Büyüme, Kaynağı Nereden, Ne Pahasına ve Kim İçin? – Erinç Yeldan (İTD 90)


Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2017 yılına ait “büyüme” istatistiklerini yayımladı. Milli gelirimizin 2017’de yüzde 7.4 ile yeni bir rekor kırdığını ve dünya ekonomisinin önemli başarı öykülerinden birisi olduğunu öğrendik. TÜİK artık “milli gelir” değil, sadece “büyüme” istatistiklerini yayımlıyor. Milli gelirin “reel” değeri, alt bileşenleri, sektörlere ilişkin göreli fiyatlarını yayımlamadığı için söz konusu büyümenin ana kaynaklarını ve etkileşim içinde olduğu reel sonuçlarını doğrudan analiz etmekten yoksunuz (Bu doğrultudaki sorunlarımızı uzun süredir vurgulamaktayız. Konuyla ilgili detaylı bir değerlendirmeyi Korkut Boratav Hoca’nın SOL web sitesindeki “2017’de Milli gelir: TÜİK’in Bulguları” başlıklı yazısında bulabilirsiniz.1).

Bu büyüme performansının sağlıklı ve sürdürülebilir nitelikte olup olmadığını görmemiz için söz konusu harcamaların nasıl finanse edildiğine ve nereye harcandığına bakmamız gereklidir. Büyümenin sürdürülebilir olması için ise yapılan harcamaların üretkenlik ve teknolojik (ve kurumsal) gelişmeyi sağlayacak bilgi sermayesi ve eğitim harcamalarına dayandırılması esastır.

2017’nin “göz kamaştırıcı” büyüme olgusunun ardındaki etkenleri kamuoyundaki tartışmalardan biliyoruz: hanehalkı ve devletin tüketim harcamalarındaki hızlı artış, sabit sermaye yatırım harcamalarındaki sıçrama vb. Ancak, bu değerlendirmeler daha çok milli geliri oluşturan parçaların incelenmesiyle sınırlı kaldığından, büyümenin niteliği ve yapısal kaynakları hakkında sağlıklı bir sonuca ulaşmamıza yeterli olmuyor. Bunun için, TÜİK’in veri eksikliklerine rağmen, daha derine inmemiz gerekiyor.

Bunun için ekli tablodan yararlanacağız. Tabloda, küresel krizin olumsuz etkilerinin (görece) atlatıldığı ve AKP ekonomi yönetiminin artık “çıraklık” dönemini geride bırakarak, “ustalık” dönemine girdiğini ilan ettiği 2010 sonrasına ilişkin üç temel veri var. İlki Türkiye’nin dış borç stokuna ilişkin. İkinci sütunda “inşaat” sektörü katma değeri ve nihayetinde milli gelir rakamları ABD doları bazında sergileniyor.

Şu saptamaları yapmak mümkün:

Türkiye’nin 2010 yılında dış borç stoku 291 milyar dolar iken, milli geliri 772 milyar dolar idi. İnşaat sektörü bu rakamın yüzde 6.2’sini oluşturmaktaydı ve dolar cinsinden hesaplandığında 47 milyar dolarlık bir katma değer üretmekteydi. 2010’lu yıllar boyunca Türkiye’de konut inşaatına dayalı bir yatırım ve büyüme stratejisi uygulamaya koyuldu. Milli gelir, dolar kurundaki iniş çıkışlara da duyarlı olarak, 772 milyar dolardan 2017 sonunda 851 milyara yükseldi (toplam 78.6 milyar dolarlık artış). İnşaat sektörünün payı yüzde 8.6’ya değin yükseldi ve yarattığı katma değer 2017 sonunda 73.2 milyara ulaştı (birikimli olarak 26.1 milyar dolar).

Yani söz konusu yedi yıl içerisinde inşaat sektöründeki büyüme, milli gelirin toplam büyümesinin üçte birini kendi başına sağlamaktaydı. Dolayısıyla, her bir dolarlık milli gelirimizin üçte biri inşaat faaliyetiydi!

Şimdi bu harcamaların kaynağına bakalım. Tablonun ilk sütununa geri döndüğümüzde dış borçlanma olanağının sürdürülmesinin Türkiye ekonomisi için nasıl da hayati bir öneme sahip olduğunu gözlemliyoruz. Türkiye’nin 2010’da 291 milyar dolar olan dış borç stoku, 2017’nin üçüncü çeyreği itibarıyla (en son veri) 437 milyara ulaşmış. Yani dış borçlarımız yedi yılda toplam 146 milyar dolar artmış. Bu rakama göre dış borçlarımızın yıllık ortalama artış hızı yüzde 5.8’e ulaşıyor. Halbuki dolar bazında milli gelirimizin yıllık artış hızı sadece yüzde 1.4!

