Ahlaksız Büyüme – İbrahim Semih Akçomak (İTD 71)


Murathan Mungan “bu ülkenin resmi dini ikiyüzlülüktür” derken; Şevket Pamuk yolsuzluğun, düzenin kendisi olduğunu söylerken; Ayfer Tunç, bir ahlak buhranında yaşadığımızdan bahsederken; Gülse Birsel Yalan Dünya’daki kurgunun ve karakterlerin, ülkede olanlardan daha ciddi ve ahlaklı olduğundan dert yanarken; ve Hakan Günday Zargana’da “Matematiği kuvvetli değildi, fakat çıkarlarını hesaplamasını iyi bilirdi” cümlesini sarfederken farkında olmadan Türkiye’yi yıllardır yiyip bitiren ancak adı konulamayan bir kavramı tasvir ediyor aslında. Ben bu kavramın adını koyuyorum: Ahlaksız Büyüme.

Ekonomimiz büyüdü; ahlaksızca; ve bir ahlaksız büyüme sürecinden diğerine sürüklenirken hepimizi bir kara delik misali içine çekerek. Ahlaksız büyüme kimimize erzak torbası, kimimize iş, kimimize maaş zammı, kimimize kömür yardımı, kimimize faiz rantı, kimimize arsa rantı, kimimize de sattığımız oylarımız karşılığı aldığımız para olarak döndü. Bu nedenle ahlaksız büyümeye göz yumduk toplum olarak. 1960’ta Aziz Nesin’in Zübük’ünü okuduk güldük; 1980’lerde Şener Şen’in Namuslu’da canlandırdığı Ali Rıza karakterine güldük; ve 1990’larda Kemal Sunal’ın Koltuk Belası’nda canlandırdığı Zühtü Kaya’ya güldük. Bunlara gülerken aynı zamanda düşündük, ama düşündüklerimiz konusunda hiç bir şey yap(a)madık. Kısa dönem getirileri uzun dönem getirilerin hep üzerinde tuttuk. Yalana, haksızlığa, hukuksuzluğa sırf bu kısa dönem kazançlar için dur diyemedik. Sonuçta hepimiz ahlaksız büyüme sürecinin bir parçası olduk.

Aziz Nesin 1960’ta ‘Zübük: Kağnı Gölgesindeki İt’ adlı romanında şu satırları yazmıştı: “Şimdi çok iyi anladım ki, Zübük bir tane değil, biz hepimiz birer zübüğüz. Bizim hepimizin içinde zübüklük olmasa, bizler de birer zübük olmasak, aramızdan böyle zübükler büyüyemezdi. Hepimizde birer parça olan zübüklük birleşip işte başımıza böyle zübükler çıkıyor. Oysa zübüklük bizde, bizim içimizde”. Maalesef bu satırlar, üzerinden 50 yıl geçmesine rağmen hala güncelliğini koruyor ve cevaplamaktan kaçındığımız soruyu bir kez daha suratımıza vuruyor: Çuvaldızı kendimize batırmanın zamanı gelmedi mi?

Bu kısa yazıda ahlaksız büyüme kavramını üç başlık altında inceleyeceğim. Daha iyi anlaşılabilmek adına öncelikle kurumların toplumsal ve iktisadi hayatı nasıl düzenlediğini kısaca tartışacağım. İkinci bölümde ahlaksız büyümenin pratiğine değineceğim. Son olarak ilk iki bölümdeki tespitlerden yararlanarak ahlaksız büyümenin teorisine kısa bir giriş yapacağım.

Kurumlar bağlayıcı olmazsa ne olur?

Uzun dönem büyümenin iki temel belirleyicisi var: ekonomik ve politik kurumlar ve eğitim. İktisat yazınında bu iki faktörün uzun dönem büyüme üzerindeki etkisi hususunda tatlı-sert bir tartışma bulunmaktadır. Bir grup iktisatçı uzun dönem büyümenin en önemli unsurunun demokratik devlet yapısı ve bireylerin haklarını garanti altına alan hukukun üstünlüğü gibi kurumlar olduğunu savunmaktadır. (Örneğin Daron Acemoğlu, Avner Greif, Douglas North ve Dani Rodrik). Bir diğer grup iktisatçı da uzun dönem ekonomik büyümede eğitimin rolünün daha önemli olduğunu belirtmektedir (Örneğin, Edward Glaeser ve Lary Katz).

