğum var. 15 yaşındaki çocuğun terörist olması için bir neden gerekir. Bu soruyu sormuyoruz, yaşananlar, acılar Ankara’ya ulaşamıyor? Ankara’daki herkes rahat. Hâlbuki Türkiye’de 30 yılda yaklaşık 100.000 insan öldü. Demek ki bu anayasa ile ilgili bizim bir sorunumuz var. Orada esas noktayı kaçırıyoruz. Herkesin birbirinin özgürlüğüne saygı duyması, farkındalığına saygı duyması lazım. Geçenlerde bir mimar arkadaşım bana dedi ki Ömer Faruk çok kilo almışsın. Ben de ne güzel dedim. Çünkü sen zayıf olduğunu ben şişman olduğum için anlıyorsun. Bu farkındalık meselesine Türk halkı esasında özümsemişti. Bakın biz yıllarca Alevilerle, Kürtlerle şunla bunla birlikte yaşadık. Dostumuz oldular, beraber yürüdük, dans ettik, okula gittik, dost olduk, evlendik şimdi birden bire ayrıştık. Bence anayasa ayrışma yerine bütünleşmeyi sağlamalı. Katılır mısınız?
Dediğiniz çok doğru yalnız maalesef gidişat buna yönelik değil. Mesela şunu düşünüyorum, Türkiye eskiden gerçekten de önemli bir ülkeydi. Ben bu yaşta bunu söylüyorum ve söylerken de birileri inşallah yanlış anlamaz diyorum. Zamanında bazı siyasetçilere çok kızardık. Demirel’e kızanlar vardı, Erbakan’a da kızanlar vardı, Özal’a kızanlar vardı. Fakat şunu söyleyeyim ki, onların tümü de gerçekten çok daha demokrat insanlarmış. Hele Ecevit, Demirel filan.
Bugün bazı olanları görünce ise, inanamıyorum, bu kadarını tahayyül bile edemezdik diyorum. Örneğin demin söylediğim bir şey vardı. Yüksek Seçim Kurulu kararı deyince, biz inanırdık. Mahkeme karar verdi deyince, biz tamam derdik. Ama ben hayatımda 16 Nisan referandumu gibi bir halk oylamasını görmedim. Ne TBMM aşamasını, ne referandum öncesinde yaşananları, ne o gece yaşananları, ne YSK kararı gibi bir kararı. Hiç görmedim, Türkiye’de böyle bir oylama yaşanabileceğini, o inanılmaz propaganda sürecini, tahayyül dahi edemezdim. Şimdi Türkiye’de yapılan daha önceki referandumlar yüzde yüz hatasız mıydı, harika mıydı? Ama şöyle bir şey görülmedi, söylediğim gibi, gerek TBMM süreci, gerek propaganda süreci, gerek YSK aşaması, düşünülemezdi bile. Bugün inanın, öğrencilere anlatmakta zorluk çekiyorum, anlatamıyorum; “arkadaşlar o 1980 öncesi kötü dediğimiz günlerde bile, hatta 1974’lerde 1975’lerde. 7 parti, televizyonlarda yan yana gelirdi, %3 oy alanla %40 oy alan yan yana otururdu. Yüzde 3-5-8-10 alanlar %45 alan Başbakana yanlış yapıyorsun, bilmiyorsun bu işleri, Türkiye’yi batırdın” derdi. O da onlara cevap verirdi. Üstelik programı yöneten sunucu da, büyük bir pişkinlikle; “Sayın başbakanım siz hepsine cevap veriyorsunuz, bu nedenle onlar bir saat konuştular, sizin dört saat hakkınız var” diyemezdi. “Onlar onar dakika konuştu, siz de on dakikada anlatın” derdi. Aradaki fark bu denli büyük. Bugünü görünce, eskiden nelere sahip olduğunu daha iyi görüyor insan.
