Sosyal Bilimciler Konuşuyor – Şiir Erkök Yılmaz (İTD 116)


Ömer Faruk Çolak: Siz bir koltukta iki karpuz taşıyorsunuz. İktisatçı kimliğinizin yanında öykü ve roman yazarısınız. Şiir Yılmaz’ın eğitim süreci nasıl geçti? İki kimliğinizin altında yatan olgular nelerdir?

Lisansüstü eğitimi saymazsak lisans düzeyinde her ikisinin de eğitimini almadığımı söyleyebilirim. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Diplomasi ve Dış Münasebetler (bugünkü adıyla Uluslararası İlişkiler) bölümünü bitirdim. Tabii gördüğümüz dersler arasında İktisat dersleri de vardı. Bu arada Uluslararası İktisat dersini de Besim Üstünel hocamızdan almıştık. Ama o zamanlar iktisatçı olmak, hele hele iktisat hocası olmak gibi bir hedefim yoktu. Fakülteyi bitirince Dışişleri Bakanlığı’na girip diplomat olacaktım. Diplomat olunca dünyayı daha iyi tanıma olanağı elde edeceğimi düşünüyordum; yazarlığıma katkı sağlayacak bir meslek olarak düşünüyordum diplomatlığı… Yazar olarak doğduğumun farkındaydım sanki. Oysa edebiyat eğitimi de almadım. Annem edebiyat hocası olduğu için dünya edebiyatıyla erkenden tanıştığımı ve seçkin eserler okuduğumu, çok okuduğumu belirtmeliyim. Öykü ve şiir denemelerim lise çağlarından itibaren başlamıştı. İçimde bir ses bana hep yazar olduğumu fısıldıyordu. Yazarlıktan asla vazgeçmeyecektim. Diplomat olmayı da yazarlığımı bütünleyecek bir meslek olarak düşündüğüm için seçmiştim. Kolej mezunu olmadığım için yabancı dil konusunda kendimi hep yetersiz hissetmişimdir. Bu eksikliğimi tamamlamak için lise yıllarımda Amerikan Kültür’de kurslara giderdim. Çeviri kursuna gittiğim sırada çok kısa bir süre için Bilge Karasu öğretmenim oldu. Bilge Karasu’dan ders almayı aklıma koymuştum. Fakülteyi bitirince kendisinden ders almak istediğimi söyledim. Böylece çeviri derslerim başlamış oldu. Bilge Karasu her hafta İngilizce kompozisyon yazıp getirmemi istiyordu. Ben de içimde birikmiş öyküleri yazıp duruyordum, üstelik yabancı bir dilde. “Türkçe yazdıklarınız var mı?” diye sordu bir gün; ben de dört öykü ile kapısını çaldım. Böylece Bilge Karasu yazı atölyesinde yazarlık eğitimi (!) başlamış oldu. Bu arada Dışişleri Bakanlığı’na giriş sınavı açılmış, ben dil sınavını kazanmıştım ama bilim sınavında başarısız oldum. Bu başarısızlık sonrası açılan her sınava hazırlanan, giderek morali bozulan biri olarak yalnızca öykülere ve Bilge Bey’in yüreklendirmelerine tutunarak bir buçuk yıl harcadım. Ankara İktisadi ve Ticari Bilimler Akademisi’nde asistanlık sınavı açıldığını duyunca oraya da başvurdum, kazandım ve Prof. Dr. Vamık Toprak hocanın asistanı oldum. Vamık Toprak uluslararası İktisat dersi okutmaktaydı; ben de o kürsüde (İktisadi Gelişme, Kalkınma ve Uluslararası İktisat gibi uzun bir ismi vardı) asistan olarak işe başladım. Bilinçli olarak iktisat öğrenmeye asistan olduktan sonra giriştim. Açık