Ahlaksız büyüme sürecinin teorik altyapısını kavrayabilmek için iktisat yazınında çokça çalışılan “kurumlar” kavramına kısaca değinmemiz gerekiyor. Türkiye’nin uzun dönem iktisadi büyümesi önündeki en büyük engel kurumsal altyapının tam anlamıyla bağlayıcı olmamasıdır. Bir diğer ifadeyle devlet eliyle oluşturulan resmi kurumlar bireylerin davranışlarını düzenlemekte yetersiz kalmaktadır.

“Kurum” kavramının pek çok farklı ama birbiriyle örtüşen tanımı vardır. Douglas North kurumları, “politik, ekonomik ve sosyal etkileşimleri sınırlayan insan yapısı tasarımlar” şeklinde tanımlamaktadır.  Timur Kuran ise “kurum” kavramını “bireysel davranışları belirleyen ve onlar tarafından biçimlenen düzenleri sosyal olarak yaratan bir sistem” olarak tanımlamıştır.  Bu ikinci tanım hem resmi kurumları (kurum=kanun) hem de gayri resmi kurumları (kurum = gelenek, görenek, davranış kodları) içerdiği için daha kapsamlıdır.

İki tanımı birleştirdiğimizde kurumların, insanların etkileşimi sonucu ortaya çıkan ve yine insanların davranışlarına çeki-düzen veren yapılar olduğunu söyleyebiliriz. Bireylerin davranışlarını sınırlayan ve düzenleyen kurumlar bizzat devlet tarafından resmi olarak oluşturulan hukuki altyapı ve kanunlar olabileceği gibi; etkileşimle tarihi süreçte biçimlenen ve resmi olmayan gelenek ve görenekleri de içerebilir. Hatta sosyal ve politik etkileşimle çok uzun dönemde ortaya çıkan demokrasi gibi yönetsel biçimler de bu tanım içinde değerlendirilebilir.

Kurumlar bireysel davranışları düzenler. Örneğin, iş ağlarında bulunan sosyal kaideler nedeniyle işletmeler işlerini sözleşmeye uygun bir biçimde tamamlarlar. Aksi takdirde hem kanuni (sözleşme yükümlülüklerinin kanun zoruyla yerine getirilmesi) hem de sosyal yaptırım (işletmenin itibarını kaybetmesi) söz konusu olacaktır.

Kurumlar belirsizliği azaltır. Örneğin, ticari işlemlerde parayı ödediğimizde malı teslim alacağımızı varsayarız; benzer şekilde satıcı da malı teslim ettiğinde parasını alacağını varsayar. Hem davranış kodları hem de kanunlar, ekonomik faaliyetlerin gerçekleşmesi esnasında belirsizliği azaltmak için bireylerin davranışlarını sınırlar.

Kurumlar işlem maliyetlerini azaltır. Örneğin, esnaf el sıkışarak ticari bir alışverişi tamamlayabilir. Bu durum hem sözleşme hem de zaman maliyetlerini azaltmaktadır. Ticari hayattaki karşılıklı güven duygusu bağlayıcı kurumlar ve kanunlardan kaynaklanabileceği gibi tamamen gayri resmi gelenek, görenek ve davranış kodları nedeniyle de ortaya çıkabilir. İlk durumda esnaf, diğer taraf yükümlülüklerini yerine getirmediği takdirde kanunların bu kişiyi cezalandıracağı varsayımı nedeniyle; ikinci durumdaysa sosyal kaidelerin kişiyi, yükümlülüklerini yerine getirmesine zorlayacağı için el sıkışmanın kafi olacağını düşünmektedir. Her iki durumda da sözleşme, işlem ve zaman maliyetlerinden tasarruf edilmektedir.