Bu demek oluyor ki yedi yılda milli gelirde elde edilen toplam artış 78.6 milyar dolar iken, dış borçlanmadaki artış bunun neredeyse iki katı; 146 milyar dolar. Türkiye her bir dolarlık milli gelir üretirken, yaklaşık iki dolar dış borç üretmiş. Bunun üçte birini de inşaata “yatırmış”.

Biriktirilen dış borç ise bilgi sermayesi ya da eğitime öncelik yerine, döviz bağımlılığını arttırıcı biçimde körüklenen inşaat yatırımlarına yönelmektedir. Milli gelirimizin yıllar boyunca her iki sektör arasındaki dağılımına baktığımızda, inşaat harcamalarının nasıl da eğitim sektörünün önüne geçmiş olduğunu görmek mümkündür.

Bunun da ötesinde konuya yeni sabit sermaye yatırımları açısından bakıldığında, inşaat sektörünün payının eğitime ayrılan yatırım payının 2.5 misli bir tempoda sürdürüldüğü görülmektedir. Dolayısıyla Türkiye’nin birikim öncelikleri üretkenlik ve inovasyon sağlayıcı faaliyetlerden ziyade, bir saman alevi gibi parlayıp sönen ve gelir yaratma sürekliliği bulunmayan inşaat yatırımlarına yöneltilmiştir. Aşağıda eğitim ve inşaat sektörlerinin gerek milli gelir gerekse yatırımların dağılımı içerisindeki paylarını gösteren tablo, bu gözlemlerimizi haklı çıkarmaktadır.

“Yatırım” derken, söz konusu inşaat yatırımlarının yedi yıllık toplamı 551 milyar doları buluyor. Demek ki Türkiye son yedi yılda tam olarak yarım trilyon dolarlık beton yatırımı yapmış durumda. Bu rakamın inşaat yerine eğitim, sağlık, sosyal alt yapı ve araştırma geliştirmeye dayalı hizmet sektörlerine dönüştürülebileceği bir Türkiye’yi mevcut konjonktürde sadece tahayyül edebiliyoruz.

Türkiye ekonomisi yakın tarihimiz boyunca bu tür dış borçlanmaya dayalı büyüme senaryolarını sıkça izledi. Yurt içinde katma değer üretmek yerine, dış borçlanmaya dayalı ve ithalata bağımlı bu tür büyüme süreci her defasında dış ticaret açıkları, işsizlik ve yüksek enflasyon ile birlikte yaşandı. “Bu sefer her şey değişik” diye geçiştirilen sorunlar her defasında sürdürülemez dengelerin yarattığı krizler ile son buldu.

“Avrupa bizi kıskanıyor” temaşasını bir yana bırakalım. Türkiye’nin izlemekte olduğu dış sermaye girişlerine bağımlı büyüme tercihi (ve dış siyaseti) ağır bedeller ödenerek sürdürülmektedir.

Son Notlar
1. Korkut Boratav, “2017’de Milli gelir: TÜİK’in Bulguları”, http://haber.sol.org.tr/yazarlar/korkut-boratav/2017de-milli-gelir-tuikin-bulgulari-233412

Erinç Yeldan, 1960 yılında İzmit’te doğdu. Boğaziçi Üniversitesi İktisat Bölümü’nden mezun oldu. İktisat Doktorası derecesini 1988 yılında Minnesota Üniversitesi’nde tamamladıktan sonra Bilkent Üniversitesi’ne katıldı. Aynı Üniversite’de 1990’da Doçent; 1998’de de Profesör ünvanını aldı. Profesör Yeldan halen İktisadi, İdari ve Sosyal Bilimler Fakültesi Dekanı olarak görev yapmakta ve uluslararası ekonomi, kalkınma ekonomisi ve makroekonomik modeller üzerine çalışmaktadır. Merkezi Yeni Delhi’de olan Uluslararası Kalkınma İktisatçıları Birliği (IDEAs) kurucu-direktörlerinden olan Profesör Yeldan, 1998 yılında Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) bilim teşvik ödülü sahibidir.

Bir cevap yazın