En son The New York Times gazetesi köşe yazarı Nicholas Kristof ‘Ey akademisyenler, ortaçağ keşişleri gibi fildişi kulelerde saklanmayın! Çıkın meydanlara, gerçek hayata dair bir şeyler söyleyin!’[1] diye veryansın ettikten sonra, bu satırların yazarı da gaza gelerek klavyeye sarıldı değerli İktisat ve Toplum okuyucuları.
Kuleden dışarı bir ses verelim derken amacımız, tabii ki yüzlerini akademiden ziyade medyada gördüğümüz güruha katılmak değil. Burada amaç, amatör ruhlu bir tercümanlık denemesi belki. Akademinin ağır ve teknik çarkları arasından geçerek oluşan külliyat maalesef çok kısıtlı bir uzman okur kitlesine ulaşabiliyor. Bu yazı, biraz da hem bu bulguları ülkemize uyarlamak, hem de üslubu rahatlatarak daha keyifle okunur hale getirme çabası.
Malumunuz, Türkiye’de gündem her daim olduğu gibi yine karışık. Medyayı takip eden İktisat ve Toplum okuyucusu nezih ve birikimli kitle, adeta toplumsal bir hezeyan geçirdiğimizin zaten farkındadır. O nedenle naçizane bir siyaset bilimci olarak bu kısa vadeli siyasi tartışmalardan ziyade, ‘nasıl mutlu oluruz?’ gibi daha uzun zaman geçerliliğini koruyacak bir konu üzerine yazmayı seçtik. Konumuz sanki biraz fazla afaki, biraz da Lenin’in ‘What is to be done?’ eserine gönderme yapıyor gibi dursa da, aslında yazı oldukça ampirik. Sürç-ü lisan edersek, affola…
Mutluluk Nerede?
Hoşgörü ve farklı olana saygı, ne yazık ki toplumumuzda giderek eser miktarda rastlanan değerlerden oldu. Özellikle orta yaşı devirenler, zaten az olan bu özelliklerin giderek kaybolmaya başladığını gözlemleyebiliyor. Kent yaşamının hızlı temposunda durup düşünmeye, empati yapmaya vakit yok. Hemen ilk bakışta yargılıyor, yaftayı yapıştırıp farklı olanı bir kenara iterek yolumuza devam ediyoruz.
Toleransla ilgili klişeleşmiş, ama artık söyleyenin bile inanmadığı deyişlerimiz bol. Biri mesela der ki: Anadolu halkı misafirperverdir!
Oysa şimdilerde değil yabancıya hürmet, kapı komşumuza bile tahammül yok! Kaçımızın apartman komşularıyla tanışıklığı, bir acı kahve eşliğinde muhabbeti var? Çoğumuz komşuların bir selam bile vermemesinden şikayetçi.
Tolerans, farklı olana saygı ve karşılıklı güven çok afaki görünmekle birlikte, aslında sosyal bilimcileri uzun zamandır meşgul etmiş kavramlar. Örneğin demokratikleşme çalışmalarında çok ilginç bir bulguya rastlanıyor: tanımadığı insanlara güven oranının yüksek olduğu ülkelerde, siyasi rejimin demokrasi olma olasılığı da yükseliyor. Yani vatandaşların birbirine daha fazla güvendiği toplumlarda, demokrasinin yeşermesi de, yaşaması da daha kolay oluyor.
Kristof ve benzerleri, sosyal bilimcileri adeta ‘sanat için sanat’ yapmakla itham ediyor. Deniyor ki, araştırmacılar genellikle suya sabuna dokunmayan konularda, jargonlaşmış bir dil kullanarak teknik çalışmalar yapıyorlar. Sonra da bunları kimsenin okumadığı, kendi uzmanlık alanlarındaki teknik dergilerde yayınlayıp kenara çekiliyorlar. Yani, amiyane tabirle bir derde derman olmuyorlar.
Acaba durum hakikaten böyle mi? Örneklerle devam edelim:
1990’lardan beri Türkiye’nin de dahil olduğu uluslararası bir veri toplama ağı mevcut. Michigan Üniversitesi öncülüğünde gerçekleştirilen Dünya Değerler Araştırması (DDA), yaklaşık 50 ülkede kapsamlı sosyo-ekonomik ve siyasi içerikli anketler yapıyor. Düzenli aralıklarla bu anketler tekrarlanıyor. Bu sayede sosyal ve siyasi konularda dünya çapında muazzam veriler topluyor. Bütün ülkelerde aynı anket kullanıldığı için, sonuçta karşılaştırmalı değerlendirmeler yapmak mümkün oluyor. Anketler periyodik olarak tekrarlandığından, zaman içindeki değişimi görebiliyoruz.