Kurumların tam anlamıyla işlevsel ve bağlayıcı olduğu toplumlarda iktisadi denge hep daha üst bir refah seviyesinde oluşacaktır. Bu nedenle özellikle devlet eliyle oluşturulan kurumlar, ekonomik ve sosyal yapının düzenlenmesi için birinci derecede öncelikli çözüm olarak ön plana çıkmaktadır. Resmi kurumların olmadığı ya da işlevsiz olduğu durumlarda gelenek, görenek ve toplumsal kaideler, kanunları ve resmi kurumları kısmen ya da tamamen ikame edebilir.

Müesseseleşmiş demokratik kurumlar, hukukun üstünlüğü ve yöneticilerin yetkilerinin sınırlandırılmasına yönelik kurumlar ile uzun dönem büyüme arasında oldukça sağlam bir ilişki vardır. Özellikle bireyin haklarını koruma altına alan hukuk kurumu iktisadi ve sosyal hayatın düzenlenmesinde oldukça önemli görevler üstlenmektedir. Bireylerin eğitim, yatırım, ticaret gibi pek çok farklı alanda aldığı kararlardan elde edeceği fayda hukukun üstünlüğü ilkesiyle garanti altına alınmıştır. Bireyler bu yüzden eğitim tercihlerini özgürce belirlerler çünkü alacakları eğitimin neticesinde kazanacakları vasıfların işgücü piyasasında layıkıyla değerlendirileceğini varsayarlar; bu yüzden ticari alışverişlerde senet ya da benzeri ödeme şekli kabul ederler çünkü karşı taraf yükümlülüğünü yerine getirmediğinde kanunların kendilerini koruyacağını bilirler; bu yüzden yenilik faaliyetlerinde bulunurlar çünkü ortaya çıkan ürünün fikri mülkiyet hakları çerçevesine korunacağını bilirler; bu yüzden (finansal) yatırım kararları verirler çünkü yatırımlarının devlet güvencesinde olduğunu bilirler. Yukarıdaki örneklerdeki bireysel kararların ekonomik etkileri ancak uzun dönemde, kurumların bağlayıcı olduğu durumlarda tam olarak ortaya çıkmaktadır.

Türkiye’de ahlaksız büyüme süreçlerinin evrilerek yerleşmesindeki nedenlerden birisi demokratik kurumların ve hukukun üstünlüğü prensibinin hiç bir zaman tam anlamıyla bağlayıcı olmamasıdır. Türkiye’de demokratik kurumların ve hukuk kurumunun geçmişi diğer Avrupa ülkeleriyle kıyaslandığında oldukça kısadır. Resmi kurumların toplumsal yapıya yerleşmesi, ekonomik ve sosyal yapıyı düzenlemesi zaman alan bir süreçtir. Ancak Türkiye açısından esas önemli olan nokta bu sürecin sıklıkla kesintiye uğramasıdır (şu aralar sıkça ilgili tartışmalara maruz kaldığınızı düşünerek “darbe” mevzusuna hiç girmiyorum). Türkiye’de demokratik değerler ve hukukun üstünlüğü gibi kavramlar aslında hiç bir zaman tam anlamıyla toplumsal yapıya yerleşememiştir. Bu nedenle Türkiye’de demokratik kurumların kaygan bir zemine inşa edildiğini söyleyebiliriz. Kağıt üzerinde demokratik bir hukuk devleti olarak görünsek de uygulamada demokrasinin ana unsurlarının ve hukukun üstünlüğü ilkesinin hakim grupların çıkarları doğrultusunda esnetildiği pek çok durum bulunmaktadır. Bunların sıklığı, kurumların bağlayıcılığını azaltmakta ve toplumun gözünde değerini düşürmektedir. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi.

Ahlaksız büyümenin pratiği

Gündelik yaşantımızda Türkiye’de ahlak mefhumunu sorguladığımız pek çok olayla karşılaşıyoruz: bindiğiniz taksinin fazladan para almak için farklı bir güzergah izlemesi; kısa bir süreye kadar renkleri benzer olan 50 TL ve 5 TL’lik banknotları esnafın el çabukluğuyla değiştirmesi; firmanın görüp beğendiğiniz ve satın aldığınız bir üründen farklı bir ürün getirip teslim etmek istemesi; firmanın bilerek ayıplı ürün teslim etmesi;  elektronik tartının eksik tartması; semt pazarında kullanılan demir ağırlıkların içini oymak suretiyle eksik tartmak; evinizde yapacağınız tadilat için anlaştığınız işçinin haber vermeden daha yüksek ücret alabileceği başka bir işe gitmesi; çeklerin karşılıksız çıkması; polisin rüşvet istemesi; tapu işlemlerinin neredeyse rüşvetsiz halledilemiyor oluşu vb. Eminim sizler de bunlara benzer pek çok olayla karşılaşmışsınızdır.

