Davranışsal İktisat Koca Bir Yalandan mı İbaret? – Erdem Seçilmiş (İTD 107)


 

“Kapsamlı neoliberalizm projesinin bir ayağı olarak değerlendirilebilecek kimlik iktisadı, davranışsal yaklaşıma yöneltilen gayri-toplumsalcılık eleştirilerinin önünü almaya yönelik bir girişimdir. Ancak bunu başaramaz. Çünkü toplumsal kategorileri, tabakalaşma dinamiklerini, biyopolitik yönelimleri ve fail pozisyonlarını faydacılığın dar kalıplarına sığdırmak olanaklı değildir.”

 

Giriş

Günümüz yerleşik iktisat anlayışı neoklasik iktisat öğretisi üzerine şekillenir. Neoklasik iktisat yaklaşımı piyasayı ekonomik sistemin merkezine konumlandırır. Bu yaklaşım perspektifinden tüm iktisadi örgütlenme piyasa hakimiyetini genelgeçer kılacak şekilde tasarlanmalıdır. Neoklasik iktisadın izleğini belirleyen iktisatçı Alfred Marshall’dır. Marshall’ın 1890 yılında yazdığı “İktisadın İlkeleri” adlı eser modern kanonun öncüsüdür. İlgili çerçevede modern iktisadın ütopik rabiasını[1] şu şekilde değerlendirmek mümkündür: Tek Alim: Alfred Marshall, Tek Teori: Neoklasik Teori, Tek Epistemoloji: Pozitivizm, Tek Metodoloji: Varsayımsal Tümdengelim.

Ortodoks iktisat yaklaşımının başlıca hedefi bu unsurları -olanaklar elverdiği ölçüde- muhafaza etmektir. Bu unsurların korunması statükonun sürerliğini sağlar. Yerleşik bilimsel hiyerarşik örüntülere ilişkin her güncellenme kaçınılmaz biçimde mevcut iktidar ilişkilerini ve kemikleşmiş bölüşüm düzenini sarsacaktır. Bu nedenle müesses düzenin varsılları ve alimleri paradigma kaymalarına ket vurmak için ellerinden gelen gayreti gösterirler. Bu bir kazan-kazan oyunudur. Müesses düzenin bilim insanları hakim episteme sürdüğü müddetçe bilimsel repertuvarı belirleyerek kıymetli alimler olmaya devam edeceklerdir; varsıllar ise gelir ve servetin en büyük dilimini kimseye kaptırmayacaklardır.

Ancak inşa edilen tüm savunma mekanizmalarına rağmen kimi zaman yerleşik değerleri var olduğu şekilde muhafaza etmek son derece zorlaşır. Mevcut kuramdan beslenen modeller aracılığıyla türetilen çıktıların tecrübe edilen vakalarla uyuşmaması bir süre sonra pek çok insanın zihninde repertuvara ilişkin soru işaretleri oluşmasına neden olur. İktisat biliminin başına gelen de tam olarak budur. Yıllar yılı deneyimlenen alternatif iktisadi vakalar, müşahede edilen almaşık iktisadi çıktılar ve ulaşılan ayrıksı iktisadi vargılar bir noktadan sonra kimi insanları (bilim insanı olup olmamasından bağımsız olarak) rahatsız etmeye başlamıştır. Ortodoks kuram bağlamında türetilen modellerinin makro perspektiften tecrübe edilen krizleri, mikro perspektiften ise gündelik yaşamda sergilenen karar alma davranışlarını öngörmek ve açıklamaktaki başarısızlıkları yerleşik iktisat anlayışının sorgulanmasını kaçınılmaz kılmıştır. Bu noktada statükodan memnun olanlar yaşanan bu güven krizini aşmak ve pozisyonlarına yönelik tehlikeyi en az hasarla bertaraf etmek uğruna yerleşik bazı değerleri güncellemeyi ya da en azından bunun yapıldığına ilişkin bir yanılsama yaratmayı kabul etmişlerdir. Diğer bir ifadeyle bazı çevresel unsurlardan vazgeçerek merkezdeki müstahkem mevkilerini korumuşlardır.

