21. yüzyılın geride bıraktığımız diliminde uluslararası siyasetin seyrini şekillendiren üç kritik olay yaşandı. 2001 yılında, ABD’nin kendi topraklarında karşılaştığı en büyük terör eylemi olan 9/11 saldırıları uluslararası güvenliğin yeniden şekillenmesini beraberinde getirdi. 2008-9 küresel ekonomik krizi, hâkim neoliberal küreselleşme politikalarının sınırlarını gözler önüne serdi. 2016 yılında ise, ilk önce Birleşik Krallık’ta “Brexit” referandumuyla AB’den ayrılma kararının alınması, ardından Donald Trump’ın 45. Amerikan başkanı olarak seçilmesi popülizmin ana-akım hale gelişine işaret ediyordu. Son yirmi yılda güvenlik, ekonomi ve siyaset ekseninde yaşanan ardışık şoklar, uluslararası siyaset ve ekonominin bugün içinde bulunduğu türbülansın da habercisiydi.
Soğuk Savaş sonrası dönemde alternatif devlet-piyasa modellerinin ortadan kalkmasıyla rakipsiz hale gelen demokratik kapitalizm –serbest piyasa ekonomisi ve liberal demokrasi– bir yanda ABD hegemonyası eliyle, diğer yanda AB genişleme ve derinleşmesi neticesinde hızlı bir şekilde genişledi. Başta eski Sovyet Bloku ülkeleri olmak üzere, pek çok ülke serbest piyasa ekonomisini benimseyerek demokratik dönüşüm sürecine girdi. Örneğin, Freedom House verilerine göre, 1986’da ülkelerin yüzde 34’ü demokrasi ile yönetilirken, bu oran 1996’da yüzde 41’e, 2008 Küresel Ekonomik Krizi’nden hemen önce yüzde 47’ye yükseldi.[i] Ancak küresel kriz sonrasında, söz konusu trendin tersine dönmesiyle birlikte illiberal hareketler ivme kazandı. 2016 sonrasında ise özellikle sağ popülizm küresel bir fenomene dönüştü. Bu yazı, söz konusu büyük dönüşümü, popülizmin yükselişini ve paradokslarını tartışmayı amaçlıyor.
Popülizmin nedenleri: ekonomi ve kimliğin rolü
Popülizm, her popüler siyasi kavram gibi, değişik şekillerde tanımlansa da üç temel özelliğinden bahsedilebilir.[ii] İlk olarak popülizm toplumu “elitler” ve “sıradan halk” olmak üzere dikotomik bir şekilde okuma eğilimindedir. Elitleri yozlaşmış, kendi imtiyazlarını korumayı önceleyen ve halkın çıkarlarını önemsemeyen “patolojik” gruplar olarak kodlarken; “sıradan halkı” gerçek, saf ve duru olarak konumlandırır. İkincisi, popülizm çoğunluğu oluşturan halkın egemenliğine yaptığı aşırı vurgu nedeniyle, en iyi ihtimalle, çoğunlukçu demokrasi anlayışını benimsediğinden azınlıklar, göçmenler ve her türlü toplumsal muhalefeti “öteki” olarak konumlamaya eğilimlidir. Son olarak, popülizm keskin bir ideolojiye dayanmadığı için daha çok farklı ideolojilerle iç içe geçebiliyor. Bu nedenle milliyetçi, muhafazakâr ve sol hareketlerle birlikte ortaya çıktığı pek çok örnek mevcut.
Popülizmin sebepleri literatürde önemli bir tartışma konusu oluşturuyor. Halkların niçin popülist hareketlere yöneldiğini açıklamaya çalışan araştırmacılar temelde ekonomik faktörler ve kimlik-temelli kültürel açıklamalara dayanıyor.
