Türkiye ekonomisinin sermaye-yoğun, düşük üretkenlik kazanımlı teknoloji patikası, sadece gelir dağılımını olumsuz etkilemekle kalmıyor, çevre kirliliğinin söz konusu olduğu kahverengi bir büyüme deseni anlamına da geliyor.
Bu yazımızın konusu kâr ve Türkiye ekonomisinde uzun dönemde kâr oranlarının seyri. Ancak, sadece kâr oranı hesaplarıyla yetinmeyeceğiz ve bu çok önemli değişkenin, ulusal ekonomide etkilerini yansıttığını düşündüğümüz bir dizi diğer değişkenle olan bağlantılarını da ele alacağız. Bu uzantılar arasında sermaye, sermaye/emek oranı, üretkenlik ve de güncel sorun, CO2 emisyonlarından kaynaklanan hava kirliliğine dek yol alacağız.
“Kâr” değişkeni, ilginçtir ki, iktisat biliminin temel değişkenlerinden birisi olmasına karşın, hesaplanması son derece karmaşık ve çetrefillerle dolu bir kavram. Bu sadece ampirik veri açısından değil, kuramsal yaklaşım açısından da böyle. Hatırlatalım, Marksist iktisat yazını, kâr oranını doğrudan doğruya kapitalist sömürü ilişkilerine bağlar ve iktisadi artığın uzantısı olarak hesaplar. Marksist anlamda kâr oranı iktisadi artığın (s), sabit (c) ve değişken (v) sermaye toplamına eşittir. İdeal olarak bütün değişkenler s, c, v emek zaman cinsinden ölçülür. Neoklasik ana akım yazın ise kâr oranını, sermaye faktörünün üretim sürecine (marjnal) katkısı olarak değerlendirir. Bir birim sermaye girdisi üretime kaç birim katkı yaptıysa, sermayenin getirisi de (kâr oranı) bu katkıya eşit olacaktır. Dolayısıyla sermaye ne kadar üretken ise o derece yüksek getiri elde edecektir. Aynı kavramsallaşma ücret ve emeğin üretime katkısı açısından da geçerli olduğundan, neoklasik dünyada sömürü diye bir şey söz konusu olamaz; bütün üretim faktörleri emeklerinin karşılığını gelir olarak elde ederler. Az katkı yapan az, çok katkı yapan çok gelir elde eder.
Fakat bu soyut tartışmaları şimdilik geride bırakalım ve ampirik olarak bu önemli değişkenin Türkiye ekonomi tarihçesinde düzeyini izleyelim.
Kâr oranları üzerine yapılmış önemli katkıların arasında en önemlisi Anwar Shaikh ve Ahmet Tonak’ın 1994 çalışmaları. Tonak ve Shaikh’in yöntemi, kâr oranının Marksist yöntemle hesaplanmasında ve özellikle üretici – üretici olmayan emek zaman ögelerinin tartışılmasında bir dizi soruya açıklık getirmekte. Tonak ve Shaikh yönteminin Türkiye için bir uygulaması Yiğit Karahanoğulları’nın 2008 doktora tez çalışmasında da sürdürülmekte. Kâr oranlarının finans ve finans-dışı ögelere ayrılarak analizi, Duménil ve Lévy (2004) içinde geliştirildi. Bu analize benzer olarak Orhangazi (2008) içinde güncelleştirildi.