Yukarıdaki örneklerin ardında gizli bir genelleştirme yatıyor. Ahlaksız büyüme siyasetten spora gündelik yaşamımızın her alanına nüfuz etmiş durumda. Yani kişisel özelliklerden, eğitimden, meslekten ve bu süreci etkileyebilecek pek çok etmenden bağımsız olarak, homojen bir biçimde Türk toplumuna yayılan bir ahlaksızlıktan bahsediyorum. Türkiye’de maalesef bir ahlak (ahlak, iş ahlakı, siyasi ahlak vs.) sorunu var ve yine maalesef bu “ahlaksızlık” olgusu kültürel, sosyal ve ekonomik yapının bir parçası haline gelmiş; bir nevi genetik kodumuza işlenmiş. Kopya çekmek, rüşvet vermek, yalan söylemek ve vergi kaçırmak gibi ahlak kuralları ile bağdaştıralamayan eylemler (kanunlara aykırı olsun ya da olmasın) hep affedildi; önemsizleştirildi. Bu affedilmeler ve önemsizleştirme neticesinde “ahlaksızlık” iş yaşamında ve gündelik yaşamımızda önce içselleşmiş sonra da meşrulaşmıştır. İşte bu meşrulaşmanın ifadesidir ahlaksız büyüme.

Ahlaksız büyümenin iki dinamiğini, içselleşmeyi ve meşrulaşmayı, bir örnekle açıklayalım. Bugün Türkiye’deki pek çok üniversitede sınavlarda kopya çekmenin herhangi bir cezai müeyyidesi yoktur. Öğrenci sadece dersten kalır ama nadiren disiplin cezası alır. Aslında kağıt üstünde bir disiplin cezası vardır ama uygulamada yoktur. Bir önceki bölümde kısaca değindiğim kanunun (ya da kurumların) bağlayıcı olmaması durumuna güzel bir örnektir aslında bu. Disiplin cezaları karşısında yargı yolu açıktır. Öğrencilerin disiplin cezalarına karşı açtığı davaların büyük çoğunluğunda lehlerine karar çıktığı için pratikte disiplin cezaları uygulanamaz hale gelmiştir. Burada yargı kararı aslında öğrenciye davranışını değiştirmesine neden olacak bir sinyal göndermektedir: dava açarsan büyük ihtimalle kazanırsın. Bu sinyali doğru okuyan öğrenciler için kopya çekmek artık kanuni müeyyidesi olmayan bir fiildir. Bu sinyali doğru okuyan üniversite yönetimi için de benzer bir durum söz konusudur. Davaların genelde aleyhlerine sonuçlandıklarını gözlemleyen yönetim, bir süre sonra dava süreciyle uğraşmanın vakit kaybı olduğunu anlayacak ve davranışını değiştirerek kopyaya karşı cezai bir işlem uygulamama yolunu seçecektir. Herhangi bir ahlaksızlık durumunda ya da kanun dışı eylemde cezalandırılmadığımızı hissettiğimizde, aslında o eylemi içselleştirmiş oluruz. Kopya çektiğimiz zaman toplumsal dışlamaya (ya da ayıplamaya) maruz kalmıyorsak ve üstüne üstlük cezai bir müeyyide de uygulanmıyorsa zaman içinde kopya çekmek eylemi içselleşir. Rüşvet ve vergi cezaları için de benzer örnekler eşliğinde ahlaksızlığın içselleşmesinden söz edilebilir.