DDA sayesinde bazı önemli sorulara geniş bir veri tabanı aracılığıyla cevap arayabiliyoruz: Kalkınma demokrasi getirir mi? Dindarlık ve demokrasi arasında nasıl bir ilişki var? Kadın-erkek eşitliğinin ne önemi var? Evrensel değerlerden bahsedebilir miyiz? Hangi toplumlar daha mutlu? gibi…
Kısacası, sanılanın aksine akademisyenler suya sabuna dokunan pek çok konu üzerinde dirsek çürütüyorlar. Peki sonuçta elde ne var?
Aslında çok kıymetli ipuçları var. Hem de uzun vadede toplumların huzur ve mutluluğu ile ilgili ipuçları bunlar. Nitekim bu yazı, biraz da bu teknik bulguları, regresyon tablolarını ve çeşitli katsayıları daha keyifli bir dille yazıp daha geniş okuyucu kitlelerine ulaştırma arzusuyla kaleme alındı.
Zenginlik ve Demokrasi:
Ne yazık ki, DDA ve diğer pek çok saygın akademik çalışma, sanılanın aksine ekonomik kalkınma ile arzu edilen diğer bazı kavramlar arasında otomatik, lineer bir ilişki bulamıyor. Örneğin ekonomik kalkınma ile demokrasi arasındaki ilişkiye baktığımızda, gerek istatistiki bulgular, gerekse Hindistan, Suudi Arabistan ve Katar gibi pek çok örnek, zenginliğin otomatik olarak demokrasiye tahvil edilemediğini ortaya çıkarıyor.
Zenginlik otomatik olarak demokrasi getirseydi, kişi başına düşen Gayri Safi Milli Hasılanın 1.500 Dolar civarında seyrettiği Hindistan’da asla demokrasiden bahsedilemezdi. Kişi başına GSYH’nın nerdeyse 90.000 Dolar olduğu Katar ise demokrasinin beşiği olurdu. Oysa gerçekte durum tam tersi: Fakir Hindistan çok partili seçimleriyle kıyasıya rekabetçi bir demokrasi. Dünyanın en zengin ülkelerinden Katar ise, siyasi çoksesliliğin ve muhalefetin olmadığı bir emirlik. Kısacası, ekonomik kalkınma otomatik olarak toplumlara demokrasinin kapısını açamıyor. Demokrasi için toplumda başka faktörlerin de olgunlaşması gerekiyor.
Ancak burada bir not düşmeden geçmeyelim: Zannedilenin aksine, demokrasilerin ekonomik performansı otoriter rejimlerden daha iyi. Yani, “otoriter olsak muhalefetle, çatlak seslerle uğraşmadan tek elden tıkır-tıkır kalkınırız, bakın Singapur, bakın Çin” argümanı, uzun vadeli ve geniş örneklemli çalışmalarda doğrulanmıyor. Uzun vadede baktığımızda demokrasiler otoriter rejimlerden daha fazla büyüyor. Kısacası her başarılı Singapur için onlarca başarısız Zimbabwe, Kongo ve Libya örneği var.
Hoşgörü ve Demokrasi:
İkinci önemli husus, başta da belirttiğimiz gibi toplumsal hoşgörü ve tolerans. (Hani mutluluktan bahsedecektin diyen okuyucularımızın sabrına sığınıyorum. Sonunda hepsi mutlu sona bağlanacak, merak etmeyiniz…)
Toleransın demokrasi ile ilişkisi var mı? Varsa bile bunu nasıl ölçeriz? Cevap basit: komşularımızla!
DDA’nın bir dizi sorusu, farklı grupları komşu olarak isteyip istemediğinizi soruyor. ‘Sizden farklı bir mezhebe, dine, etnik gruba, ırka mensup birinin komşunuz olmasını ister misiniz?’ türündeki sorulara ne yazık ki ‘misafirperver’ vatandaşlarımızın tavrı oldukça negatif.
Türkiye’de büyük bir çoğunluk, kapı komşusunun da aynen kendisi gibi olmasını istiyor. Böyle olunca da, toplumda nispeten az sayıda bulunan birey ve grupların dışlanma olasılığı artıyor. Yoksa LGBT vatandaşlarımız Harbiye-Dolapdere civarındaki gürültülü, eski, çatısı akan, fahiş kiralı dairelerde istedikleri için oturmuyorlar. Başka hiçbir yerde sorunsuz ikamet edemedikleri için, böyle sağlıksız şartlarda bir gettolaşma yaşanıyor.