Şimdi bugünün çocukları böyle bir şey bilmiyor. Şöyle zannediyorlar; “televizyon dedikleri yere, bir Cumhurbaşkanı çıkar 24 saatin 23 buçuk saati konuşur, geri kalan yarım saatte de onun söyleyeceklerini başka ağızdan söyleyecek, o maskeyi takmış başkaları çıkar, adları ya da ünvanları ne olursa olsun, akademisyen ya da gazeteci ya da yazar ya da aydın(!), onlar da çıkar ve aynı şeyi söylerler.
Siz hiç Türkiye’de böyle bir şey olacağını düşünmüş müydünüz? Anayasa yapmalıyız diyorsunuz, ben hala önemli bir birikimimizin olduğunu düşünüyorum ama bu birikim yavaş yavaş eriyip gidiyor. Ve maalesef gençler gerçekten demokrasiye yakın bir ortamı artık bilmiyorlar. Gerçek bir demokrasiyi görünce aynen şöyle diyecekler; “Hocam böyle bir seçim mi olur?” Neden diye sorarsanız, seçim nasıl olur diye soracak olursanız, aynen şöyle yanıt vereceklerdir; “valla biz şöyle gördük. Televizyonların %99,5’unda 24 saatin 23 saati bir Başbakan veya Cumhurbaşkanı çıkar, diğerlerine şerefsizler, ahlaksızlar, vatan hainleri, çukurcular, hendekçiler diye bağırır, sizlere oy veren vatan hainidir der, sonra toplanan kalabalığa sorar, “vatan haini değil mi bunlar” diye, kalabalık da kahkahalarla cevap verir. Sonra Başbakan ya da Cumhurbaşkanı ya da başka bir siyasetçi, televizyona döner ve halkın tamamına, “haydi bakayım şimdi bir gidin öbür tarafa oy verin de ya da hayır deyin de göreyim” der. Bundan sonra biz de gideriz, ve büyük bir özgürlükle, güvenle oyumuzu kullanırız. Ve o gençler bir de şunu da eklerler; “Böyle değil midir hocam seçimler? Biz böyle referandum yapmadık mı?”
Ama hala şuna inanıyorum, Cumhuriyeti kuranlar, M.K. Atatürk ve arkadaşları, hatta o demin söylediğim Ecevit’ler, Demirel’ler, Erbakan’lar önemli bir şey yaratmışlar, hala Cumhuriyetin devam etmesinin, kurumlarının ortadan kaldırılmasına karşın, devam etmesinin bir nedeni var bence. Ne mi?
16 Nisan’da bir sözüm ona referandum yaşadık. Benim doktora tezimin konusu referandumdu, siyasal katılım olarak referandum. Şunu açıklıkla söyleyebilirim ki, dünyada, ben demokrasiyim, yarı demokrasiyim, çeyrek demokrasiyim, demokrasiye daha yeni geçtim diyen ülkeler için bile, tarihin gördüğü, görebileceği, “en adalet dışı, en hukuk dışı, en demokrasi dışı, en eşitlik dışı referandum, 16 Nisan referandumuydu”. Bu koşullarda yapılmıştır. Televizyonların %99,5’unda 24 saatin 23,5 saatinde en tepeden Cumhurbaşkanından en alttaki muhtarına kadar televizyona çıkıp, “bir hayır verin de görürüz, hesabını sormayacak mıyız” dediği bir referandumdu. Düşünün buna karşın, Türk halkının %52’si gitti ve “hayır” oyu verdi. O gün akşam, bu anlaşılınca yedek kuvvetler devreye sokulmak zorunda kalındı. “Eyvah gidiyoruz ne yapalım? Bir mühürsüz oy uydursak? Uyduralım. Hadi oylar mühürsüz olacak” dediler. Pekiyi nasıl sayarsınız, kanun açık, bu oyların orada kullanıldığının başka bir güvencesi olamayacağı için, mühürlü oy zorunluluğu getirildi” deyince de, YSK inanılmaz hukuksuz ve baştan savma bir gerekçe uydurdu. Hatta ne yalan söyleyeyim uyduramadı bile. Ve “evet’ler %51 olmuş, bitti bu iş, atı alan Üsküdar’ı artık geçti” dediler.