Neoklasik İktisadın Dönüşümü

Peki neoklasik iktisat hakimiyetini korumak için çıktığı bu yolda neleri yitirmiştir ya nelerden vazgeçmek zorunda kalmıştır? Neoklasik iktisadın temel olarak üç varsayım üzerine kurgulandığını değerlendirmek olanaklıdır: Rasyonel Tercih Kuramı, Fayda/Kar Maksimizasyonu, Tam Bilgi. Ana akım değerlere bağlı bir iktisatçı bu varsayımların geçerliliği altında kıt kaynakların alternatif kullanımını araştırır. Lakin iktisadi ajanların sıklıkla eksik bilgiye sahip olduğu ve neoklasik yaklaşımda öngörüldüğü gibi rasyonel tercihler yapmadığı aşikardır. Çevremiz faydasını maksimize etmektense karşılıksız yardımlarda bulunan; parasını har vurup harman savuran insanlarla doludur. Aktarılan kuram-gerçek uyuşmazlığı yerleşik yönelim için büyük tehdittir. Bu noktada statükonun hedefi insanları bu uyuşmazlıkların kural değil istisna hali olduğuna inandırmaktır. Diğer bir ifadeyle kuramı yamamaktır.

Çünkü akılcılık modern iktisadın vazgeçilmezidir. Jean-François Lyotard’ın işaret ettiği üzere “akıl ve iktidar tek ve aynı şeydir”. Akla inancın yitirildiği yerde iktidara olan inanç da yiter. Bu nedenle iktidarını daim kılmak isteyen egemen, irrasyonel tercihlerin ayrıksı bir vaka olduğunu gözler önüne sermelidir. Bunu yapabilmek -istisna haline karar verebilmek- dahi patronun kim olduğunu ortaya koyar (Schmitt, 1996). Bundan ötürüdür ki neoklasik iktisatçılar irrasyonel davranışların/tercihlerin/kararların/beklentilerin gözlemlenebileceği ayrıksı durumları yerleşik teori bağlamında kuramsallaştıran bazı ek yaklaşımlar üretmişlerdir. Bu yaklaşımların önde gelenleri arasında “Rasyonel Beklentiler Teorisi”, “Piyasa Başarısızlıkları Teorisi” ve “Davranışsal İktisat” yer almaktadır.

Elbette bu noktada dikkat çekilmesi gereken husus akılcılık irdelemesinin salt mikro ekonomik bir analize indirgemesinin büyük bir hata olduğudur. Rasyonalite irdelemesi karar alma mekanizmasına ilişkin pek çok almaşık açılım vadetmektir; ancak akılcılığın mikro analize ek olarak mezo ve makro düzeyde de eleştirilmesi elzemdir. Akılcılığın ideoloji ile örtüşen tarihsel ve sosyolojik bir tasarım niteliği arz ettiği unutulmamalıdır (Marcuse, 1990). Bu nitelik holistik bir analizi kaçınılmaz kılar. Zaten geç dönemde yaygınlaşan makro iktisadın mikro temelleri irdelemesinin kökeninde de bu tip bir yaklaşım yatmaktadır. Rasyonel Beklentiler Teorisi, Piyasa Başarısızlıkları Teorisi ve Davranışsal İktisat yaklaşımlarını da işaret edilen üç düzeyde eleştirmek olanaklıdır:

Rasyonel Beklentiler Teorisi: 1960’larda Muth ve Lucas’dan ilham alan “Rasyonel Beklentiler Teorisi” ajanların beklentilerinin hatalı olabileceğini öngörür; ancak bu beklentiler sistematik olarak yanlı değildir. Vade uzadıkça belirsizlik altında dahi tutarlı bir vargıya yakınsamak olanaklıdır. Rasyonel beklentilere sahip olmak için rasyonel bir birey olmanın gerekip gerekmediği tartışmaya muhtaç bir konudur. İlgili bağlamda Barro tarafından işaret edilen rasyonel iktisadi aktörlerin borçlanma tercihlerine ilişkin açılımlar “Arz Yönlü İktisadın” gelişimine katkı vermiştir. Özellikle Barro’nun uzun vadeli faizlere ilişkin öngörüleri -vergi kısıntıları çerçevesinde işlevsizleşen maliye politikaları bağlamında gündeme gelen- bütçe, açık ve borçlanma dinamiklerine ilişkin eleştirilere yanıt vermekte zorlanan arz yönlü iktisatçılar için bir nevi can simidi işlevi görmüştür.