Benzer şekilde ağırlıklı olarak modern yaşam tarzını benimseyen vatandaşlarımızın yaşadığı Çayyolu, Feneryolu gibi muhitlere bakalım. Buralara muhafazakar görünümlü aileler taşındığında başlar çevriliyor. Keza Ümraniye veya Üsküdar’daki muhafazakar mahallelere hasbelkader öğrenciler taşınsın, evleri adeta göz hapsine alınıyor.
Kürt ve Alevi vatandaşlarımız , büyük şehirlerin Esenyurt, Gazi, Mamak gibi ancak ‘çeperlerinde’ barınabiliyor. Sezonluk işçi olarak gittikleri yerlerde adeta toplama kampı gibi, şehir dışında gösterilen derme çatma yerlerde kalıyorlar. Bazen bu bile şehir sakinleri arasında infiale yol açabiliyor. O zaman gece yarısı mülki amirin emriyle yorgan-döşek toplanıp yola düşüyorlar. Romanların dışlanmasını üzerine ise ciltler doldurmak mümkün…
Peki ama, diyebiliriz ki kendi kültürel kodlarımıza yakın komşularla birlikte olmanın nesi yanlış? Oturduğumuz yeri de rahatça seçemeyecek miyiz? Bize benzeyenler arasında yaşarsak kendimizi daha rahat ve mutlu hissetmez miyiz?
Hoşgörü ve Mutluluk:
DDA’nın sonuçlarına baktığımızda, bireylerin kendilerini mutlu olarak nitelendirmelerinde rol oynayan en önemli etkenlerden birisinin özgürlük ve kendi hayatını belirleyebilme hissi olduğunu görmekteyiz. Ne yazık ki, bu da içinde sadece kendimize benzeyenlerin olduğu suni vahalar yaratmakla olmuyor.
Grafik 1*: Bireysel mutluluğu etkileyen faktörler:
* Sosyo-ekonomik değişim, özgürlüklerde artış ve yükselen mutluluk arasındaki ilişki. Değişkenler arasındaki katsayılar standart regresyon hesaplamaları sonucu elde edilmiştir. Örneklem sayısı, N=56. Subjektif mutluluk hissinde açıklanabilen varyans oranı %62. Ekonomik kalkınma ile sübjektif mutluluk hissi arasındaki ilişki istatistiksel olarak anlamlı değil (grafikte a.d. olarak gösteriliyor). Benzer şekilde demokratikleşme ile doğrudan sübjektif mutluluk hissi arasındaki ilişki de istatistiksel olarak anlamlı değil (a.d.). *p<0.10; **p<.05; ***p<.01
İsterseniz, resimdeki karmaşık tabloyu birlikte yorumlamaya çalışalım. DDA verileri ışığında yapılan analizler şu noktalara işaret ediyor:
- Ekonomik kalkınmanın mutluluğa etkisi karmaşık: düşük gelir gruplarında para mutluluk getirse de, gelir arttıkça bunun bireysel mutluluğa olan etkisi azalıyor.
- Vatandaşların kendilerini mutlu hissetmelerini etkileyen en önemli gösterge, kendilerini özgür hissetmeleri.
- Ekonomik kaygıların azalması ve demokratikleşme, bireylerin kendilerini daha rahat ve özgür hissetmelerine yardımcı oluyor.
- Toplumun farklılıklara karşı toleranslı olması, bireylerin özgürleşmesini ve mutluluğunu olumlu yönde etkiliyor.
Araştırmanın mimarlarından Inglehart sonuçları şöyle özetliyor: Kadın-erkek eşitliğine inanmak, farklı din, etnik grup veya farklı cinsel tercihi olan insanlara karşı hoşgörülü olmak, sizi otomatik olarak mutlu yapmıyor. Ancak farklı gruplara karşı hoşgörünün olduğu bir toplumda yaşadığınızı bilmek, birey olarak sizi mutlu ediyor.
Kısacası, kendi seçtiğimiz gettolarda, bize benzer insanlarla yaşamak bize mutluluk getirmeyecek. Çünkü içten içe biliyoruz ki, rakip takımlar bizi olduğumuz gibi kabul etmiyor. Ellerine fırsat geçtiğinde bizi değiştirmeye, marjinalize etmeye, hatta mümkün olsa yok etmeye çalışacaklar!