Ampirik düzeyde güncel ve çok kullanışlı bir veri seti ve kavramsallaştırma Deepeankar Basu ve arkadaşlarının 2022 çalışması. Burada Penn World Tables (PWT) veri setinden (https://www.rug.nl/ggdc/productivity/pwt/ ) hareketle dünya ekonomileri için küresel kâr oranları sunulmakta. Benzer biçimde Basu’nun https://people.umass.edu/dbasu/ adresli web sayfası hem kendi çalışmaları, hem de Duménil-Lévy çalışmalarının verilerini sergilemekte. Son olarak Michael Roberts (2022) de kendi blog sitesinde Basu ve arkadaşlarının bulgularını tartışmaya açtı. Genç doçent adayı ve yüksek lisans öğrencilerimiz için provoke edici konular buradan üretilebilir…
Metodolojik yaklaşım ve sorunlar
Bu yazıda, Basu ve arkadaşlarının veri kaynağının dayandığı PWT setini kullanmaktayım. Kâr oranı kavramını, iktisatçının günlük tanımlaması içinde değerlendireceğim: Toplam kârlar/Sermaye stoku. Yani:
Burada Y milli geliri (GSYH), W toplam emek gelirlerini, K ise sermaye stokunu gösteriyor. Dolayısıyla (Y-W) toplam kârları, bu büyüklüğün sermaye stokuna bölünmesi ise kâr oranını veriyor. Metodolojik olarak birçok sorunla karşı karşıyayız: (1) sermaye stoku hesabı kendi başına bir sorun. (Joan Robinson ve Harcourt’un ünlü sorusu: what is capital?); (2) Ücret gelirleri çıkartılarak elde edilen ve “işletme fazlası” diye de adlandırıla bu farkın içine “kâr” dışında “kendi hesabına çalışan” çok kalabalık bir “sınıfsal blok” da giriyor. Bunun dışında tarımsal hasılanın büyük bölümünün kapitalist ilişkiler içinde üretilmekte olduğu varsayımı da çok geçerli değil. Dolayısıyla, toplam işletme artığı büyüklüğünden tarımsal hasıla değerinin çıkartılması daha düzgün bir veri oluşturacaktır.[2] (3) Söz konusu değerlerin reel bazda, TL olarak, ya da US$ bazında hesaplanması enflasyonun etkilerini gidermek açısından gerekli. Ancak, özellikle uluslararası karşılaştırmalar yapabilmek için US$ bazlı veriler kullanılacaksa bu sefer de döviz kurunun seyri distorsiyon yaratmakta.
Bu çalışma bağlamında, gerek TL gerekse US$ bazlı sonuçları ayrı ayrı raporlamayı uygun gördüm. Diğer yandan, ne yazık ki PWT serisiyle uyumlu tarımsal hasıla ve kendi hesabına çalışan gelir serisinin mevcut olmayışı, toplam kâr büyüklüğünü Y-W’yle sınırlı tutmamıza neden oldu. Çalışmanın boyutunun bu bakımdan dikkatli yorumlanması ve ileriki çalışmalarda giderilecek sorunlar olarak değerlendirilmesi umuduyla sonuçların sunumuna geçiyorum.
Türkiye’de Kâr Oranlarının Tarihsel Seyri
Türkiye için 1961- 2019 yıllarını kapsayan kâr oranı hesaplamaları ilk üç şekilde sergilenmekte. Şekil 1, kâr oranı hesabında GSYH, W ve K serisinin güncel fiyatlarla TL bazında kullanıyor. Dolayısıyla sektörler ve fonksiyonel kullanım için göreceli fiyatların etkisi izole edilmemiş durumda.
Şekil 1’de, kâr oranı 1961-1970 arasında azalma eğilimi içerisinde iken, 1971 sonrasında ani bir yükseliş gösteriyor. 1975’e kadar süren bu genişleme sonrasında sert bir gerileme başlamış. 1985’teki dibe vuruşun ardından kısa erimli ve yumuşak bir toparlanma gözlenmekte. 1991 sonrasında önce yavaş bir tempoda, 2005 sonrasında ise daha sert bir biçimde kâr oranlarının gerilemesine tanık oluyoruz.
Şekil 1. Türkiye Brüt Kâr Oranı (TL)
Şekil 2. Türkiye Brüt Reel Kâr Oranı (TL, sabit 2017 fiy.)
Şekil 3. Türkiye Brüt Kâr Oranı (US$, SGP fiy.)
Bu tarihçenin bir de sabit fiyatlarla seyrinin izlenmesi öğretici olacaktır. Şekil 2’de bu çaba TL cinsinden, sabit 2017 fiyatları verisini kullanarak; Şekil 3’te ise sabit US$ cinsinden Satın Alma Gücü Paritesi (SGP) döviz kurunu kullanarak yürütülüyor. GSYH ve sermaye stokunun değerinin döviz cinsinden hesabı, uluslararası karşılaştırmalar için önemli değerlendirilebilir.
Şekil 2’de, Şekil 1’deki eğilimler, dalgalanmaları daha yumuşatılmış olarak, doğrudan doğruya sert bir düşüş olarak sergileniyor. Milli gelirin ve sermaye stoku değerlerinin TL bazında reel hesabına göre, sadece 1979-87 arasında kâr oranında bir yükseliş söz konusu. Şekil 3, US$ cinsinden kâr oranlarının 1979 sonrasında, öncelikle 1980’li yıllarda daha kararlı olduğunu, fakat 1990’lı yıllarda da yukarı doğru eğilimini koruyarak 2003’e kadar sürdüğünü, sonrasında ise sert bir biçimde düştüğünü belgeliyor.