Ama biz yine de hepimiz biliyoruz ki, Türk milleti o gün %52’si ile hayır dedi. Neden? Çünkü Türk milleti, artık tek adam rejimi istemiyor. O, padişahlığı, hatta İttihat ve Terakki’nin tek adamlık sistemini yaşadı, genlerine işledi o dönemlerin tek adamlık sisteminin kötülükleri. Ve aynen şöyle dedi; “ben bu lideri severim, bayılırım, oy da veririm, yol yapsın, köprü yapsın, oğlumu işe alsın, bana para versin, ama Atatürk Cumhuriyetinin yerine Kılıçdaroğlu Cumhuriyeti veya Erdoğan Cumhuriyeti kurmaya gelince, orada dur, buna izin vermem” dedi bana göre. İşte yüzde 52, 16 Nisan’da aynen böyle söyledi. İşte bu nedenle de Yüce Atatürk’e çok şey borçluyuz, onun arkadaşlarına da, ondan sonra gelenlere de, Demirel’lere, Erbakan’lara Ecevit’lere de çok şey borçluyuz. Çünkü bu sistemi bütünü ile değiştirmeye, tek adam rejimi ile değiştirmeye, otokratik bir yönetim kurmaya niyet bile etmediler.
Bu nedenle de bizim şu anda yaşadığımız sisteme artık demokrasi denir mi bilmiyorum ama olsa olsa siyaset bilimine belki “reis demokrasisi” olarak geçer. Ama “böyle bir demokrasinin de hukukta yeri var mıdır ya da demokrasi tanımlarında yeri var mıdır” diye sorarsanız da bence yok. Kesinlikle Yok…
Bazıları Atatürk sözcüğünü de kullanmıyor. Mustafa Kemal ile yetinmeye çalışıyor. Mustafa Kemal Atatürk, 1920’lerde dünyada daha demokrasinin pek olmadığı bir ortamda çıkıp çok partili sistemi denemeye kalkıyor. Kendi eliyle. 1930’da gene deniyor. Bunlar olurken biz anayasadaki %10 barajını kaldırmıyoruz. Ondan sonra gelip Mustafa Kemal’e diktatör deyince, ben çok üzülüyorum. . Şimdi oradan bir son soru sorayım size, Atatürkçü Düşünce Derneği, bu ortamda siz de başkanı olarak, nasıl kamuoyunu bilgilendirme, aydınlatma stratejisi izliyor? Ne yapıyor? Onu da okuyucularımız bilsinler. Çünkü bizim dergi editör sayfasında diyor ki biz bağımsızız, tarafsızız. Üç konuda tarafız, bir Cumhuriyet, iki demokrasi, üç Mustafa Kemal Atatürk’ten yana tarafız. Diğer konularda taraf değiliz. O yüzden önemli bir işlevi var Derneğinizin. Siz ne yapıyorsunuz?