Birbirimizi olduğumuz gibi kabul etme olgunluğuna erişemedik henüz. Bunu bilmenin yarattığı gerginlik yüzünden şehirlerimiz pimi çekilmiş el bombası gibi. Yelpazedeki farklı kimliklerin bir araya gelebildiği mekanlar giderek azalıyor. Bir grup için sembolik önem taşıyan mekanlar veya anıtlar otomatik olarak diğer grupların hedef tahtasına giriyor. Farklı kimlikleri olan semtler adeta aynı metro hattını paylaşamayacak hale geliyorlar.
Gruplar arası sembolik şiddetin yanı sıra, kendi ‘mahallemizin’ baskısı da cabası. Tüm bu baskıcı ve yargılayıcı ortamdan kaçıp eve geldiğimizde, bu sefer “etraf, konu-komşu ne der” tasası bizi alıyor. Kıyafet, eş-dost, arkadaş, okul ve hatta tüketim tercihlerimizi bile özgürce yapamıyoruz. Yerleştiğimiz gettoya uyum sağlamak kaygısı ve konformizm baskısı yüzünden, hayatımıza şekil verme özgürlüğümüz ciddi sekteye uğruyor. Hangi gettodaysak, onun sembolik kodları ile hareket etmemiz bekleniyor.
Ez Cümle…
Türkiye’de son dönem siyasi tabloya baktığımızda, doksanlara kıyasla ekonomiyi rayına sokan ve halkın refahını arttıran bir iktidar görüyoruz. Gerek makroekonomik veriler, gerekse etrafımızda hızla yükselen gökdelenler, plazalar, yollar, köprüler, tren yolları ve havalimanları, iktisadi ilerlemenin aleni göstergeleri. Peki, eski Türk filmlerinin unutulmaz sorusunu sorarsak: Servet mutluluk getirdi mi?
Grafik 2 bireysel mutluluk ve gelir arasındaki ilişkiyi gösteriyor. Ne yazık ki, bizimle benzer gelir grubunda olan pek çok Latin Amerika ülkesinde bireysel mutluluk düzeyi bizden çok daha yüksek. Hatta Peru, Guatemala, Nijerya ve Endonezya gibi ekonomik açıdan Türkiye’den daha geride olan bazı ülkelerde bile, bireysel mutluluk bizden daha yüksek.
Takkeyi önümüze koyup baktığımızda, tüm bu veriler aslında bize şunları söylüyor:
- Bireysel olarak yaşamdan aldığımız haz ve tatmin, milletçe kollektif huzurumuza bağlı.
- Daha yüksek binalar, daha hızlı trenler otomatik olarak kendimizden ve birbirimizden razı olacağız anlamına gelmiyor. Meğer Yeşilçam haklıymış, para mutluluk getirmiyor.
- Birbirimizi olduğumuz gibi kabul etmedikçe, farklı tercihlere saygı göstermedikçe ve kadın-erkek eşit bireyler olarak yaşamda yerimizi alamadıkça, evrensel göstergelerde alt basamaklarda kalmaya devam edeceğiz.
Bitirmeden önce R2, regresyon, istatistiki anlamlılık böyle mi açıklanır, diye sitem eden meslektaşlarımı da duyar gibiyim. Beni bu tarzda bir yazı yazmaya kışkırttığı için kabahatli olarak Nicholas Kristof’u işaret ederek satırlarıma son veriyorum.
En azından kuleden dışarı ses verme gayreti gösterdik, vebal bizden gitti…
Grafik 2**: Bireysel mutluluk (y ekseni) ve kişi başına düşen GSMH (x ekseni)
5 yıl önceki Kişi Başına Düşen GSMH, (bin US$)
** Grafikler ve Prof.Ronald Inglehart’tan yapılan alıntıların kaynağı: Ronald Inglehart, Roberto Foa, Christopher Peterson and Chritian Welzel, “Development, Freedom and Rising Happiness: A Global Perspective (1981-2007)”, Perspectives on Psychological Science, Volume: 3, No: 4 ss. 264- 285
SON NOT
1. Nicholas Kristof, ‘Professors, We Need You!’ The New York Times -Sunday Review, 15 Şuba 2014 http://www.nytimes.com/2014/02/16/opinion/sunday/kristof-professors-we-need-you.html?smid=tw-share&_r=2
[1]Nicholas Kristof, ‘Professors, We Need You!’ The New York Times -Sunday Review, 15 Şubat 2014 http://www.nytimes.com/2014/02/16/opinion/sunday/kristof-professors-we-need-you.html?smid=tw-share&_r=2
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.