Piyasa Başarısızlıkları Teorisi: Refah iktisadının ilk teoremi belirli koşullar altında rekabetçi bir piyasada gerçekleşecek tüm tahsislerin pareto etkin olacağını vurgular. İlk defa Bator (1958) tarafından kullanılan piyasa başarısızlığı kavramı, teoremde işaret edilen etkin tahsis mekanizmasının sekteye uğradığı durumları betimlemek için kullanılır. İlgili çerçevede piyasaların etkin çıktı türetmemesinin/türetememesinin altında yatan başlıca nedenler arasında asimetrik bilgi, dışsallıklar, eksik rekabet, eksik piyasalar ve kamusal mallar gibi unsurları saymak olanaklıdır. Mesele basite indirgendiğinde tahsis etkinsizliğinin ya tam ve simetrik bilgi eksikliğinden ya da kişisel ve toplumsal rasyonellik/optimizasyon yaklaşımlarının ayrışmasından kaynaklandığını değerlendirmek  mümkündür. Ortodoksinin temel beklentisi serbest piyasa ekonomisin etkin kaynak tahsisini herhangi bir  müdahaleye ihtiyaç duymadan gerçekleştirmesidir. Ancak naridattan dahi olsa etkin tahsisin gerçekleşmediği ve bu nedenle toplumsal refahın aşındığı vakalar da vardır. Piyasa başarısızlıkları teorisi bu istisnai durumları bilgi ve rasyonellik bağlamında gözlemlenen almaşık pozisyonlar minvalinde açıklamanın mümkün olduğunu değerlendirir. “Kamu tercihi teorisi” ve “ikinci en iyi yaklaşımı” bu istisnai durumlarda dahi kötücül kamunun müdahalesinden imtina edilmesi gerekliliğini işaret eder.

Davranışsal İktisat: Davranışsal yaklaşımı da rasyonel olmayan tercih ve davranışları yerleşik iktisat teorisi çerçevesinde açıklamaya yönelik bir girişim olarak değerlendirmek olanaklıdır. Davranışsal iktisatçılar, deterministik olmayan sezgisel stratejiler ve değerlendirme sapmaları nedeniyle mantıksal pozitivizm bağlamında genelgeçerlik kazanan standart rasyonalite aksiyomlarının esnetilmesi gerektiğini işaret eder. Diğer bir ifadeyle söylenen şudur: Yerleşik kanon bireylerin tamamen rasyonel oldukları için bencil hareket edeceklerini ve ilişiksiz unsurları değerlendirme dışı bırakarak tercihleri konusunda tutarlı davranacaklarını değerlendirir. Ancak gündelik yaşamda işlerin her zaman bu şekilde yürümediği ortadadır. Davranışsal yönelim, kuram-gerçek uyuşmazlığının bilgi örüntülerine dair ayrışmalardan neşet eden psikolojik sapmalardan kaynaklandığı vurgular.

Aktarılan yorum Nobel ödül komitesi tarafından da açıkça paylaşılmaktadır. Simon’un (1978) sınırlı rasyonelliğe ilişkin değerlendirmeleri, Akerlof’un (2001) asimetrik bilgi vurgusu ve Kahneman’ın (2002) belirsizlik altında karar vermeye dair analizleri komite tarafından takdire şayan bulunmuştur. Komite 2017 yılında ise Thaler’i “davranışsal iktisada katkıları için” ödüle layık görmüş ve bu ödüle ilişkin açıklamasında davranışsal iktisada bakışını özetlemiştir. Komiteye göre Thaler, iktisadi karar alma mekanizmasını psikolojiden devşirdiği kavrayış odaklı yaklaşım aracılığıyla ile analiz etmiş ve ilgili çerçevede üç psikolojik etkene özel önem atfetmiştir. Bu etkenler: tamamen rasyonel davranmama eğilimi, hakkaniyet ve makullük kavramları ve öz-denetim yoksunluğudur[2]. Aktarılan ifadede de açıkça gözlemlendiği üzere ortodoksiye eklemlenen davranışsal iktisat, sosyolojik perspektifi dışlayarak toplumsal sorunsalları görmezden gelir. İlgili bağlamda davranışsal yaklaşımın ortodoksinin merkez-çevre ayırımından beslendiğini yorumlamak mümkündür. Pratikleri üreten ve tanzim eden habitus (Bourdieu, 1990) karşısında aklı, toplum karşısında bireyi, sosyoloji karşısında psikolojiyi önceler. Bu nedenle asla heterodoks bir yaklaşım değildir; ortodoksiye ilişkin bir yamadan ötesini vadetmez.