Harikasınız. Ne yapacağımızı söylemeden önce bir kere şunu söyleyeyim size. Çok teşekkür ediyorum. Çünkü bu söylediklerimi emin olun kitapta da yazdım, 35 yıldır ders de verdim. Ama Türkiye’de son 125- 20 yılda önemli bir değişme oldu; yukarıda sözünü ettiğimiz biçimde, tüm bildiğimiz kurumlar, bilinçli olarak, “vesayet kurumları” diyerek yok edilirken, insanlar, kurumlar ve olaylar da, algı metotları ile, algı yaratma, ön yargı yaratma metotları ile kategorize edildi, sınıflandırıldı. Örneğin “insanlar 7 yıl tutuklu kalır mı, bu tür düzmece delillerle insanlar zindanlarda çürür mü” diyenler; “darbeci, ergenekoncu, askerci” diye yaftalandı. Bunları yapanların en başında tabii ki dönemin iktidarı ve tüm mensupları vardı. Ve yine tabii ki tüm bunlar hep bir amaca varmak için yapıldı. Ve o amaca da ulaşıldı. Hem de çok rahatlıkla…
Ama bizler bunları hep söyledik. Bunları anlayan anladı, seven sevdi, sevmeyen sevmedi, bu ayrı bir şey. Ama ben şu anda, sadece akademisyen, siyasetçi Süheyl Batum değilim. Atatürkçü Düşünce Derneği’nin genel başkanı olarak buradayım. Ve bu nedenle bu soruyu sorduğunuz için çok teşekkür ediyorum. Çünkü önemli olan Süheyl Batum’un ne dediği, ne yaptığı değil şu anda. Atatürkçü Düşünce Derneğinin ne düşündüğü ya da ne yapacağı önemli.
Bu noktada, ben de izin gibi düşünüyorum. Atatürk’ün ve arkadaşlarının bu ülkede birçok kişinin yapmayacağı bir şeyi yaptığına inananlardanım. Savaşı kazanmak, muhteşem bir şey, Kurtuluş Savaşı’nı kazanmak, emperyalizmi ilk kez mağlubiyete uğratmak, muhteşem şeyler bunlar.
Ama bence Atatürk’ün yaptığı ve onu gerçek anlamda Atatürk yapan, dahi yapan, Yüce yapan şeyler, diğer yaptıkları. Ve bence yaptıklarının bu boyutuna çok daha önem vermek zorunlu. Bir kere Atatürk bir gerçeği çok açıklıkla biliyor; “Cumhuriyeti kurarız, kolay” diyor. İran da Cumhuriyet kurmadı mı? Libya da Cumhuriyet değil miydi? Bugün yaşadığımız sisteme “Türkiye Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” diye kimsenin bilmediği, duymadığı bir ad vermedik mi? Ama Atatürk için esas olan, sadece bir ad ile Cumhuriyet kurmak değil, tam tersine o Cumhuriyetin esasını, özünü oluşturmaktı. Yani o Cumhuriyetin özünü oluşturan Cumhuriyetin bireyini, yurttaşını yaratmak. Ve Atatürk bu amaçla, en baştan itibaren, bu bireyi yaratmak için, dört unsura önem veriyor; birincisi ekonomik olarak bağımsız ve “ne soy, ne ırk, ne etnik köken, ne mezhep, ne cinsiyet, ne din, ne dil, ne de servet yönünden ayrışmayan, eşit bireylerden oluşan bir ulus yaratmayı amaçlıyor. İkincisi ben Türk milletini kadın erkek eşitliğine dayanan ve bunu her yönü ile uygulamaya geçiren bir vatandaşlar topluluğuyum anlayışı. Üçüncüsü eşit ve laik hukuk sistemine dayanan, dinine mezhebine göre ayrım yapılan değil, insanları din, mezhep ve inanç yönünden de eşit kabul eden bir Cumhuriyet anlayışı. Ve dördüncü olarak da, “insanlarını dindar olanlar olmayanlar, kindar olanlar olmayanlar, Müslüman olanlar olmayanlar diye ayıran değil, onlara eşit, laik ve çağdaş bir eğitim vererek, onların “fikri hür, vicdanı hür insanlar olarak” yetişmelerini sağlayan bir eğitim birliği sistemi.