Popülizmin ekonomi-politik açıdan öne çıkan en başat vasfı “eşitsizlik” kavramı ile olan ilişkisi. Artan gelir ve servet eşitsizliği, son döneminde öne çıkan küresel eğilimler içerisinde belki de en çarpıcı olanı. Son kırk yılda neoliberal küreselleşme süreci toplumların refahını artırmada olumlu bir rol oynadı. Mutlak anlamda, genel olarak, hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde ortalama gelir seviyeleri artış gösterdi. Örneğin, en çarpıcı vaka olan Çin’de, ülkenin küresel ekonomiye entegre olma sürecinin başlangıcı sayılan 1978’de nüfusun yüzde 90’ı günlük 2 doların altında gelir elde edebiliyordu. 2018’de ise Çin nüfusunun sadece yüzde 1’i günlük 2 doların altında gelire sahip.[iii] Ancak küreselleşme sürecinin dünyanın birçok yerinde mutlak anlamda refahı arttırmış olması tek başına fazla bir anlam ifade etmiyor. Zira bu süreçte gelir ve servet eşitsizliği açısından büyük bir dönüşüm yaşandı. Branko Milanović’e göre yükselen güçlerin uluslararası ekonomiye daha fazla dahil olması ile birlikte ülkeler arasındaki gelir eşitsizliği azalırken, ülkelerin kendi içindeki gelir adaletsizliğinde büyük bir artış gerçekleşti.[iv] 1980 sonrası dönemde, Şekil 1’den görüldüğü üzere, hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerin önemli bir kısmında ekonomik gücü elinde bulunduran yüzde 1’lik kesim daha da güçlenirken büyük toplumsal kesimler yaratılan refahtan gereken payı alamadı.
Şekil 1. Yüzde 1’lik kesimin ulusal gelirden aldığı pay (toplam gelirin yüzdesi (1980-2015)
Kaynak: World Inequality Database, vergi öncesi gelir (pre-tax income)
Artan gelir adaletsizliği, liberal uluslararası düzenin temelini oluşturan serbest piyasa ekonomisi ile çoğulcu demokrasi arasında olduğu varsayılan pozitif ilişkiye dair ana-akım varsayımları da sarstı. Çünkü seçmenler, örneğin ABD gibi gelişmiş kapitalist ülkelerde, artan gelir adaletsizliğiyle birlikte demokratik haklarını daha az kullanabilir oldular. Anayasal düzlemde fırsat eşitliği korunsa dahi pratikte eğitime erişimde artan eşitsizlikler, yoğun ve düşük ücretli çalışmanın geniş kitleler için norma dönüşmesi, sosyal devlet anlayışının zayıflaması, siyasetin finansmanında nüfuz gruplarının siyasi elitlerle girdikleri şeffaflıktan uzaklaşan ilişkiler, artan finansallaşma, ekonomik güvencesizlik ve gelecek kaygılarının yarattığı tedirginlik gibi faktörler, liberal demokrasilerde ana-akım partilerin seçmenlerinden uzaklaşmasını da beraberinde getirdi. Bu durum, popülist partilerin ve liderlerin zemin kazanmasına imkân tanıdı. Zira popülist liderler, “imtiyazlı” elitlere karşı “sıradan” halkın yanında oldukları ve onların çıkarlarına hizmet ettiklerini siyasi iletişim stratejilerinin merkezine koydular. Önerdikleri siyasi-ekonomik reçeteler her ne kadar 21. yüzyılın karmaşık sorunlarına çözüm üretebilecek kapasitede olmasa da mevcut sistemden hoşnutsuzluk, özellikle sağ popülizmin yelkenlerini doldurmaya yetti. Brexit yanlısı kampın önde gelen isimlerinden Michael Gove’un halkın uzmanlardan “bıktığı” iddiası,[v] aşırı sağcı Brexit yanlısı siyasetçi Nigel Farage’ın referandum sonucunu “gerçek, sıradan ve düzgün insanların” zaferi ilan etmesi, Trump’un ana akım medyayı kendisine değil, “Amerikan halkına düşman” ilan etmesi popülist repertuarın çarpıcı örnekleri olarak ortaya çıktı.[vi]
Ekonomik eşitsizlikler ve küreselleşmenin önemli oranda toplum kesimini “geride bırakmış olduğu” gerçeği popülizmin tek sebebi değil. Kimi araştırmacılara göre popülizm, aslında bir sosyal entegrasyon probleminin sonucu ve kültürel bir boyuta sahip.[vii] Bu perspektife göre, modernizm, küreselleşme süreçlerinin öne çıkardığı çok-kültürlülük, açık sınırlar ve kozmopolitanizm geleneksel değerlerin aşınmasına sebep oldu. Özellikle, daha ileri yaşlardaki vatandaşlar için söz konusu dönüşümün hızı çok fazla idi; farklı kimliklerin toplumlarda görünür hale gelmesi bu kesimlerde değerlerinin aşındığı ve kültürlerinin ortadan kalkıyor olduğu algısı yarattı. Yeni “cesur” dünyanın getirdiği mobilite ve değişim bir kısım seçmende güvensizlik ve ilave kaygıları tetikledi. Bu ortamda kendilerine kulak verdiğini iddia eden popülist liderler, daha sıkı korunan sınırlar, kültürel özcü toplumsal politikalar ve göçmenlerin ötekileştirildiği yükselen duvarlar vaat ederek söz konusu seçmen kitlesini etkilemeyi başardı.