Genel Değerlendirme ve Sonuç

Günümüzde pek çok araştırmacı haklı olarak ortodoks iktisada meydan okumak istiyor. Bu uğurda neoklasik kurama kafa tuttuğu varsayılan çeşitli yaklaşımları benimseyen birçok bilim insanı var. Bu bilim insanları işaret edilen alternatif yaklaşımlar bağlamında pek çok eser üretmekte. Ancak benim görüşüm bu eserlerin ortodoksiye ket vurmadığı yönünde. Aksine bu tip araştırmalar ortodoks kuramı daha da yerleşik hale getirmekte. Davranışsal iktisat da bahsedilen yönelimlerden biri.

Peki neden böyle? Çünkü davranışsal iktisat çerçevesinde toplumsal dönüşümün iktisat teorisine bir bileşen olarak eklemlenmesi mümkün değil. Sosyolojik farklılaşmanın yarattığı değişimi dikkate almayan bir araştırmanın yerleşik kuramsal yapıyı aşındırması olanaksız. Bu nedenle ilgili minvalde çalışmalar yürüten bir araştırmacıyı da heterodoks bir bilim insanı ya da bir heretik olarak betimlemek oldukça güç. Davranışsal perspektiften geliştirilen çalışmalar yerleşik iktisat paradigmasını sarsmak bir yana daha da kuvvetlendirmekte. Davranışsal iktisat araştırması ortodoksinin zayıf karnı olan sosyolojik yönelim eksikliğini gizleyen bir yanılsama yaratıyor. Bu yanılsama aracılığıyla neoklasik iktisat kuramı çerçevesinde deneyimlenen her türlü problemi bireysel meselelere indirgemek olanaklı. Oysaki problemin asıl nedeni toplumsalın yok sayılması. İlgili çerçevede davranışsal iktisadın sosyal dayanışmanın yadsındığı neoliberal evrede popülerleşmesi son derece doğal. Hatta bu dönüşümü Margaret Thatcher’ın “Toplum diye bir şey yoktur. Birey olarak erkekler ve kadınlar, bir de aileler vardır” sözleriyle müjdelediği (!) “yeni iktisadın” bir uzantısı olarak dahi değerlendirmek mümkün.

Davranışsal iktisat araştırması çerçevesinde sosyal problemler için bireysel çözümler/açıklamalar türetmek yönünde genel bir eğilim mevcuttur. Elbette fail ile toplum arasındaki ilişkileri keşfetmeye özgülenmiş ayrıksı çalışmalardan da bahsetmek olanaklı. Ancak bu tip araştırmaların oldukça azınlıkta kaldığını söylemek zorundayız. Her ne kadar Kahneman ve Tversky’nin yönelimi bizleri heyecanlandırsa da beklenti teorisine -toplumu yok sayan indirgemeci yaklaşımı hasebiyle- paradigma kırıcı bir nitelik atamak oldukça güç. Toplumsalı göz ardı eden bir yönelimi heterodoks bir araştırma olarak betimlemek olanaklı değil. Sosyal değer kümelerini analize dahil etmeden mevcut batı kanonunu mutasyona uğratmak, yerleşik repertuvarı güncellemek ve son tahlilde ortodoksiye ket vurmak mümkün gözükmüyor. Toplumun göz ardı edilmesinin çok menfi sonuçları var. Bu tip bir iktisatta değer yargılarına, adalete, bölüşüme, vb. yer yok.

Yerleşik kuramın metodolojik bireyciliği yalnızca ve yalnızca etkinlik analizine izin vermekte. Oysaki asıl analiz edilmesi gereken -risk ve belirsizlik altında- eksik bilgiye sahip bir ajanın neden irrasyonel tercihlerde bulunduğu değil. Asıl incelenmesi gereken herhangi bir risk ve belirsizlik yokken -bilgi tam ve simetrikken dahi- rasyonel tercihte bulunmayan ajan. Bu ajan neden bu tip bir karar veriyor? Ya tamamen akılsız olması lazım ya da bizim bilmediğimiz bambaşka bir neden var. Halbuki bu yaklaşım hatalı. Ortada bilinmeyen bir neden yok. Bize yerleşik paradigma tarafından unutturulan bir neden var. Bu neden, toplumsal bir neden.  Richard Rorty’ye atıfla aklın sosyolojik olarak belirlenen bir olgu olduğunu değerlendirdiğimizde ulaştığımız vargı daha da berrak hale gelmekte (Uluçakar, 2014). Neoklasik iktisadın başlıca amacı toplumsal olarak belirlenen aklı, salt bir burjuva aklı haline getirmek ve daha sonra onu üzerine neşet ettiği toplumsalın yerine ikame etmektir. Bu ikame, statükoyu korumanın en sağlıklı ve en az maliyetli yolu olarak değerlendirilebilir.

