“Sizi budala zaptiyeler! Yarından tezi yok, kıyamet günü kopmuşçasına, tüm tantanasıyla, en ummadığımız yer ve anda devrim karşınıza yeniden çıkacak ve haykıracaktır: Vardım, varım, var olacağım!”
1988 yılında Margarethe von Trotta’ın yönettiği, 1986 yılı Batı Almanya yapımı Rosa Luxemburg filmini seyrettiğimde; filme, filmin baş aktristi Barbara Sukowa’ya (bu filmle, Cannes Film Festivali’nin En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü ve En İyi Kadın Oyuncu dalında Alman Film Ödülü’nü kazandı) ve de en önemlisi Rosa Luxemburg’a hayran kalmıştım. Ertesi gün sinemaya tekrar gidip filmin afişini istemiştim, sağ olsunlar vermişlerdi. Yıllarca sakladım, sonra taşınmalar arasında yitirdim.
Filmi izlemeden önce Rosa Luxemburg adını elbette biliyordum. Rosa Luxemburg, benim için Marksist iktisada emek vermiş, emperyalizme karşı farklı bakış açısı olan bir iktisatçıydı. Filmden sonra hayatına ilişkin kitaplar okudum. Onun mücadelelerle geçen yaşamına rağmen, romantizmi de hiç elden bırakmadığını görünce şaşırmıştım. Sevgiliye Mektuplar başlığı altında toplanan kitapta okuduğum bir mektupta sevgilisi için “senin koca burnunu ısırıyorum” diyecek kadar ateşli bir sevdalı kimliği taşıyordu. Luxemburg’un kendi sözleriyle, hayatı ‘yaşamaya değer’ bulması kaderini de belirlemişti. Birbirinden ayrılmayan aşk ve çalışma, dolu dolu yaşanacak bir hayatı mümkün kılıyordu. Kırk yedi yaşındayken, hastalık ve cezaevi yaşamının yıprattığı bir sırada bir dostuna şöyle yazmıştı: “Bence de aşk her zaman onu uyandıran nesneden daha önemliydi (yoksa hala mı öyle? ) … Çünkü aşk çevremizdeki dünyayı büyüleyici bir peri masalına dönüştürerek, içimizdeki en soylu ve en güzel şeyleri açığa çıkarır. En sıradan ve değersiz olan şeyi mücevherlerle süsler, yüceltir; insanı coşturur, kendinden geçirir” (Ettinger, 2008: 11).
AÇIK ERİŞİM İÇİN TIKLAYINIZ.
Sayı: İktisat ve Toplum Dergisi 131Sayfa Aralığı: 73-79
Bu makalenin tamamını okumak için satın almalısınız.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.