Atatürk şunu çok iyi gören bir dahi idi; Osmanlı’nın eğitim sistemi, özellikle sonlara doğru, birbirlerini anlamayan, tanımayan, aynı geleceği paylaşmayı düşünmeyen, istemeyen, aynı değerleri, kavramları paylaşmayan insanlar yetiştiren, farklı eğitim sistemlerinin bir arada yer aldığı kötü bir sistemdi. Ve sonunda Osmanlı battı. Gerçekten de Osmanlı eğitim sistemi, üç tür farklı genç yaratıyordu. Aynı günümüzde iktidarın yapmak istediği gibi. Oysa Atatürk ne yaptı? Tevhidi tedrisat, eğitimin birliği dedi. Bunu bazıları anlamamakta direndiler, halen de direniyorlar. Hatta “eskiden tek düze insan yetiştiriyorduk” deyip bizleri kandırmaya çalışanlar bile var. Bunlara “haydi canım sen de” demek gerek, çünkü Tevhidi Tedrisat sistemi, ktek düze insan yetiştiren bir sistem değil, kesinlikle değil. Ve Köy Enstitülerini içeren, çağdaş, bilimsel, karma ve laik bir sistem.
İşte Atatürkçü Düşünce Derneği olarak da biz, buradan yola çıkmayı önemsiyoruz. Türkiye’de mutlaka bu dört unsur geçerli olacak. İktidarlar, bugün yapıldığı gibi, iktidarı ömür boyu elde tutabilmek için, bu dört unsuru ortadan kaldırmayacaklar; eşit bireyler, insanlar olacak; eşit bireyler deyince, tabii ki bireyin biri ekonomik açıdan biri daha güçlü olacak, bir diğeri daha az güçlü olacak, ama önemli olan o daha az güçlü olan yaşamak için, daha güçlü olanın iki dudağından çıkan söze bağlı olmayacak, tüm geleceği daha güçlünün ellerinde olmayacak. Sonra kadın ve erkek mutlaka eşit olacak, hem siyasal, hem de sosyal anlamda. Ve yok sen benim kaburgamdan doğdun, yok ben sana saygı duyarım ama affedersiniz eşit sayılmam, Atatürk Cumhuriyetinde bu tür anlamsızlıklara yer olmamalı. Üçüncüsü eğitim sistemi olarak mutlaka çağdaş, eşit, karma ve laik bir eğitim sistemi geri gelmeli. Ve Köy Enstitüleri sistemi yeniden oluşturulmalı. Ve son olarak da, laik bir hukuk sistemi ve buna bağlı olarak bağımsız bir yargı mutlaka gelmeli. İşte Atatürkçü Düşünce Derneğinin, tüm siyasal iktidarları değerlendireceği ve yönlendirmek istediği ilkeler bunlar. Bu kadar… Bunların dışında ADD bir siyasal parti değil, olmamaya kararlı. Ve bir ya da bazı partilerin arka bahçeleri rolü oynamamaya da ısrarlı.
Şimdi Atatürk Nutuk’un en sonunda gençliğe hitaben çok güzel bir şey söylüyor. Bence bütün anayasal sistemlerin, bütün cumhuriyetlerin, bütün demokrasilerin temelinde bu var. Atatürk hakikaten bir deha, orada son bir satırda diyor ki “Türk milleti dünya milletler ailesinin şerefli bir üyesi olmak ve eşit üyesi olmak için bir şeyden kurtulacaktır. Korkudan muaf olacaktır, korkudan kurtulacaktır” diyor. Ne güzel bir söz. Demokrasinin, hukukun, adaletin her şeyin temelinde bu korkudan kurtulma var. Korkudan kurtulacaksın. Bu korku; din korkusu da olur, hacı hoca korkusu da olur, Cumhurbaşkanı korkusu da olur, koca korkusu da olur, işveren korkusu da olur, gazete sahibi korkusu da olur, üniversite rektörü korkusu da olur. İşte her tür korkudan muaf yaşayan bireylerden oluşan bir toplum yaratmak. Atatürk’ümüzün yaptığı bu. Atatürkçü Düşünce Derneği olarak da biz bu bilinçle yola çıktık. Bir ara bize hep şöyle söyleniyordu; “siz kimsiniz, siz kaç kişisiniz, siz yüzde 10 beyaz Türklersiniz, siz Atatürkçü elitistlersiniz” deniliyordu. Oysa onlara göre, Atatürk 30’ların kahramanıydı. O kadar. Oysa 16 Nisan’da Türkiye’nin %52’si bir anda; “Atatürk’ün cumhuriyetini kaldırıp, yerine Tayyip Erdoğan Cumhuriyeti getirmeyin” dedi. İşte ADD, en azından bu yüzde 52 nin istediği “Atatürk ilkelerinin, korkudan muaf Türk Milleti yönündeki taleplerinin bıkmadan, korkmadan sözcüsü olacak.