Akıl toplumsalın yerine geçtiğinde her türlü problemi bireyselleştirmek olanaklılaşır. Ancak 1980 sonrasında bu çapta bir indirgemecilik girişiminin başarı şansı azalmıştır. Bu tip monolitik yaklaşımlar fazla tepki çeker ve eleştiri alır hale gelmiştir. Geç kapitalizm döneminde akıl merkezdeki saltık belirleyici (tek ikame) rolünü ussal ve ruhsal eğilimleri eklektik bir şekilde harmanlayan kurumlarla paylaşmak zorunda kalmıştır. Bu paylaşım neoliberal çağın madunlarına -sloganlar vasıtasıyla- hükmetmeyi olanaklı kılar: “Çalışmıyorsan tembel ve ahlaksızsındır. Ailenin, sınıfının, işinin, ırkının, dinsel ve cinsel tercihlerinin, vb. hiçbir önemi yoktur. İş bulamıyorsan yeterince motive değilsindir. Yoksun ve yoksul olmanın nedeni doğduğun yer değil; yetersiz aurandır. Coğrafya kader değildir. İstersen yapabilirsin”. Lakin akıl ve kurumlardan müteşekkil bu melez yönelim de toplumsal uzayı tek boyuta indirgemesi hasebiyle yerleşik paradigmaya vurulan geçici bir yamadan ötesini vadetmez. Yeni kurumsal analizin yapmakta en mahir olduğu şey kişisel başarı senaryoları üretmektir.

Ancak kurgulanan bu başarı hikayelerinin çok da gerçekçi olmadığını hepimiz biliyoruz. Coğrafya kaderdir. Chicago’nun hipergettolarında doğmuşsan kuvvetle muhtemel 35 yaşında ya mezarda ya da cezaevinde olacaksın. Paris’in işçi sınıfı banliyölerinde yaşıyorsan maruz kaldığın mekansal yaftalama toplumsal hareketsizlik döngüsünü kırmana asla olanak tanımayacak (Wacquant, 2015). Zonguldaklı bir madenci ailesi çocuğu olarak dünyaya geldiysen proletersizleşme ve mülksüzleşme her zaman gündeminde olacak. Bireysel açıklama ve çözümlerle kemikleşmiş sosyal düzene ilişkin problemleri aşmak olanaklı değil. Bu gerçeği yok sayan her türlü yaklaşım malul kalmaya mahkum.  İşaret edilen problemin çapı usçuluğun vadettiği çözüm haritasının çeperlerini her geçen gün daha da aşmakta. Bu nedenle Lyotard’ın uyarısını aklımızdan hiç çıkarmamalıyız. Düşünürün işaret ettiği üzere akılcılık vurgusunun yapıldığı her yerde iktidarın izini aramalıyız: “Akıl ve iktidar tek ve aynı şeydir. Birini diyalektik yoluyla perdeleyebilirsiniz … ama öbürü tüm edepsizliğiyle karşınıza dikilecektir hala: Hücreler, tabular, halkın refahı, seçim, soykırım”.

Lyotard usçuluğa karşı direnmemizi salık verir. Ancak düşünürün yaklaşımı aynı zamanda gücül bir tehlikeyi de barındırmaktır. Her ne kadar postmodernizmin alametifarikası olarak anılsa da tikel kimlikler akılcılık karşısındaki mücadelede etkili unsurlar değildir. Tikellik zorunlu olarak evrensel ilkelerden ıraksamayı beraberinde getirir ki; bu ıraksama sonucunda eşitlik ve adalet ilkelerinden ödün vermek kaçınılmazdır.  Bu yönelim bizleri eleştirel teorisyen Nancy Fraser’in uyarılarını hatırlatır. Fraser (1995), adaletsizliği ekonomik ve kültürel olmak üzere ikiye ayırmaktadır. Ekonomik adaletsizlik üç şekilde tezahür eder: Sömürü (bir kişinin emeğinin meyvelerinin başkasının faydasına tahsis edilmesi), ekonomik marjinalleştirme (arzu edilmeyen/düşük ücretli işlere zorlanmak ya da gelir getirici işlere girişin topyekun şekilde yasaklanması) ve yoksunluk (asgari düzeyde bir yaşam standardına ulaşmanın engellenmesi). Kültürel adaletsizliğin merkezinde ise kimliğe ilişkin kaygılar yatar. Bu tip adaletsizlikler arasında kültürel baskınlığı, tanımamayı ve saygısızlığı saymak olanaklıdır.