Örneğin, sosyal güvenlik sistemi prim borçları ve faizleri defalarca affedilmiştir. Bu borçlar ya tamamıyla silinmiş ya da yeniden yapılandırılmıştır. Aslında insanları primini ödememeye iten başlıca sebeplerden birisi, belli aralıklarla getirilen prim borcu aflarıdır. Çünkü tıpkı yukarıdaki örnekte olduğu gibi, sürekli prim borcu affı çıkarmak ileriki aflar için beklenti oluşturarak, bireylerin davranışlarını değiştirmesine yol açmaktadır. Prim borcunu zamanında ödeyen vatandaş bile “nasıl olsa af çıkacak” beklentisiyle primlerini düzenli ödemekten vazgeçebilmektedir. Vergi afları da bu kapsamda değerlendirilebilir. 1960-2000 yılları arasında vergi affı içeren 16 kanun yasalaşmıştır.  Bu düzenlemeler vergisini düzenli ödeyen bireyleri kayıtdışılığa iten nedenlerin başında gelmektedir. Çünkü vergi aflarının düzenli olması beklentileri değiştirererek bireyleri vergi ödememeye itmektedir. Vergi borcunu silmek ya da yeniden yapılandırmak şeklinde ödenen toplam meblağ, vergilerin düzenli ödendiği zamanki toplam meblağdan düşük olduğu zaman rasyonel bir aktör vergi ödemez.

Ne acıdır ki yukarıda değindiğimiz örnekleri Türkiye’de ahlaksızlığın masum tarafı olarak görüyoruz. Kopya çekmek, vergi kaçırmak, yalan söyleyerek çıkar sağlamak gibi ahlaksızlık örnekleri sürekli affedildiği için içselleşmiştir. Bir diğer ifadeyle bu tip davranışlarda bulunduğumuz zaman ne resmi olarak cezalandırlıyoruz ne de gayriresmi olarak ayıplanıyoruz. Ahlaksız davranışlar cezalandırılmadığı gibi bu davranışlarda bulunanan kişiler ve kurumlar elde ettikleri kısa dönem getiriler ölçüsünde ödüllendirildiğinde ahlaksızlık meşrulaşmakta ve bu ahlaksızlığın meşrulaştığı çıkar ağı giderek büyümektedir. Oy ver – erzak torbası al; oyumu artırmak için çalış – bir yakınını işe alayım; bağış yap – inşaat ihalesini sana vereyim; vergi borcumu sil – köy yolunu bedava asfaltlayayım tarzı çıkar ilişkileri üzerine kurulu zeminde ahlaklı iş yapmak da zamanla zorlaşır. Ahlaksızlığın meşrulaştığı bu yapıdan kurtulmanın en etkili yolu bağlayıcılığı olan bir cezai müeyyide sistemi tesis etmektir. Bir diğer ifadeyle hukukun bağlayıcı olması gerekmektedir. Ancak Türkiye’de hukuk bağlayıcılığını kaybetmiştir.

Ahlaksızlığın meşrulaşmasının en büyük göstergesi, ahlaksız davranışlar sonucunda ortaya çıkan kısa dönemli kişisel çıkarların hemen her durumda uzun dönemde ortaya çıkabilecek kişisel (ve toplumsal) faydalardan fazla olmasıdır. Bu ortamda ortaya çıkan kısa dönem getiriler toplulaştırıldığında elbetteki bir ekonomik büyüklük yaratacaktır. Ancak bu durum uzun dönemde sürdürülebilir değildir. Ahlaksız büyüme sürecinin bu özelliğinin, Daron Acemoglu ve James Robinson tarafından kaleme alınan “Ulusların Düşüşü” kitabında kapsayıcı ekonomik kurumların, dışlayıcı (demokratik) kurumsal bir yapıda nasıl ekonomik büyüme yarattığı ile yakından ilgisi vardır. Ancak yaratılan ekonomik büyüme kısa dönemlidir. Acemoglu ve Robinson bu duruma pek çok örnek sunmaktadır. Kısaca ifade etmek gerekirse, ahlaksız büyümenin kısa dönemde sunduğu ekonomik yanılsama uzun dönemde sürdürülebilir değildir.