Hocam, bir saha çalışması var, kendinizi hangi kimlikle ifade ediyorsunuz diye bir soru soruluyor. Orada işte Müslüman, Türk, Atatürkçü falan diye halkın %65’i kendine verdiği ilk kimlik Atatürkçülük. Dolayısıyla Atatürk gerçekten birleştirici, bu yeni anayasanın temeli olabilir.
Bu çok güzel bir şey. Ama kesinlikle doğrudur. Bir yukarıdaki soruda da, bu bulgunun 16 Nisan’da da sağlamasının yapıldığını söylemiştim. Ve evet, bu nedenle de, Atatürkçülük, kesinlikle birleştirici ve Anayasanın temeli olabilir. Hatta biraz daha ileri gideceğim, mutlaka olmalı. Bu söylediğim, herkesin mutlaka Atatürkçü olması anlamına da gelmiyor. Ama gerçek bir demokrasinin, ancak yukarıda da belirttiğim dört unsura ve Atatürk ilkelerine bağlı olarak kurulabileceği anlamına geliyor. İşte ADD de, bu amaca, bu ilkelere ve unsurlara yönelik faaliyetler yapmak durumunda, hatta zorunda. İnsanları, vatandaşları, siyasal partilerin, siyasal liderlerin değil, Atatürk’ün ve Atatürk ilkelerinin etrafında toplamak, birleştirmek zorunda. Zaten bu “birleşme” olmasın diye, tüm Atatürk ilkeleri de yıllarca ya anlatılmamış ya yanlış anlatılmış. İşte ADD’nin temel görevi de bu. Halkçılığı, Cumhuriyetçiliği, Devletçiliği, Atatürk Milliyetçiliğini, Laikliği, Devrimciliği. Hepsini yeniden anlatmak. Ta ki, yılların beyin yıkamaları, algı operasyonları, göz boyamacılığı ortadan kalksın.
Bir şey daha var hani eşit bireyler dedim ya bana göre yalan yapıyoruz özellikle 80’lerden sonra dediniz ki sizde benim hoşuma sivil toplum örgütünden daha çok demokratik kitle örgütü geliyor. Demokratik kitle örgütü deyince bende şöyle düşünüyordum. Türkiye’de demokratik kitle örgütlerine, demokratiklik uyduruyoruz diye düşünüyordum.
Hocam ülkelere baktığımızda hangi ülkeler büyüyor? Demokratik ülkeler büyüyor, laik ülkeler büyüyor. 59 tane İslam ülkesi var. Kimisinde Müslüman nüfus az kimisi %99’u Müslüman içlerinde hala pırıl pırıl parlayan ülke Türkiye. Neden diye sorduğumuzda aradaki en büyük fark, laiklikten geliyor. Çünkü laiklik bir dinsizlik değil, Laiklik herkes istediği gibi inansın diye var. Dolayısıyla Atatürkçü Düşünce Derneği bunu anlatırsa sanıyorum yolu da açık olur, diye düşünüyorum.
