CEO Devlet Başkanı
Ülkemizin Devlet Başkanı (Cumhurbaşkanı mı yoksa?) defalarca devleti şirket gibi yönetme niyetinde olduğunu söylemişti. Başkanlık rejimine geçilen 2018 yılından sonra da fiilen bu niyetini uygulamaya çalışıyor. Bakanların pek çoğunu özel şirket sahiplerinden seçti ve seçiyor. Şirket gibi yönetmekten kastının “netice odaklı ve hızlı olmak” olduğunu ifade etmişti. Netice ortada. Enflasyonda dünya liderliğine oynayan ülkede stagflasyonun eşiğindeyiz. Gerçek işsizlik oranı (zamana bağlı işsizlik) %29 civarında. Gelir ve servet eşitsizliği had safhada. Hız konusunda da jüri ortada. Örneğin dört beş sene önce konuşulan vergide enflasyon düzeltmesi meselesinin bugün dahi halledilememiş olması işlerin pek de hızlı yürümediğinin göstergesi.1 Dahası devlet işleri aceleye gelmez. S-400 ve “faiz sebep, enflasyon netice” politikaları aceleyle günü kurtarmanın uzun dönemde çok daha büyük bir bedel ödettirdiğini bize göstermiştir. Bu işe niyet edenler için durum gayet açık. Nasıl ki CEO çeşitli tazminat paketleri, bonuslar ve pay satışlarıyla servetini azami şekilde artırabiliyorsa, CEO olarak devlet başkanı da bunu yapabilir. Nitekim bu durumun canlı şahitleriyiz. Türkiye Cumhuriyeti devletinin gerçek bir kapitalist devlet olamadan şirketleşmesi bizim büyük talihsizliğimiz. Bu yazıda bu talihsizliğin nedenleri ve sonuçlarını tartışmaya çalışacağım.
Devlet
Devletin bir kurum olarak en sarih tarifi Ibn Haldun’a aittir. Kendi dışında hiçbir aktörün adaletsizlik yapmasına ve şiddet göstermesine izin vermeyen kurumdur devlet. Türkiye Cumuriyeti devletinin bu asli unsura dahi tam anlamıyla kavuşamadığı açıktır. Ülkenin bir bölgesinde hala silahlı çatışmalar olmakta, mafya ve silahlı grupların kendi adaletsizliklerini sürdürmesi olağan görünmektedir. Gerçekten de toplumsal barışın sağlanması ve mafyanın ortadan kaldırılması devlet olabilmenin gerek şartlarından biridir. Bunu başaramamış bir devletin aşağıda bahsedeceğimiz yeter şartları yerine getirebilmesi de mucizevi olurdu. Toplumsal formasyon değişip kapitalistleşince bu tarife bir kaç ana karakteristik (yeter şartlar) daha eklenmelidir. Devlet vergi toplayarak kamu mallarını/hizmetlerini sağlar. Tikel kapitalist çıkarları aşarak uzun dönemli genel kapitalist birikim rejimini inşa eder ve gerektiğinde değiştirir. Bölüşüm ilişkilerine ilişkin parametreleri belirler; faiz, asgari ücret ve enerji gibi temel fiyatları düzenler. İktisadi çevrimlerin dalga boyunu küçültmek için makro iktisadi politikalar icra eder. Devlet kapitalist toplumun yeniden üretilmesinden sorumlu kurumdur. Bunu Gramsci’nin veciz ifadesiyle zor ve ikna yollarıyla yapar. Okullar ve aileler, kültürel etkinlikler ikna için çalışırken, askeriye, emniyet ve hukuk işin zor kısmını halleder.2 Tüm bunlardan önce özel mülkiyetin tesisi ve piyasaların etkin çalışması için yasal düzenlemeleri yapar. Özel mülkiyet ülkemizde ancak 1924 Anayasası’yla genel kabul gören bir çatıya kavuşmuştur. Piyasaların düzenlenmesi -elektronik ticarette görüldüğü gibi- hâlâ yapım aşamasındadır. Devletimiz nasıl bir devlet idi ve nasıl evrildi? 18. yüzyıla kadar Asyatik ya da Feodal ama en azından kapitalist olmadığını biliyoruz devletin. Sonrasında ululararası kapitalist sistemle eklemlenirken devlet de dönüştü. 19. yüzyılda hibrit bir devlet vardı diyebiliriz. Bazı yönleriyle hâlâ eski formunu korurken bazı yönleriyle kapitalist devlete evrilmişti. Artık reayanın ayakta tutulmasındansa uluslararası ticaretin ve finansın memnun edilmesi ana hedefler haline gelmişti. 20. yüzyılda artık kapitalist devlet niteliği baskın çıkmıştı. Teoride böyleydi de pratikte işler çok karışıktı. Yüzyılın başında azınlıklar ve levantenler asli burjuvazi sınıfını oluşturuyordu. Şirket jargonuna çevirirsek, hisselerin çoğu yabancılardaydı (gayrimüslimler) ama yönetim kurulunu atayacak oy hakkını azınlık hissleleriyle müslümanlar/Türkler ellerinde tutuyordu. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda dahi kapitalist devletin asli işlevleri ve karakterleri yerinde değildi. Bir, şiddet tekeli hâlâ kurulamamıştı (hâlâ kurulmuş değil). Toplanabilen vergi yetersizdi. Kamu mal ve hizmetleri için yabancı sermayeye ihtiyaç duyuluyordu. Devlet kapitalistlerin genel çıkarını koruyacak birikim rejimini kurmaktan uzaktı.3 21. yüzyılın ilk on yılındaki duruma bakalım. Toplanabilen vergi GSYH’nin %25’i civarındadır ki OECD ortalamaları bunun neredeyse iki katıdır. Dahası, toplanan vergilerin üçte ikisi dolaylı vergilerdir (ÖTV, ithalde ve dahilde alınan KDV vb.). Doğrudan gelir ve servetten vergi alabilme meşruiyet ve kapasitesine sahip bir devlet yoktur. Dolayısıyla hâlâ Schumpeter’in kamu-devleti (fiscal state) oluşamamıştır. Toplanan vergi gelirlerinin neredeyse üçte biri kamu mal ve hizmetlerinin özel şirketlerden satın alınması için harcanmaktadır. Demiryolu altyapısı kurulamamış ve dijital altyapıda Afrika ülkeleri seviyesinde kalınmıştır (fiber internet kablo toplam uzunluğu ve 3.5 G/4.5G garabetlerinden anlayabilirsiniz). Son birikim rejimini devlet değil, 2001 sonrası IMF ve dışarıdan adeta ekonomi komiseri olarak atanan Kemal Derviş tasarlamıştır. Devletin bu meseledeki inanılmaz basiretsizliğini 2012 yılında çıkarılan yeni Ticaret Kanunu’nun nasıl kadük bırakıldığına bakarak tahmin edebilirsiniz. Analiz karşılaştırmalı olduğunda vehamet daha iyi anlaşılıyor. Örneğin aşağıdaki grafikte Güney Kore ve Türkiye’ nin “Devlet Kapasitesi” endekslerinin tarihsel gelişimi yer alıyor. 1964 yılında endeksler aynıyken Güney Kore devlet kapasitesini 2015 yılında Türkiye’nin 2 katı seviyesine çıkarmıştır. Son 9 yılda farkın çok daha fazla açıldığına emin olabilirsiniz.

Şirket
Gelelim şirketin nasıl bir varlık olduğuna. Şirket, kapitalizmin üç temel kurumundan biridir. Diğer ikisi piyasalar ve özel mülkiyettir. Basitçe şirket, özel mülkiyete tabii makine-ekipman ve bina gibi sermaye mallarını kullanıp ücretli işçi çalıştıran ve ürettiği mal ve hizmeti piyasada kâr amacı güderek satan bir kurumdur. Şirketin hukuki formu (anonim, limited ya da aile şirketi) olması bu temel niteliklerini değiştirmez. Bu tanımdan da görüleceği gibi şirket, kapitalist kurumların zaten çalıştığını (emek, sermaye ve gayrimenkul piyasalarının varlığını ve etkin çalıştığını, hukukun özel mülkiyeti koruduğunu ve toplumsal çatışmaların iktisadi işleyişi engellemeyecek düzeyde hafif seyrettiğini) verili kabul eder. Örneğin, işçi çıkarması gerektiğinde bunun toplumsal sonuçlarıyla ilgilenmez. Piyasada sattığı mal ve hizmetin fiyatını kârı azamileştirecek düzeyde tutar. Sattıkları mal ve hizmetlerin kimi toplum kesimlerinin ulaşamayacağı fiyatlarda olması sorun değildir. Girdileri en ucuz nereden alabiliyorsa oradan alır, yerli ya da ithal farketmez. Hukuki bir zorunluğu yoksa çevre maliyetlerine katlanmaz, doğanın göz yaşına bakmaz. Türkiye Cumhuriyet şirket olunca ne oldu? Kamu mal ve hizmetlerin sağlanması da şirketlere kaldı. Otoyol, köprü, sağlık, eğitim ve telekomünikasyon büyük ölçüde şirketlerden satın alınmaktadır. Şirketleşince kâr maksimizasyonu için en büyük maliyet kalemlerinden biri olan personel maliyetleri düşürüldü. Ortalama memur maaş asgari ücrete yakınsarken, emekli memur maaşları asgari ücret düzeyine indi. Şirketler yapısı gereği otoriterdir. Nobel ödüllü R. Coase’un dediği gibi şirket içinde çalışanlara bir işlemi yapmaları için ödeme yapılmaz, direktif verilir. Toplumda sesini çıkaranlar da şirketleşen devletin gazabına uğradılar, uğruyorlar. Şirketleşen devletin vergi toplama için elzem olan meşruiyeti de zayıfladı. Kamu hizmetleri satın alınan bir metaya döndükçe vergide tahsilat tahakkuk oranları düştü. Son rakamlara göre 1,1 trilyon TL’yi aşan toplanamamış vergi ve 800 milyar TL civarı toplanamamış sosyal sigorta primi vardır. Varlık fonu diye bir garabet icat edildi. Kamu varlıklarını teminat gösterip borçlanan ama gelirleri harcamalarından az olan bu şirket tek bir kişinin kontrolünde ve sorumluluğu ya da denetimi olmayan bir yapı. Devlet şirket olunca Sayıştay gibi eskiden anlamlı olan denetim kurumlarının da bir işlevi kalmadı. Raporlar gecikmeli, sansürlü ve kısa halleriyle bile onlarca yanlışa/yolsuzluğa dikkart çekse de hiçbir yaptırımı yok. Şirketleşen devletin çevre meselesi de olmaz. ÇED raporları dandik olur. Bazı illerin yüzölçümlerinin yarısı madenciliğe açılır. Tarım arazileri inşaatla büyük rantlar getirecekse imar planları değiştirilir.