Sözünü ettiğimiz 1971-75 ve özellikle 1979-88 arası dönem kuşkusuz Türkiye’nin siyasi tarihi açısından anlamlı. Her iki dönem de ücretli emeğin sosyal kazanımlarının baskılandığı ve gerek sendikal gerekse politik örgütlenmesi önüne sert baskıların söz konusu olduğu açık faşizm dönemleri. Kullandığımız “fiyat” sistemine göre (TL ya da US$) kâr oranlarının nicel dalgalanması farklılık göstermekte; ancak niteliksel seyri uzun dönemde aynı sonucu paylaşmakta: Uzun dönemde Türkiye ekonomisinde kâr oranı gerilemekte.
Bu sonuç gerek Basu ve arkadaşlarının, gerekse Roberts’in küresel ekonominin ya da Amerika ekonomisinin seyri üzerine olan paylaşımlarında da aynen gözlenmekte. Roberts bu tespiti, özellikle 2009 sonrasında küresel ekonomide yaşanmakta olan uzun durgunluk (great recession) tarihçesinin ana nedeni olarak değerlendiriyor.
Kâr Oranları ve Sermaye – Emek Oranı
Kâr oranındaki bu seyrin ana sürükleyicisi sermaye stoku. Birim emek başına sermaye, yani sermaye – emek oranı, iktisat yazınının en önemli değişkeni. Bir teknolojik dönüşüm değişkeni olarak sermaye – emek oranını Şekil 4’te sergiliyoruz.
Şekil 4. Türkiye: Sermaye – Emek Oranı (TL, Sabit 2017 fiy.)
Sermaye stoku hesabının sabit 2017 fiyatlarıyla TL cinsinden reel olarak sürdürüldüğü Şekil 4 bize, Türkiye’de emeğe görece olarak, sermaye yoğunluğunun 1980 sonuna değin ılımlı bir artış içinde olduğunu; ancak 1990’lı yıllarda hızla yukarı doğru ivmelendiğini gösteriyor. 2000 sonrasında ise bu ivme daha da hızlanmış duruyor. 2009 Küresel Krizi arifesinde yüksek bir plato noktasına ulaşan sermaye – emek oranı daha sonra ılımlı bir tempoda artışına devam ediyor. 2019 itibarıyla Türkiye ekonomisinin teknoloji seçimi sermaye yoğunluğunda zirve yapmış konumda.
Türkiye’de ulusal tasarrufların kıtlığına ve sermaye eksikliğinin sıkça dile getirilmesine karşın, emeğe görece bu denli hızlı sermaye yoğun teknolojilere yönelmesinin ardında neler olabilir? Bu sorunun yanıtı kuşkusuz başlı başına bir araştırma konusu ve bu yazının sınırlarının çok üstünde. Ancak bir öncül hipotez olarak, 1990’lı ve özellikle 2000’li yılların ilk döneminde dövizin ucuzluğu neticesinde ulusal ekonominin bir ithalat cennetine dönüştürülmesi ve ithal bağımlığına koşut olarak uluslararası iş bölümü içerisinde düşük – orta teknolojili ürünlerin ihtisasında bir taşeron/montaj sanayileşmesine itilmesi olguları irdelenmelidir.
Sermayenin Kârlılığı ve Üretkenlik
Şimdi de kâr oranları ile üretkenlik ilişkisini irdeleyelim. Sermayenin kârlılığı, genel olarak kapitalist sermaye birikiminin öncülük etmesi beklenen üretkenlik kazanımlarıyla Türkiye ekonomisinde ne derece ilintili haldedir?
İktisatçılar üretkenlik/verimlilik hesaplamalarını çoğunlukla Toplam Faktör Verimliliği (TFV) kavramıyla sürdürüyorlar. Toplam faktör verimliliği, toplam üretim değerinin temel girdileri olan iş gücü ve sermaye kullanımı tarafından açıklanmayan, geriye kalan artık olarak hesaplanıyor. Bu yazımızda Türkiye ekonomisi düzeyinde TFV verisini, yine PWT veri tabanından kullanmaktayız.
PWT’nin Türkiye ekonomisine dair tarihsel verileri, 1961 yılından başlayarak Şekil 5’te sergileniyor. 1961’in “üretkenlik” düzeyini 1.00 kabul edersek, günümüze değin süreçte Türkiye ekonomisinde üretkenlik kazanımlarının büyümeye katkısı endeks değerleri olarak izlenebilir.
Şekil 5. Türkiye Ekonomisinde Reel Üretkenlik ve Kâr Oranı TL, 2017 fiy.)