Çok saygı duyduğum aydınlardan biri olan; Orhan Güvenen vardır. Bir ara devlet istatistik Enstitüsü Başkanlığı filan yaptı. Şimdi onunla bir gün konuşurken, “Süheyl Bey” dedi, “Cumhuriyet kendi entelektüel kitlesini, entelijansiyasını yarattı. Sanatta da, balede de, felsefede de, yontu sanatında da, sinemada da, tiyatroda da yarattı” dedi. Bu hiç tartışmasız bir gerçek. “Şimdi benim korkum” dedi, (işte yıl 2008’ler, 2009’lar) “acaba bu entelijansiya ortadan kalkar mı? Cumhuriyet bunu kaybeder mi?” dedi. Onun da bunu söylemesinin nedeni şuydu; zannediyorum Aziz Nesin vefat etmişti, o arada. Ben de, “çok önemli insanları kaybediyoruz, fakat yerlerine aynı değerde yeni bir tane koyamıyoruz gibi geliyor bana” demiştim. Evet bu kişiler, bu sanatçılar, Cumhuriyet’in eseri oldular. Cumhuriyet, gerçekten de, vatandaşların eşitliği ve laiklik ilkesi çerçevesi içerişinde, laik kurumları, laik eğitim anlayışı çerçevesinde, fikri hür, vicdanı hür ve irfanı hür bir nesli ve yine laik hukuk anlayışı çerçevesinde, kadın – erkek eşitliğine dayalı bir toplum yapısı yarattı. Üstelik Atatürk, hiçbir gün şöyle de yapmadı; “Başkomutan da benim, Çanakkale’yi de ben kazandım, Kurtuluş Savaşı’nı da evvel Allah biz kazandık, şimdi bekleyin bakalım, siz biraz oturun, ben bir 5-10 sene daha ülkeyi düzelteyim, sonra tekrar TBMM’yi kurarım ya da onlara sonra sorarım” demedi. İşte bu anlayış çerçevesinde, Türkiye Cumhuriyetinde, TBMM başta olmak üzere Cumhuriyet kurumları ve laik kurumlar yaratıldı.
İşte bu bilince ve tarihe sahip olan ADD, özellikle bu dört şeye, ilkeye sahip çıkmaya çalışacak. Hiç duraksamadan, tereddüt etmeden sahip çıkmaya devam edecek; – din, dil, ırk, etnik köken, mezhep, cinsiyet ayırımı yapılmaksızın eşit bireylerden oluşan millet anlayışı ; – kadın – erkek eşitliği; – eğitimin birliği ilkesi; – ve laik hukuk anlayışı.
Üstelik ADD daha yeni kabul edilen (15 yıldan beri yapılamamış olup, verdiğimiz söz gereği 3 ayda Genel Kurul huzuruna getirdiğimiz) Yeni Tüzüğü ile, daha genç, daha demokratik, daha dinamik, daha katılımcı bir anlayışla, laik ve demokratik Cumhuriyete sahip çıkma işlevini devam ettirecek. Bu Yeni Tüzüğümüzün hikayesi de, esasında oldukça ilginç gerçi. Örneğin kimileri şunu söyledi; “Türkiye’de koşullar bu kadar zor ver sıkıntılı iken, tüzük yapmanın zamanı mı? Çok ayıp dedik. Çünkü Atatürk gibi, ülke işgal altındayken tamamı Ankara’da 1921 anayasasını yapmış bir kişinin adını taşıyan bir Dernekte, böyle bir bahane ileri sürülmemelidir. Ve devam ettik. Ayrıca bu tüzükte 3 şeyi getirmeye çalıştık. Bir; eşit gençler, mutlaka Atatürkçü Düşünce Derneğinin geleceğinde gençler olmalı ki biz bildiğimizi onlara anlatalım onlar ileride daha gençlere taşısın. Ve bu gençler, mutlaka yönetim kurulunda yer alacak. İki; gerçekten demokratikleştirmeye gayret ettik. O da nasıl? Seçimleri ayrıntılı olarak ve “gizli oy, açık sayım” ilkelerini, diğer derneklerden, hatta siyasal partilerden bile daha açık ve daha ayrıntılı düzenleyerek. Üçüncüsü de; bana göre yine çok önemli (ve diğer kurumların hatta siyasal partilerin bile model alması gereken bir konu olduğunu düşünüyorum) bir şey; kendi süremizi iki dönemle sınırladık. Dedik ki bundan sonra Atatürkçü Düşünce Derneği genel yönetimi iki defadan fazla seçilmesin.