1980 sonrası ekonomi politik araştırmasının odağında ekonomik sistemden kaynaklanan değil kültürel örgütlenmeden türeyen adaletsizlikler vardır (Ertan, 2018; Yılmaz, 2018). Neoliberal evreye ilişkin bu yönelim sosyoekonomik irdelemelerin sınıftan ziyade kimlik bağlamında şekillenmesine neden olur. Sömürü, ekonomik marjinalleştirme ve yoksunluğa ilişkin kaygılar görmezden gelinir. Daha yalın bir ifadeyle, 80 sonrası ekonomi politiği kimliğe ilişkin tanınma meselesi halledildiğinde adaletsizlik probleminin ortadan kalkacağını işaret eder. Bu tip bir yaklaşım kimlik iktisadının gerekirliğini imler. Kimlik siyasetine yön verecek ekonomi-politik araç ise kimlik iktisadıdır (Akerlof & Kranton, 2016). Akerlof ve Kranton tarafından geliştirilen bu yaklaşım davranışsal iktisat kuramının önemli bileşenlerinden biridir. Koşullu beklenen fayda teorisi ile toplumsal-kişisel normları eklemlemeye çalışan bu yönelim daha önce anılan perspektiflere benzer şekilde neoklasik teoriye vurulan bir yamadan ibarettir. Klasik beklenen fayda hesaplamaları aksadığında karar alma mekanizmasındaki sapmaları öngörmenin olanaklı olduğunu savlayan bu yaklaşım faydacılık ısrarı nedeniyle toplumsalın iktisadi hassasiyetlerini kavramaktan uzaktır.

Sınıf örüntülerini, habitusu, almaşık sermaye ve ağ ilişkilerini matematiksel fonksiyonlar içine hapsetmek ne kadar olanaklı ise kimlik iktisadının yaşadığımız dönemin adaletsizliklerini çözmeye ehil bir yönelim olduğunu değerlendirmek de o kadar olanaklıdır. Esasen kapsamlı neoliberalizm projesinin bir ayağı olarak değerlendirilebilecek kimlik iktisadı, davranışsal yaklaşıma yöneltilen gayri-toplumsalcılık eleştirilerinin önünü almaya yönelik bir girişimdir. Ancak bunu başaramaz. Çünkü toplumsal kategorileri, tabakalaşma dinamiklerini, biyopolitik yönelimleri ve fail pozisyonlarını faydacılığın dar kalıplarına sığdırmak olanaklı değildir. Ezcümle, Akerlof’un bireyin karar alma mekanizmasını toplumsal normlarla uyumlulaştırma çabası sosyal bilimlerin disiplinler arası çalışma ruhunu yansıtmaktan uzaktır.

Neoliberalizmin gölgesinde gelişen asimetrik bilgi araştırması sadece davranışsal iktisat ve kamu tercihi teorisini eklemlemeyi olanaklı kılmamış aynı zamanda indirgemeci bir yaklaşım olan kimlik ekonomi politiğinin de yolunu açmıştır. Benimsenen bu yönelimin temel hedefi bizlere sömürü, ekonomik marjinalleştirme ve yoksunluk meselelerini unutturmaktır. Ancak aradan geçen onlarca yıl göstermektedir ki problemlerin unutulması ya da unutturulması sorunları ortadan kaldırmamaktadır. Ekonomik adaletsizlik problemi her geçen gün daha da kemikleşmektedir. Ekonominin sosyal örüntülerden bağımsız irdelenmesi toplumsal bağlamdan türeyen problemlerin salt iktisadi sorunlara indirgenmesine neden olur ki; bu hatalı yaklaşım refaha giden yolun adaletten değil etkinlikten geçtiğinin sanılmasına yol açar.