Şekildeki verilerden, Türkiye ekonomisinde son 60 yılda üç kez üretkenlik kazanımlarında görece hızlı bir ivmelenme yaşandığı anlaşılıyor. Ancak bunların hiçbirinde kalıcı ve sürdürülebilir bir üretkenlik hamlesinin gerçekleştirilememiş olması, resmin bütününe yayılan genel aşağı yönlü eğilimden açıkça görülüyor. Söz konusu dönemlerden ilki 1960’lı yılların ortasından başlayarak, 1970’ler ortasına kadar sürmüş. Planlı kalkınma dönemi diye anılan bu sürede, üretkenlik kazanımlarının kaynağı, devlet girişimciliğine dayalı KİT sisteminin sağladığı ucuz sanayi girdilerinden ve ithalat koruma duvarlarının yarattığı rantlardan elde edilmekteydi. Bu rantların sürdürülmesinin olanaksızlığı Türkiye’yi 1979-1980 Krizi’ne sürükleyecekti.
1980 sonrasında IMF ve Dünya Bankası kaynaklı yapısal uyum kredileri ve ihracat teşviklerine dayalı rantlar yeni bir üretkenlik dalgasının finansmanını oluşturdu. Bu dönemde Türkiye, tüm gelişmekte olan ülkelere sağlanan net dış kaynağın tek başına üçte ikisini kullanmaktaydı. 12 Eylül askeri darbesinin getirdiği baskı günlerinde hayali ihracatlar, papatyalar ve benzeri rant dağıtım mekanizmaları sayesinde sanayide hızlı bir birikim yaratılmış, ancak 1989 bahar eylemleriyle birlikte özünde gelir dağılımında çarpıklıklar ve hiper-sömürüye dayalı rantların sınırlarına ulaşılmıştı.
1990’lı yıllar “kayıp on yıl” olarak geçildi. 2001 Krizi sonrasında ise Türkiye IMF’den kullanmış olduğu net 30 milyar dolarlık stand by kredileri ve küresel ekonomide ABD kaynaklı ucuz dövize dayalı sıcak para akımlarının yarattığı finansal ivmelenme sayesinde yeni bir üretkenlik artışı dönemine girdi. Tüm küresel ekonomide ucuz borçlanma olanaklarının sonuna değin kullanıldığı bu sahte Lale Devri de, bildiğiniz gibi, 2008 Krizi’yle birlikte son buldu.
Şekil 5, Türkiye ekonomisinde toplam faktör üretkenliğinin ve kâr oranının seyri üzerine yapmış olduğumuz hesaplamalar sonucunda, TFP kazanımlarında 1980’lerdeki ilerlemenin 1988’de durağanlaştığı; 1993’e değin yeni bir hamlenin gerçekleşmesine karşın 2001’e kadar durgunluğa itildiğini belgeliyor. 2001 sonrasının TFP artışı ise 2006’dan sonra durma aşamasına gelmiş. Kâr oranlarının genel olarak aşağı yönlü seyri 2000’ler Türkiye’sinin ortak paydasını oluşturuyor.
Sonuç olarak, Türkiye, son altmış yıllık dönem içerisinde üçüncü kez üretkenlik yorgunluğu yaşamaktadır. Her defasında rantlara ve borçlanmaya dayalı ucuz döviz kaynaklarına dayandırılan genişleme konjonktürü, söz konusu rant kaynaklarının kurumasıyla birlikte yeniden durgunluğa itilmiştir. Ulusal tasarruflara dayalı, sürdürülebilir ve araştırma-geliştirme (Ar-Ge) kazanımlarına dayalı bir teknoloji hamlesiyle birleştirilemeyen bu tür sıçramalar, her defasında saman alevi gibi ivmelenip, sönmeye mahkum olmuştur.
Üretkenlik (Kayıpları) ve CO2 Emisyonları
Şimdi konumuzu bambaşka bir yöne çevirelim: İklim krizi göstergeleri açısından kârlılık, üretkenlik (kayıpları) ve çevre kirliliği.
İklim krizi göstergelerinin en önemlisi bir yılda yayılan toplam sera gazı emisyonları. CO2 eşdeğeri cinsinden hesaplandığında Türkiye en son veri yılı olan 2019 itibarıyla 506 milyon ton salımla küresel toplamın %1’ini oluşturuyor. 1990’a görece bu toplamda %130’luk bir artış anlamına geliyor. Türkiye’nin sera gazı emisyonu patikası Şekil 6’da çizilmekte.