Sağ popülizm sol popülizmden daha mı dirençli?
Ekonomik ve kimlik temelli açıklamaların birbirini tamamen dışladığını iddia etmek mümkün değil. Hatta aşağıda belirteceğimiz üzere popülizmin siyasi repertuarında her ikisi çoğu kez tamamlayıcı bir rol oynuyor. Bununla birlikte popülizmin ilk bakışta dikkat çeken açık çelişkileri bulunuyor. Küresel bir fenomen olarak sağ popülizm, her ne kadar artan eşitsizlikler üzerine yükselmiş olsa da, iktidardaki sağ popülist liderlerin piyasanın yarattığı aksaklıklar ile mücadelede başarılı olduğuna dair güçlü bir veri bulunmuyor. Tam tersine, popülist hareketlerin, mevcut sistemin problemlerini hasıraltı etmede pratik bir fonksiyon üstlendiği dahi öne sürülebilir. Bu noktada şu paradoks öne çıkıyor: Nasıl oluyor da sağ popülist hareketler çelişkilerine rağmen iktidarda kalma konusunda daha başarılı iken, sol popülist hareketler –gelir eşitsizliği karşıtı daha net tutum almalarına rağmen– iktidarı kontrol etme konusunda daha başarısız bir performans sergiliyor?
Sağ popülist liderler, her ne kadar elit karşıtı siyasi söylem üzerinden seçmenlerini mobilize etse de aslında ekonomik elitlerle yakın bir iş birliğine istekli hareket ediyorlar. Yani, sağ popülist liderlerin ekonomi politik açıdan naif olduğunu söylemek mümkün değil. Tam tersine, sermaye örgütleriyle ittifaklar kurmak, siyaseten kendilerine yakın gördükleri iş insanlarına ekonomik imtiyazlar sağlamak en sık rastlanan uygulamalar. Örneğin, Brezilya’da iktidara gelen sağ popülist lider Jair Bolsonaro sermaye yanlısı tutumuyla, önceki devlet başkanları ve sol popülist hareketin önemli liderleri Lula da Silva ve Dilma Rousseff’ten radikal bir biçimde ayrılıyor. Diğer taraftan sermaye çevrelerinin de sağ popülist liderlerle çalışma konusunda genelde ciddi sorunlar yaşamadığını söylemek mümkün. Yine Bolsonaro’nun 2019 Davos Zirvesi’nde misafir konuşmacı olarak itibarla ağırlanması[viii] burjuvazinin her zaman demokratikleşmenin taşıyıcısı olacağı varsayımının gerçeklikle örtüşmediğini gösteriyor. Tam tersine sermayeyi elinde bulunduran kesimler, güçlü liderlik, düzen ve stabilite vurgusuyla, insan hakları ve kişisel özgürlüklerin arka planda kalmasına ve popülistlerin iktidarına katkı sağlayabiliyor.