söylemek gerekirse hiç keyif de almıyordum ama öykü yazmak, öyküleri bastırmak anlamına gelmiyordu. Basıldığında da hiç karın doyurmuyordu. Bir mesleğim olmalıydı ve iş yeri, iş arkadaşları, çalışma koşulları açısından AİTİA’daki ortamı sevmiştim; her şeyden önemlisi Vamık Hocamı çoook, pek çok sevmiştim. Vamık Hoca kelimenin tam anlamıyla hoca, kelimenin tam anlamıyla insandı. Başka bir iş düşünemezdim, AİTİA’da kaldım. Ancak iktisat eğitimimdeki eksiklik duygusu hiç yakamı bırakmadı. Kendimi bir türlü iktisatçı olarak görmüyordum. Diyebilirim ki bütün meslek yaşantım iktisattaki boşluklarımı gidermeye yönelik çabalamalarla geçti. Kafamda başından beri teknoloji ile iktisat arasındaki ilişkiyi çözmek vardı. Ancak okuduklarımdan hareketle bir yere varamıyordum. O sırada İngiltere Hükümet bursuna başvurup doktora öncesi çalışma yapmak üzere İngiltere’ye gittim. Sussex Üniversitesi’nde SPRU (Science Policy Research Unit) adlı birim tam da benim ilgilendiğim konularda çalışmalar yapmaktaydı. Orada Charles Cooper’ın yanında doktora tezime iyi kötü bir şekil verdim. Ne yazık ki burs bir yıllıktı ve yurda dönüş yaptım. Doktora tez çalışmam teknoloji seçimi ve işlendirme sorununu ele almaktaydı. Doçentlik tezimi enflasyon üzerine kaleme aldım. Vamık Hocamın emekli olması üzerine uluslararası iktisat dersleri bana kaldı; çalışmalarım dış ticaret kuramları, dış denge sorunları gibi alanlarla kaydı. Bu arada rant arayışları da ilgimi çekti ve o alanda da kalem oynattım. Bütün bu daldan dala atlayışların tek bir amacı vardı: İktisadı bilmiyordum ve öğrenmem gerektiğine inanıyordum.  Son olarak ilk göz ağrım olan teknoloji konusuna yeniden dönmek istedim. Teknoloji-iktisat ilişkisini irdeleyen Yenilik Ekonomisi kitabı böylece ortaya çıktı. Bu kitap da ister istemez yeni soru ve sorgulamaları beraberinde getirecek gibi görünüyor. İktisadı meslek edinmeseydim, daha çok yazan, daha ünlü bir yazar olabilirdim belki… Ancak bir meslek edinince o mesleğin hakkını vermek boynumun borcu oldu. Kendimi hâlâ iktisatçı olarak göremiyorum.  Örneğin matematik öğrenmeye fırsatım olmadı. Oysa matematik çok daha az ve öz anlatım olanağı verebilirdi. Ekonometri konusunda da cahilim. İleri sürdüğüm savları ekonometrik olarak desteklemek isterdim doğrusu. Olmadı. Bildiğim tek dilde, Türkçe kitaplar yazdım. İktisat alanında yazdıklarım edebiyat alanımı daraltmadı, diyemem. Neyse ki bu konuda şanslıydım. Tanrı karşıma başta Bilge Karasu olmak üzere, çok yetkin sanatçılar çıkardı. Sait Maden, Muzaffer Buyrukçu, Mustafa Şerif Onaran, Enis Batur gibi… Edebiyatçı olarak on yıllık aralarla eser vermiş olsam da yazdıklarım hep beğenildi, desteklendi, hep ayrı bir yere kondu; kendine özgü, özel yapıtlar olarak değerlendirildi. Çok şanslı olduğumu düşünüyorum. Çünkü çok güzel insanlarla karşılaştım ve güzellikler yaşadım.