Esasen bize reva görülen bu kaostan kurtulmak olanaklıdır. Bunun için “toplumsal mobilite” vurgusundan vazgeçilmeli; tüm kaynaklar “toplumsal adaletin” tesis edilmesi için kullanılmalıdır[3]. Kişisel kahramanlıklar üzerine kurulu toplumsal hareket öyküleri yoksullara sadece gündüz düşleri sunmaktadır. Ana akım bir iktisatçı olarak betimlenebilecek Raj Chetty’nin önderliğinde yürütülen projeler dahi bu düşlerin gerçekten ne kadar kopuk olduğunu gözler önüne sermektedir[4]. 1940’lı yıllarda ABD’de doğan çocukların %90’dan fazlası ailelerinden daha fazla gelir elde ederken; bunu başaran çocuk sayısı günümüzde %50’lilere inmiştir.

Yoksul bir ailede yetişe birinin zengin olma şansı fırsatlar ülkesi ABD’de %7.5’dir. Aynı oran Birleşik Krallık için %9, Danimarka için %11.7 ve Kanada için %13.5’dir (Stephens-Davidowitz, 2018). Bu oranlar coğrafyanın kader olduğunu net bir şekilde gözler önüne sermektedir. Oysaki toplumsal hareketlilik vaadi kaderi değiştirmenin olanaklı olduğunu imler. Tek yapmamız gereken zengin olma fırsatı yakalayan %10’luk dilime girmektir; geride kalanlara ne olduğunu umursamadan firar etmektir (Deaton, 2018). Üst akıl bunu nasıl başaracağımızı bize gösterecek kadar alicenaptır da: “Rekabet etmelisin” der. Yasal hakkın olan izni kullanmak için en yakın arkadaşınla mücadele et; tatil kredisi çekmek için diğer başvuru sahipleri ile savaş; lokantada masa, dağda kayak, sahilde şezlong için komşunla kavga et. Hikaye aynıdır. Ortodoksi karşımıza hep aynı ikilemi getirir: Rekabet vs. dayanışma.

Oysaki sosyal refaha giden yol fiktif olarak yaratılmış bir rekabetten değil toplumsal dayanışmadan geçer. Rekabetin işaret ettiği etkinliktense dayanışmanın öncelediği adil bölüşüme odaklandığımızda; diğer bir ifadeyle %10’nun içinde olmaya çalışmaktansa geride kalan %90’nın daha insanca yaşamasına gayret ettiğimizde sosyal gönencin kendiliğinden arttığınız göreceğiz. Eşitler arası ilişki ve dayanışmanın yaygınlaştığı; sosyal adaletin tesis edildiği bu tip bir toplumda sosyal hareketlilik ihtiyacı da otomatikman ortadan kalkacaktır. Sosyal mesafeleri açan ekonomik eşitsizliklerdir (Sennett, 2012). Ancak bu tür bir tesis mekanizmasının işlemesi için faal bir kamu kesiminin varlığı elzemdir. Kamu kesimi insanlara bir yaşam anlatısı sağlamalıdır (Sennett, 2015).  Temel gelir güvence altına alınmalı; sosyal güvenlik, eğitim, sağlık, vb. alanlarda temel haklar kamu kesimi tarafından üst düzeyde, adil ve bedelsiz olarak -herhangi bir hak hiyerarşisi gözetilmeden- sunulmalıdır. Bu tip alanların/görevlerin sivil toplum kuruluşlarına aktarılması ya da gönüllük esasına dayandırılması piyasanın devlet aleyhine genişlemesinden çok daha vahim bir sonucu işaret eder ki bu da devletin piyasalaşmasıdır. Devletin piyasalaşması hadisesi, piyasa ekonomisinin yalnızca iktisadi örgütlenmeyi değiştirmeyi hedefleyen bir yaklaşım olmadığını gözler önüne serer; piyasalaşma ve piyasalaştırma esasen toplumsal örgütlenmeyi yeniden ıralamaya yönelik bir girişimdir.

Günümüzün başlıca problemi Karl Polanyi’nin de sıklıkla vurguladığı üzere “Piyasa Toplumudur”. Akılcılık üzerine kurgulanan neoklasik iktisat teorisi, insan doğasına varsayımsal olarak aykırı olan piyasa toplumu çerçevesinde kıymet bulur (Buğra/Savaşkan vd., 2018). Bu nedenle statükonun devamı için -kapitalizm ve piyasa kurgusu değiştikçe- neoklasik iktisat kuramının da güncellenmesi gerekir. Davranışsal iktisat yaklaşımını da bu güncellemelerden biri olarak değerlendirmek olanaklıdır. Ancak problemin ta kendisi olan piyasa toplumu ve onun belirlenimleri sabit kaldıkça bu güncellemelerin hiçbirinin ekonomik adaletsizlik sorununa çözüm getiremeyeceği açıktır. Bu nedenle eşitlik talep ediyorsak öteki olmaktan korkmamalıyız. Son tahlilde piyasa toplumuna ayrıksı kalmak başlı başına bir varoluş biçimidir.