Ahlaksız büyüme süreçlerinin temel iktisat politikası mantığı, her ne pahasına olursa olsun kısa dönem ekonomik büyümenin desteklenmesidir. Tıpkı Türkiye örneğinde olduğu gibi. Ahlaksız büyüme ağı toplumun farklı kesimlerini kapsayacak şekilde genişlediğinde bireysel davranışlar etkilenecek ve çıkara dayanan güven ilişkisi sona erene kadar ahlaksız büyüme süreci devam edecektir. Ahlaksız büyüme sürecinin nasıl bir kısır döngü içinde evrildiğini bir kaç adımda göstermek mümkün:

  • Bireyler ve firmalar ahlaksız büyüme ağına kısa dönem kazançlar nedeniyle dahil olur,
  • Ekonomik çıkar ağı genişlediği sürece sistem kısa dönem ekonomik büyüme yaratır. Bu kısa dönemli büyüme aslında bir aldanmadır,
  • Ahlaksız büyüme sürecine dahil olan bireyler (ve firmalar) bu aldanma ve karşılıklı çıkar ilişkisi nedeniyle sistemin yarattığı olumsuzluklara karşı duramazlar,
  • Dış faktörler, karşılıklı çıkar ilişkilerinin zedelenmesi ve sistemin yarattığı olumsuzlukların sürdürülemez hale gelmesi nedeniyle ahlaksız büyüme süreci çökmeye başlar,
  • Demokratik kurumlar, hukukun üstünlüğü ve eğitim sistemi kaygan bir zemine kurulu olduğu için ahlaksız büyüme sürecini kıracak dinamikler oluşamaz,

Ahlaksız büyümenin teorisi

İkinci bölümdeki günlük yaşamdan örnekleri ve ahlaksız büyümenin pratiğini, ilk bölümde kısaca tartıştığım kurumların ve eğitimin uzun dönem büyüme üzerindeki etkilerine bağlamak için oldukça aşina olduğum rekabet eden teknolojiler ve artan getiriler literatürünü kullandım (competing technologies, Arthur, 1989; Cowan, 1990; Cowan ve Gunby, 1996).

Bir toplumda iki tür aktör (insan, firma, kurum vb.) olduğu varsayalım. AH toplumdaki ahlaklıları, AS toplumdaki ahlaksızları temsil etsin. Toplumun yapısı, kültürü ve eğitim düzeyi gibi pek çok faktör AH ve AS arasındaki dağılımı belirleyebilir. Bu dağılımdan bağımsız olarak zaman içindeki herhangi bir noktayı başlangıç noktası olarak alalım. İktisadi faaliyetlerin devam etmesi için hem AH hem de AS çeşitli iş ilişkileri kuracaktır. Bu ilişkilerin içeriklerinin (genel kurallar çerçevesinde bir ilişkiye karşılık ahlaksız davranış içeren çıkar ilişkisi) kısmen ancak sonuçlarının (yani getirilerinin) tamamen hem AH hem de AS tarafından gözlemlenebildiğini varsayalım. Şekil 1’de AH/AS oranından bağımsız olarak 0 noktasında olduğumuzu düşünelim. AH iktisadi sonuçları olan bir davranış karşılığında PA kadar, AS yine benzer bir davranış karşılığında PS kadar getiri elde etsin. Hukukun üstünlüğünün sabit olduğu yani hukukun bağlayıcı olduğu bir durumda PA ve PS getirileri alınan riske bağlı olarak değişecektir. Cezalandırma müessesesi (resmi ya da gayrıresmi) aslında ahlaksız olan AS aktörünü ahlaklı ve kurallara uygun bir şekilde davranmaya itecektir. Burada ekonomideki güven olgusunu kanunlar tesis etmektedir. Bu durum tam işleyen piyasa ekonomisini (fullyfunctioning market economy) ifade edebilir.

Şekil 1: Ahlaksız büyüme ve ahlaksızlığa kilitlenme noktası

Not: Arthur’dan (1989) uyarlanmıştır.