Şekil 6. CO2(e) Sera Gazı Emisyonu (Mill ton)
Bu tempo altında Türkiye dünya toplam emisyonunda da on altıncı sıraya yükselmiş durumda. Veriler daha detaylı incelendiğinde Türkiye’nin kişi başına sera gazı emisyonun artış hızında dünyanın en başta gelen ülkeleri arasında olduğu izleniyor. Türkiye’de kişi başına sera gazı emisyonu 1990’da 3.82 ton/kişi düzeyindeydi. 2019’da ise 6.0 ton/kişi oranına yükseldi. Bu yaklaşık iki misli artış anlamına geliyor.
Konumuzla daha ilgili bir gözlem belki işçi başına emisyon yoğunluğu ile üretkenlik arasında kurgulanabilir. Türkiye’de toplam CO2 eşdeğeri sera gazı emisyonun düzeyinin henüz bir tepe noktasına ulaşmadan sürekli artış içinde olması kanımca ulusal ekonominin içine sürüklendiği sermaye yoğun teknoloji tuzağı ve aynı zamanda da gözlemekte olduğumuz üretkenlik kayıplarıyla yakından ilintilidir. Bu anlamda çalışan işçi başına emisyonların seyri ile üretkenlik kayıplarını birlikte izlemek anlamlı olacaktır. Şekil 7 bu resmi sergiliyor.
Şekil 7. Toplam Faktör Verimliliği ve Çalışan Başına CO2 Yoğunluğu
Şekil 7’de sol eksende Türkiye’nin TFV endeksi tekrarlanmakta. Sağ eksen ise işçi başına CO2 eşdeğeri sera gazı emisyonunu gösteriyor. Çalışan başına sera gazı emisyonundaki yoğunluğun özellikle 2000’li yıllarda kötüleştiği ve 2010 sonrasında çalışan başına yaklaşık 18 ton/işçi düzeyinde sürmekte olduğu anlaşılıyor. Türkiye ekonomisinin sermaye-yoğun, düşük üretkenlik kazanımlı teknoloji patikası, sadece gelir dağılımını olumsuz etkilemekle kalmıyor, çevre kirliliğinin söz konusu olduğu kahverengi bir büyüme deseni anlamına da geliyor.
***
Bu yazımızda sermaye kârlılığı üzerinden hareketle bir dizi gözlem ve ucu açık hipotez gerçekleştirdik. Veri ve kavramsal tanım sorunları baki, ama sorular ciddi. Ciddi emek harcamak gerek.
Kaynaklar
Basu, Deepankar; Huato, Julio; Jauregui, Jesus Lara; and Wasner, Evan, “World Profit Rates, 1960-2019” (2022).U Massachusetts, Amherst Economics Department Working Paper Series. 318.
https://doi.org/10.7275/43yv-c721
Duménil, G and D. Lévy (2004) “The Real and Financial Components of Profitability (USA 1948-2000)”, Review of Radical Political Economy, Vol. 36, pp. 82-110.
Feenstra, Robert C., Robert Inklaar and Marcel P. Timmer (2015), “The Next Generation of the Penn World Table” American Economic Review, 105(10), 3150-3182, www.ggdc.net/pwt
Karahanoğulları, Yiğit (2008) Ulusal Hesaplar Sisteminden Hareketle, Marksist Değer Kategorilerinin Ampirik Tahlili: 1988 – 2006 Türkiye Ekonomisi İçin Bir Uygulama Ankara Üniversitesine sunulan doktora tezi.
Orhangazi, Özgür (2008) Financialization and the US Economy, Edward-Elgar Publications.
Roberts, Michael (2022) “World Profit Rates, New Evidence”.
https://thenextrecession.wordpress.com/2022/01/22/a-world-rate-of-profit-important-new-evidence/
Tonak, Ahmet ve Shaikh, Anwar (1994) Measuring the Wealth of Nations, Cambridge U. Press.
[1] Çalışmanın çeşitli aşamalarında ve veri setinin yorumlanmasında değerli yardımları için Deepankar Basu, Ahmet Tonak, Korkut Boratav, Oktar Türel, Özgür Orhangazi ve Serdar Şahinkaya’ya teşekkür borçluyum. Kuşkusuz, tüm geride kalan hata ve yorumlama sorunları bana aittir.
[2] Bu konudaki uyarı ve değerlendirmeleri için Korkut Boratav Hoca’ya teşekkür borçluyum.
Sayı: İktisat ve Toplum Dergisi 136Sayfa Aralığı: 62-68
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.