Ve ADD’nin bir güçlü tarafını da belirtmek gerekir kanımca. O da şu; tüm zorluklara, tüm baskılara, iktidarın inanılmaz müdahalelerine karşın, daha önce de söylediğim gibi, 16 Nisan referandumu açıkça gösterdi ki, siyasal iktidarlar ne yaparsa yapsın, bu Atatürk Cumhuriyetinin, Atatürk’ün mirasının arkasında %50-65 gibi bir kitle de var. İşte bu nedenle, ben, çok büyük ve derin yanlışlıklar yapılmazsa, açıkça göz yumulmazsa, kişisel çıkarlar ve beklentiler, ortak yararın önüne geçmezse, Türkiye’nin sonunun veya geleceğinin, kimilerinin zannettiği gibi kötü değil, ne amaçlanırsa amaçlansın, daha iyiye gideceğini düşünüyorum.
Bunları söylerken, tabii bazı şeyleri de hatırlatmak istiyorum. Çünkü bu tür gelişmeleri görmezden gelmeyi kabul etmemeliyiz ve bilinçli olmalıyız. Örneğin, bugün bir basın bildirisi yapacaktık; bu bildiride şunu yazmıştık, Diyanet İşleri Başkanı, Kadir Mısırlıoğlu denilen kişiyi, hem de tören cübbesi ile ziyaret ediyor, selamlıyor, 10 Kasım günü, bu ziyaret gazetelerde yayınlanıyor. Hatta Mısırlıoğlu da, “Şeyhülislamımız, beni ziyarete geldi” diyor. Ondan sonra Diyanet İşleri Başkanı “bu ziyareti ben insani amaçlarla yaptım” diyor. 10 Kasımda bunu televizyon ve gazeteler veriyor ve arkasından da tutuyor “9 yaşında çocuklar Kurana yanaşmazsa, şeytana yanaşmış olur” diyor. Şimdi bunu Diyanet İşleri Başkanının kendi başına yapamayacağını, sadece aracı olduğunu, bunun tepesinde esas olarak, bunları yapmasını, söylemesini isteyen, ona destek olan, “ben şimdilik söyleyemiyorum” diyen bir iktidarın olduğunu açıkça yazan bir basın bildirisi. Ankara Valisi, Türkiye’nin bugünkü halini tamamen açığa koyan bir şekilde, “basın bildirisini yasaklıyorum” dedi. Neyi yasaklıyorsunuz sayın Vali diye sorduk. “Basın bildirisini” dedi. “Basın bildirisini nasıl yasaklarsınız” dedik. “Anayasadan, yasadan bana ne, ben size mi hesap vereceğim” dedi. Gördüğünüz gibi, bugünkü durum vahim…
Ama durum vahim gözükse bile, ben, Türk halkının sonunda o kurumlarıyla, o Cumhuriyet birikimi ile ve sizin de söylediğiniz gibi, Türk Milletinde var olan, ezici Atatürk saygısıyla ve sevgisiyle, bu dönemleri aşacağımıza inanıyorum. Aştığımız zaman da Türkiye’de anayasayı yapabilecek, o halkın anayasasını, halkla beraber, o toplumsal katmanlarla beraber, yapabilecek bir bilgi birikimine ve insan birikimine hala sahip olduğumuza inanıyorum. Çok teşekkür ediyorum sizlere.





Bir cevap yazın