Şimdi hukukun bağlayıcılığının olmadığı, hakim sınıfların kanunları çıkarları ölçüsünde esnetebildiği ve kanunların farklı kişilere farklı şekilde uygulandığı bir yapıyı düşünelim. Bu durumda PA değişmezken, PS ahlaksızlar arasındaki karşılıklı çıkar ilişkilerinin sağladığı ahlaksızlık pirimi S kadar değişecektir. 0 noktasından başlayarak AH ve AS aktörlerinin çeşitli iktisadi kararlar aldıklarını; ancak AS’nin tüm kararlarının ahlaksız çıkar ilişkisi çerçevesinde alındığını ve bu yolla haksız kazanç (S kadar) elde ettiğini varsalım. Getirilerin her iki aktör tarafından da gözlemlenebildiği bu durum belli bir süre devam ettiğinde ahlaksızlığın önce içselleştiğini sonra da meşrulaştığını göreceğiz. S pozitif olduğu durumda, ahlaklılar ahlaksızların hem cezalandırılmadığını (çünkü hukuk bağlayıcı değil, karşılıklı çıkar ilişkisi ahlaksızı koruyor) hem de S kadar olağandışı kar elde ettiklerini gözlemleyecek. Bir diğer ifadeyle her zaman PA < PS + S. Şekil 1’de AH/AS oranının zaman içinde AS lehine değiştiğini görüyoruz. Bir diğer ifadeyle ahlaklılar, ahlaksızların cezalandırılmadığını ve üstüne üstelik olağan dışı getiri elde ettiklerini gözlemlediğinde ahlaksız gibi davranmayı düşüneceklerdir.

İlk aşamada ahlaklılar ahlaksız gibi davranır; hatta kimi durumlarda ahlaksız çıkar ilişkisi ağına isteyerek katılır. Ahlaksızlık içselleşmeye başladığında ve ahlaksız çıkar ağı genişledikçe ahlaklı olarak iş yapmak zor olacağı için ikinci aşamada, ahlaklılar gönülsüz olsa da ahlaksız çıkar ağına katılmak zorunda kalacaktır. Bir diğer ifadeyle ahlaksızlık meşrulaşacaktır. AH/AS oranı zaman içinde AS lehine değişerek, ahlaksızların çoğunlukta olduğu bir “ahlaksızlığa kilitlenme” noktasına ulaşabilir. Ahlaklıların ahlaksız iş yapış tarzlarını öğrendiği, ahlaksızlığın getirisinin arttığı ve devlet politikasının ahlaksızlığı desteklediği bir ortamda bu süreç tersine döndürülemez; toplum ahlaksızlığa kilitlenir.

Yukarıda çok basit olarak açıklamaya çalıştığım sürecin ana mekanizması bağlayıcılığı olmayan bir hukuk sistemidir. Son 15-20 yılda Türkiye’de sürekli değişikliklere maruz kalması nedeniyle yıpranan iki kurum bulunmaktadır: hukuk ve eğitim. 2004-2013 yılları arasında hukuk sisteminde tam 13 tane kapsamlı değişiklik yapılmış; 2013 yılından itibaren sistem sayısız değişikliğe maruz kalmıştır. Hukuk defalarca seçkin sınıfların çıkarları doğrultusunda esnetilmiş, bireylerin hukuk önünde eşit olmadığı bir sosyal ve ekonomik yapıya zemin hazırlanmıştır. Hukuk kurumunun bağlayıcı olmadığı ve cezalandırma müessesesinin ağır-aksak çalıştığı bir coğrafyada ahlaksız büyüme kolay yeşerir. Bunun sebebi “yapanın yanına kar kaldı” anlayışıdır. Uzun dönemde bu anlayış bireylerin, firmaların ve kurumların beklentilerini değiştirecek ve ekonomik aktörler kısa dönemli çıkarlar için ahlaksızlığa boyun eğeceklerdir. Ahlaksız büyüme sürecinden nemalanan insanlar kısa dönemli getirileri kaybetmemek için bu sürece dur diyemezler. Ahlaksız çıkar ağı büyüyerek evrilir ve sonuçta ahlaksızlık meşrulaşır.