Ömer Faruk Çolak: Dünya ekonomisi arka arkaya krizler yaşıyor. Bu krizler iktisat teorisinin de krizi değil mi?

İktisat teorisini mikro ve makro derslerinde okutulanlar olarak ele alırsak krizden değil, iflastan söz etmemiz gerekir. Mikro derslerinin ana eksenini neoklasik iktisat, makro derslerinin ana eksenini Keynesyen iktisat oluşturuyor. İkisi de özünde ekonomik hayatın, doğal akışına bırakıldığında, kendiliğinden dengeleneceği düşüncesine dayanır. Yani kriz ya piyasa başarısızlıklarından ya da ücret/fiyat katılıklarından kaynaklanır. Bu gibi durumlar geçicidir, arızîdir. Oysa iktisatçı olduğumdan beri adı değişse de – finansal kriz, bankacılık krizi, küresel kriz, bölgesel kriz vs.- krizlerin hiç eksik olmadığını görüyorum.  Üstelik yaşadığımız en son kriz (2008 Küresel Krizi) sermaye başta olmak üzere mal, hizmet ve emek piyasalarının serbestleştiği bir dönemde patlak verdi. Bence tüm krizlerin ortak noktası aynı: Sunum bolluğu ve istem kısıtı. Bunun da geri planında kâr hırsına bağlı olarak yaşanan sermaye/emek çelişkisi yer alıyor. Kapitalizm (başta ABD ve AB olmak üzere) küresel çapta üretim zincirleri oluşturarak becerili ve ucuz işgücünü kullandı ve kâr oranlarındaki düşmenin önüne geçebildi bir süre için. Ancak yeni ve kendine rakip üretim odakları (başta Çin olmak üzere Doğu ve G. Doğu Asya) ortaya çıkınca kâr oranları ister istemez yeniden törpülenmeye başladı;  kâr oranları törpülenmeye başlayınca sistem kendini yenileyemez duruma düşüyor ve kriz dediğimiz şey patlak veriyor.

Ömer Faruk Çolak: Kriz aynı zamanda kapitalizmin krizi ise sistem nerede tıkandı? Yoksa sistem Marks’ın ifade ettiği gibi krizi kendi içinde mi barındırıyor?

Kapitalizm istem eksikliğinin üstesinden gelecek mekanizmaları çoktan icat etti: Kamu harcamaları, yığın üretimden esnek üretim tarzına geçiş, moda denilen doping vs. Finansallaşmaya da ben aynı gözlükle bakıyorum. Finansallaşma kendi iç dinamikleri ile tatlı kâr fırsatları yarattı; öyle ki sanayileşme unutuldu, yaratılan katma değerin çok ötesinde harcama ve tüketim kalıpları kitlelere benimsetildi. Reel ekonomiden kopukluk aşırı düzeylere varınca döviz şokları, banka iflasları, finans piyasalarının çökmesi peş peşe sökün etti. Üstelik yaşananlar tek bir ülke veya bölge ile de sınırlı kalmadı. Küreselleşme adı verilen süreç krizin de küresel boyutta yaşanmasına yol açtı. Küreselleşme kapitalizme içkin sermaye/emek çelişkisinin küresel boyutta yaşanmasına yol açmakta. Bir yanda açlıkla pençeleşen yoksul bir dünya, diğer yanda kapitalist üretim zincirine eklemlendiği ölçüde ayakta kalabilen ve hızla daha çok sömürü olanakları yaratmaya çalışan gelişmekte olan veya gelişmiş ülkeler. 2008 Krizi’nin küresel kriz olarak adlandırılmasının nedeni ABD’nin küresel çapta oluşturduğu üretim ve ticaret ağının tüm ülkeleri az veya çok krize sürüklemesidir.

Ömer Faruk Çolak: Yaşanan krizde teknolojinin de payı var mı?  Eğer öyle ise Schumpeter’in “yaratıcı yıkım” tezi çöktü mü?

Her yeni teknoloji sermaye/emek ilişkisine yeni bir boyut katar ve yeni kâr fırsatları yaratarak Marx’ın sözünü ettiği kâr oranlarındaki düşme eğilimini durdurur, hatta geriletir ama yine Marx’a göre sermaye/emek çelişkisini tamamen ortadan kaldıramaz. Schumpeter de teknolojinin, sunduğu yeni kâr fırsatları ile kapitalizmin çöküşünü engelleyeceğine inanır. Schumpeter’e göre kapitalizmin krizi ancak yeni teknolojinin sunacağı yüksek kâr fırsatları ile önlenebilir.  “Yaratıcı yıkım” tezinin çöktüğünü düşünmüyorum. Ancak yaratıcı yıkım nerede başlar, nasıl biter; bir başka deyişle Schumpeter’in sözünü ettiği döngüleri doğru saptamak mümkün mü? Nasıl mümkün? Bilemiyorum. Bilişim teknolojilerinin yaygınlaşması ile yaratıcı yıkım döngüsünün sonuna geldiğimizi ileri sürebiliriz. Öte yandan bilişim teknolojilerinin genetikle etkileşimi yeni ve çok çarpıcı gelişmelere gebe. Belki yaratıcı yıkımın devam ettiği bir süreci yaşamaktayız. Belki de yeni bir dalganın başlangıcındayız. Bu çarpıcı gelişmelerin etkilerini de özellikle işgücü piyasalarında, iş ilişkilerinde ve ağırlaşan işlendirme sorunları biçiminde yaşayacağız. Ne yazık ki yaratıcı yıkım ekonominin tüm kesimlerini aynı ölçüde gönendirmiyor.