Vatandaşa Cart Curt
Magna Carta sözleşmesi devletin siyasi niteliğinin başlangıcı olarak alınabilir. Daha öncesinde devlet askeri bir temele dayanıyordu. Magna Carta bunu dönüştürdü. Askeri harcamalar için vergi almanın yolunun siyasi temsilden geçtiğini ortaya koydu. Siyasi temsil yoksa vergi de yok (No taxation without political representation). Bu ilke kısmen de olsa ancak 20. yüzyılın başında ülkemize ve devletimize sirayet edebildi. Norm haline gelmedi ne yazık ki. Devlet, şirket haline geldiğinde bu ilkeyi ters yüz yaptı ve yapıyor. Siyasette temsil edilen ve güçlü olanlar (mesela beşli çete ve kamu ihalelerine abone olan yandaş şirketler) vergi vermiyorlar. Verginin çoğunu veren çalışanlarsa siyaseten temsil edilmiyorlar (Ayaklar baş mı olsun?). Bunun en bariz göstergesi açlık sınırının epey altında kalan asgari ücret düzeyidir. Basit bir referandum yapılıp halka asgari ücretin ortalama kişi başı aylık GSYH (12 bin dolarmış yıllık, aylık da 1000 dolar yani 34 bin TL eder) düzeyine çıkarılmasına onay verip vermedikleri sorulsa durum aşikar olur. Kamu personeli eskiden görece daha ehil kişilerden seçilirdi. Şirketleşince devletin hisse sahipliği koalisyonundaki parti ve cemaatlerin referansları temel belirleyici oldu. Üniversite öğrencileri bunun farkında ve iyi bir eğitim alsalar da doğru şebekede (network) değillerse ağızlarıyla kuş tutsalar dahi kamuda iyi bir pozisyon alamayacaklarını biliyorlar. Hukuk, Proudhon’un veciz ifadesiyle, iktidarın (gücün ve paranın) fahişesi olmuş durumda. Şirket olarak devletin umurunda değil. İcra dosyalarının sayısı 24 milyonmuş, ev sahipleri ve kiracılar yıllarca süren tahliye davalarıyla cebelleşiyormuş, aile içi şiddet, hayvanların toplu katliamı ve sokak röportajlarıyla tutuklanma aleni olmuş şirket-devlet için maddi bir zararı olmadığı sürece önemsizdir. Devlet siyasi çözüm üretme kabiliyetini kaybettikçe ne yazık ki vaziyet daha da kötüleşecektir. Müşteri değil, vatandaş olduğumuzu iktidara hatırlatmanın zamanı geldi de geçiyor.
Son Notlar
- Sonuçta 1,5 milyon işletme enflasyon muhasebesi kapsamından çıkarıldı. Bkz. https://www. ekonomim.com/ekonomi/ bakan-simsek-duyurdu-enflasyon-duzeltmesi-karari-15-milyon-mukellef-kapsamdan-cikiyor-haberi-763594
- Devlet okuması için bkz. Adam Przeworksi (2003), States and Markets: A Primer in Political Economy, Cambridge University Press ve Bob Jessop (2015), The State: Past, Present and Future, Polity Press.
- Türkiye’deki durumun genel bir betimlemesi için bkz. Alper Duman (2023), “Sermaye İçi Çatışma ve Sermaye Birikimi”, Ömer Faruk Çolak (hazırlayan), Yüzyılın Ekonomisi, Cilt 3, Efil Yayınevi




Bir cevap yazın