Karamsar bir sonuç

Yukarıda kısaca özetlediğim ahlaksız büyüme süreci kısa dönemde ekonomik fayda sağlasa da uzun dönemde sürdürülemez. Süreci yavaşlatarak AH/AS oranını dengeleyebilecek iki önemli mekanizma bulunmaktadır. Bunlardan ilki hukukun üstünlüğü prensibinin tekrar tesis edilmesidir. Özellikle son 5-6 yıllık süreçte hukuk sisteminin içinde bulunduğu içler acısı durumu düşünerek bu hususta orta vadede bile bir gelişme sağlanabileceğine inanmıyorum. AH/AS oranını değiştirebilecek ikinci mekanizma eğitimdir. Özellikle temel ve orta dereceli eğitim hukukun üstünlüğüne inanan, kurallara ve kanunlara saygılı ahlaklı bireyler yetiştirmek için elzemdir. Ancak tıpkı hukuk sisteminde olduğu gibi son 15 yılda 5 bakan eskiten ve yaklaşık 20 kez kapsamlı değişikliğe maruz kalan eğitim sisteminde de orta vadede bir iyileşme beklemek hayal olur. Toplumsal ve ekonomik yapıyı düzenleyen kurumlarla oynamak tehlikelidir. Türkiye şu anda bunun bedelini sistem çökmesinin ilk evrelerini yaşayarak ödemektedir.

İşsizlik, enflasyon, eşitsizlik, küreselleşme ve bölgesel gelişmeler bir yana dursun. Türkiye ekonomisi için en büyük tehdit ahlaksızlığa kilitlenmektir.

Kaynaklar

Acemoğlu, D. ve Robinson, J. (2015), Ulusların düşüşü. Güç, zenginlik ve yoksulluğun kökenleri, Doğan Kitap: İstanbul.

Arthur, B. (1989), Competing technologies, increasing returns and lock-in by historical events, Economic Journal, 99, 116-131.

Cowan, R. (1990), Nuclear power reactors: A study of technology lock-in, Journal of Economic History, 50, 541-567.

Cowan, R. ve Gunby, P. (1996), Sprayed to death: Path dependence, lock-in and pest control strategies, Economic Journal, 106, 521-542

Kuran, T. (2012), Yollar ayrılırken. Ortadoğu’nun geri kalma sürecinde İslam hukukunun rolü, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.

North, D. (1991), Institutions, Journal of Economic Perspectives, 5(1), 97-112.

Daha fazla okuma

Kocher, M.G., Schudy, S. ve Spantig, L. (2016), I lie? We lie! Why? Experimental evidence on a dishonesty shift in groups, Munich Discussion Paper No. 2016-8.

Larcom, S., Sarr, M. ve Willems, T. (2016), Dictators Walking the Mogadishu Line: How Men Become Monsters and Monsters Become Men, The World Bank Economic Review, basım aşamasında.

 

Lisans ve Yüksek Lisans eğitimin ODTÜ İktisat bölümünde tamamlayan Dr. İbrahim Semih Akçomak, doktora çalışmasını sosyal sermaye, yenilik ve ekonomik büyüme üzerine 2009 yılında Maastricht Üniversitesi’nde tamamlamıştır. Daha sonra Hollanda Planlama Teşkilatı’nda (Centraal PlanBureau) Uluslararası İktisat bölümünde iki yıl süreyle görev yapmıştır. 2012 yılından itibaren ODTÜ, Bilim ve Teknoloji Politikası Çalışmaları ABD’de öğretim üyesi olarak görev yapan Akçomak’ın Economic Journal, European Economic Review ve Regional Science and Urban Economics gibi akademik dergilerde makaleleri yayınlanmıştır. AB Çerçeve Programları projeleri başta olmak üzere uluslararası ve ulusal pek çok projede görev almış; 20'den fazla SSCI dergisinin hakemliğini yapmıştır. Akçomak aynı zamanda Bilim ve Teknoloji Politikaları Araştırma Merkezi (TEKPOL) müdürlüğü görevini yürütmektedir. Akçomak, 2014-2018 yılları arasında Uluslararası Schumpeter Cemiyeti’nde (International Schumpeter Society) Yönetim Kurulu Üyesi olarak görev yapmıştır.

2 Comments

  1. nevzat

    Arabamız var diye zenginleştiğimizi zannettik,AVM lerimiz var diye kalkındığımızı zannettik. Sonrada her şeyi sattık yedik.Bir de baktık ki borç içinde yüzüyoruz.Akp nin getirdiği Türkiye bu kısaca.

Bir cevap yazın