5-Biz eskiden işçi sınıfından bahsediyorduk, şimdi de prekarya sınıfı ortaya çıktı. Bu değişim, yaşanan salgın krizini de düşündüğümüzde, ekonomide yeni çalışma biçimlerinin (evde çalışma gibi) etkinleşmesine neden olur mu? Bunun küresel ölçekte etkisinin artması gelir dağılımını nasıl etkiler?

Yaşadığımız pandemi işyerine uğramadan da pekâlâ iş yapılabileceğini, hatta daha bile verimli çalışılabileceğini gösterdi. Zaten böyle bir eğilim vardı, pandemi sonrası bunun güçlenerek devam etmesi gündeme gelebilir. İşçinin yerini robotların alacağı bir çağa adım atmaktayız.  Ucuz işgücü bir çekim merkezi olmaktan çoktan çıktı. Buna karşılık beceri sahibi olmak, beceriyi makinelerle tamamlamak aranan bir özellik. Beceri yönelimli ticaret, beceri yönelimli büyüme gibi modeller sıklıkla karşımıza çıkmaya başladı bile… Bu da yoğun göç dalgalarının yaşandığı dünyamızda nelere yol açar; kestirmesi zor ve korkutucu. Köle emeğine dönüş ile robotlaşmayı aynı anda yaşayabiliriz. Ne işe yaradığını, daha doğrusu yarayıp yaramadığını bile bilmeyen kitleler kim ne iş verirse onun kulu kölesi olmaya hazır beklemekte. Bu da sadaka kapitalizmin elini güçlendirmekten başka bir işe yaramıyor. Sosyalist söylemlerin yerini popülizmin alması rastlantı olmasa gerek.

Ömer Faruk Çolak: Türkiye’de iktisat eğitimine ilgi ciddi biçimde azaldı. Bunun nedeni sizce uygulanan eğitim politikaları olabilir mi?

Yalnız iktisat eğitimine değil bence genelde eğitime ilgi azaldı. Tam da kültür ve eğitime en çok gereksinim duyulması gereken bir çağda, eğitimi ihmal ederek, kalitesini düşürerek, eğitimli bireyleri adeta cezalandırarak bu konuda büyük bir başarıya imza atıyoruz. Bütçede eğitime ayrılan kaynaklara baktığınızda içinizin acımaması mümkün değil. Piyasa güçlerine terk edilen eğitim, kolay yoldan diploma veren okulların tercih edilmesine yol açıyor. Giriş sınavlarında yaşanan şaibeler, sınav sisteminin sürekli daha az nitelikli öğrencileri kayırmaya yönelik olarak düzenlenmesi beyin göçünü beraberinde getiriyor. Bir zamanlar üniversiteye giriş sınavlarında alınan puanlar yalnızca bilgiyi değil algı düzeyini de ölçmeye yarıyordu. Bugün sağlık, eczacılık gibi alanlarda azımsanmayacak başarılara imza atıyorsak bunu geçmiş dönemlerde yapılan dürüst yerleştirme sınavlarına borçluyuz büyük ölçüde. Oysa giderek bozduğumuz sınav ve sınıf geçme sistemleri ile öğrencilerin algı düzeyini yükseltmek şöyle dursun, algı düzeyini baskılamakta ve geriletmekteyiz. PİSA test sonuçları algı düzeyi düşük gençler yetiştirdiğimizin en önemli kanıtlarından biri.  İşin kolayına kaçan, eğitimi gündelik çıkar beklentisi ile ölçen bir nesil ile karşı karşıyayız. Bunun bedelini ne yazık ki çok ağır ödeyeceğiz.