Kaynakça

Akerlof, G. A., & Kranton, R. E. (2016). Kimlik İktisadı. Ankara: Efil Yayınevi.

Bator, F. M. (1958). The Anatomy of Market Failure. The Quarterly Journal of Economics, 72(3), 351-379.

Bourdieu, P. (1990). The Logic of Practice. Polity Press.

Deaton, A. (2018). Büyük Firar: Sağlık, Varlık ve Eşitsizliğin Kökenleri. Ayrıntı Yayınları.

Ertan, M. (2018). Eşitliği ve Farklılığı Bir Arada Düşünebilmek: Alevi Hareketinin Eşit Yurttaşlık Talebi. Türkiye’nin Büyük Dönüşümü-Ayşe Buğra’ya Armağan İçinde. Derleyenler O. Savaşkan & M. Ertan. İletişim Yayınları.

Fraser, N. (1995). From Redistribution to Recognition? Dilemmas of Justice in a ‘Post-Socialist’ Age. New Left Review, 212: 68-93.

Marcuse, H. (1990). Tek Boyutlu İnsan. İdea Yayınevi.

Savaşkan, O., Ertan, M., & Yılmaz, V. (2018). Ayşe Buğra ile Söyleşi: “İyi Toplum Eşitliğin ve Özgürlüğün Birlikte Olduğu bir Toplumdur”. Türkiye’nin Büyük Dönüşümü- Ayşe Buğra’ya Armağan İçinde. Derleyenler O. Savaşkan & M. Ertan. İletişim Yayınları.

Schmitt, C. (1996). Siyasal İlahiyat. Dost Kitabevi.

Sennett, R. (2012). Beraber. Ayrıntı Yayınları.

Sennett, R. (2015). Yeni Kapitalizmin Kültürü̈. Ayrıntı Yayınları.

Stephens-Davidowitz, S. (2018). Bana Yalan Söylediler. Koç Üniversitesi Yayınları.

Uluçakar, M. (2014). Richard Rorty Üzerine Bir Değerlendirme. H.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 32(1), 229-247.

Ünsaldı, L. (2019). Burada Neler Oluyor. Heretik Yayınları.

Wacquant, L. (2015). Kent Paryaları: İleri Marjinalliğin Karşılaştırmalı Sosyolojisi. Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi.

Yılmaz, V. (2018). Eşitliğin Farklılıklarla Bağdaşabilirliği Üzerine Bir Değerlendirme. Türkiye’nin Büyük Dönüşümü- Ayşe Buğra’ya Armağan İçinde. Derleyenler O. Savaşkan & M. Ertan. İletişim Yayınları.

 

[1] Buradaki betimleme Levent Ünsaldı’nın (2019) “Burada Neler Oluyor” adlı eserindeki “Sosyolojik Rabia” ifadesinden esin alınarak üretilmiştir.

[2] https://www.nobelprize.org/prizes/economic-sciences/2017/thaler/facts/

[3] Bu yaklaşım Jeremy Corbyn tarafından da sıklıkla dile getirilmektedir.

[4]  Bakınız https://opportunityinsights.org

Hacettepe Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü öğretim üyesi olan Erdem Seçilmiş kamu ekonomisi ve maliye politikası alanlarında lisans ve lisansüstü düzeylerde dersler vermektedir. Araştırma alanları arasında deneysel/davranışsal iktisat ve disiplinler arası yaklaşımlar yer almaktadır. Çeşitli dergilerde makaleleri yayınlanan araştırmacının Freudyen İktisat ve Postmodern Ekonomi adlı iki kitabı mevcuttur. Boğaziçi Üniversitesi İİBF İktisat Bölümü ve Çankaya Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olan Erdem Seçilmiş yüksek lisans ve doktora derecelerini Hacettepe Üniversitesi SBE Maliye Anabilim Dalı’ndan almıştır. University of California, Santa Cruz İktisat Bölümü’nde misafir araştırmacı olarak çalışmıştır.

Bir cevap yazın