İktisat eğitimi özelinde konuşacak olursak ekonomi ve ekonometri dallarının ayrı, bağımsız bölümler olarak düzenlenmesi son derece yanlış olmuştur. Neyi sorgulaması ve ölçmesi gerektiğini öğrenen iktisat öğrencileri ölçme yöntemlerinden habersiz. Ölçme yöntemlerini öğrenen ekonometri öğrencileri ise neden sonuç ilişkilerini belirleyen iktisadi etmenlerden habersiz. İktisat ile maliyenin iki ayrı disiplin olarak örgütlenmesi de iktisat politikalarının nasıl, kimler tarafından uygulanacağı konusunda boşluk yaratmıştır. İktisat öğretisi ne işe yaradığı belli olmayan bir bilgi yığınına dönüşmüş durumda. Bunu bir de matematik diliyle ifade etmeye kalktığınızda yabancı dilde doğru cevapları ezberleyerek doğru cevap şıkkını karalayan öğrenciler gibi iktisatçılar yetiştirmiş olmaktasınız. Aynen yabancı dilde eğitim gibi, iyi bir yabancı dil eğitimi ve matematiksel düşünme yeteneği kazandırmadığınız sürece eğitimin içini boşaltmış olmaktan başka bir şey yapmıyoruz.

Ömer Faruk Çolak: İktisat politikalarının yaşanan sorunları çözmede yetersiz kalması iktisadı arkaik bir bilim dalı haline getirir mi?

İktisat eğitimi neye yarar? Bunu iktisat bölümü öğrencilerinin anladığına ihtimal vermiyorum. Mikro iktisat derslerinde okutulan firma teorileri çok daha kapsamlı ve gerçekçi olarak işletme derslerinde ele alınıyor. Makro derslerinde anlatılanların uygulama alanı bütçe ve maliye politikalarında somutlaşıyor. İktisat bu koşullarda neye yarar? Büyüme, kalkınma, dış ticaret kuramlarında anlatılanları uygulayacak bir kamu otoritesi var mı?

İktisat her şeyden önce sınırlı sayıda seçenek arasında yapılan bir tercih işlemidir ve her tercih, beraberinde diğer tercihlerden vazgeçilmesini gerektirir. Kuramlar, varsayımlar altında kendilerini doğrularken, belli bir çıkış yolunu (politikayı) benimsetirler. Bu politika sanıldığı gibi herkese yarar sağlamaz. Yararlandırılanlar arasında da bir tercih söz konusudur. İktisadı, sosyal sınıflar temelinden soyutlayarak ortaya atılan kuramlar gerçekte iktisat değil, masal anlatmaktadır. Ne yazık ki Anglo-Amerikan literatürüne göre anlattığımız dersler iktisadı neo-klasik iktisat okulu ile sınırlandırmakta ve biraz da Keynesyen iktisattan izler taşımaktadır. Öğretim üyeliğim sırasında birinci sınıfta öğrencilere İktisadın Evrimi dersinin konulması için çok çaba sarf ettim ve böyle bir ders bizim programımızda yer almıştı. Uluslararası iktisat derslerimi de bir tür doktrin dersi gibi anlatmaya özen gösterdim. İstedim ki öğrencilerim tek bir iktisat okulunun mantığı çerçevesinde iktisadı öğrenmesinler. “Bir sürü adam var, hangisi doğru söylüyor şaşırıyoruz”, “Kusura bakma Hocam, adamları karıştırmışım!”  yakınmaları ile karşı karşıya kaldım. Belki bu öğrencilerim bilimde tek bir doğrunun olmayacağı, her doğrunun ancak belli koşullar altında geçerli olacağını zaman içinde fark etmişlerdir. Yazdığım bütün kitaplarda –karınca kararınca- göstermek istediğim ve yaptığım bu oldu. İktisadı ne zaman sevdim? İktisadi düşüncenin içine süzüldüğüm ve kuramların sınıfsal temelini çözdüğüm zaman iktisattan tat aldım. Bu tadı maalesef öğrencilerimize, özellikle lisans düzeyinde, aktarabildiğimizi sanmıyorum. İktisat arkaik bir bilim dalı olmuşsa, oluyorsa nedeni eğitim biçimimizdir.

 

 

9 Temmuz 1948’de Ankara’da doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni 1969’da bitirdi. 1971 yılında Ankara İktisadi ve İdari Bilimler Akademisi’nde asistan olarak göreve başlayan Şiir Erkök, 1977 yılında iktisat doktoru, 1981 yılında doçent, 1989 yılında profesör oldu. Halen Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İktisat Bölümü öğretim üyesi ve bölüm başkanıdır.

Bir cevap yazın