İç politika ile dış politika arasında muğlaklaşan sınırlar
Sermaye yanlısı tutum sağ popülizmin ayakta kalmasının ekonomi-politik temelini oluşturuyor. Ancak, bunun ötesinde sağ popülist liderler kimlik ve dış politika kartını da bariz çelişkileri yönetmek için politika setinin bir parçası haline getirebiliyorlar. Ekonomi temelli kaygılar sağ popülist hareketlere zemin kazandırırken, kimlik ve dış politikanın, bu hareketlerin açık çelişkilerini –aslında kalıcı çözümler üretemedikleri sorunları– halkın dikkatinden kaçırmak için araçsallaştırıldığını önermek mümkün. Bu nedenle popülist yönetimlerde iç politika ile dış politika arasındaki sınırların gittikçe muğlaklaştığını ve dış politikanın artan oranda iç siyasi kaygıların bir türevine dönüştüğünü gözlemliyoruz.
Sağ popülist liderler, güçlü ve halkın çıkarını korudukları imajını canlı tutabilmek için genelde dış politikada agresif bir retorik belirleme eğiliminde olabiliyor. Yüksek profilli agresif dış politika eğilimi sadece iç sorunların gündemden düşürülmesine yaramıyor, aynı zamanda içeride üretilen –popülizmin tanımlayıcı unsuru olan– “biz” ve “onlar” ayrımı ulusal düzlemde safları sıklaştıran stratejik bir tercih oluşturuyor. Popülist diskurda çoğu kez “dış düşmanlar” içerideki “iş birlikçileri” ile ulusal egemenliği aşındırmak, ulusal kültürü zayıflatmak ve devletin güvenliğini tehdit etmekle itham ediliyor. Söz konusu kuvvetli retorik, uzun vadede ülkeleri kapasitesinin üzerinde tek-taraflı dış politika patikasına sürüklüyor. Zira dış politika davranışını belirleyen temelde uluslararası sistemde ekonomik-siyasi gücün nasıl dağıldığı iken popülist dış politika ülkelerin zamanla ittifaklarını zayıflatmasını ve yalnızlaşmasını beraberinde getiriyor.
Bu durum, yani uzun vadeli kayıplar, yine de popülist liderlerin kısa vadede konumlarını kuvvetlendirdiği gerçeğini değiştirmiyor. Örneğin, Hindistan’da sağ popülist bir lider olarak son dönemde dünya gündemini meşgul eden Narendra Modi, dış politikada agresif bir yönelimle iç siyasetteki kazanımlarını artırmaya çalışıyor. Bu kapsamda Pakistan ile Keşmir sorunu üzerinden Hindistan’ın son dönemde tansiyonu yükselttiği, iç siyasette de bu gerilimi Hindu milliyetçiliğini körükleyerek, yabancı ve göçmen karşıtı bir dalgaya dönüştürmeye çalıştığı görülüyor. Bu stratejinin kısa vadede işe yaradığı da söylenebilir. PEW araştırmasına göre, Hint kamuoyunun yüzde 63’ü hükümetin askeri güç kullanmasını isterken, yüzde 64’ü ise Pakistan’a karşı “oldukça olumsuz” perspektife sahip.[ix] Her ne kadar bu durum sadece popülist liderlere has bir taktik olmasa da benzer bir eğilimi diğer popülist vakalarda sıklıkla gözlemek mümkün.
Bununla birlikte sağ popülist liderlerin küreselleşme süreçlerine karşı, tamamen içe kapanmacı politikalar takip ettiğini söylemek de hatalı olacaktır. Aslında sağ popülist liderler, seçici küreselciler olarak değerlendirilebilir. Bu liderler bir taraftan neoliberal küreselleşmenin belli unsurlarını eleştirirken diğer taraftan alternatif bir küreselleşme tasavvuruyla hareket ediyorlar.[x] Örneğin Trump, mevcut haliyle liberal uluslararası sistemin Amerikan vatandaşlarının lehine çalışmadığına vurgu yapıyor. Bu eksende “ticaret savaşları” ve Çin’e karşı korumacı tedbirler almaktan geri durmuyor. Ancak diğer taraftan kendisi gibi düşünen diğer sağ popülist liderler ile yeni iş birlikleri kurarak alternatif bir illiberal uluslararasıcılık inşa etmeye çalışıyor. Aslında sağ popülist liderler, daha zayıf uluslararası kurumlar, güçlü liderliğe dayalı bir iş birliği sistemi ve belli alanlarda korumacılığa imkân tanıyan esnek bir uluslararası ekonomi-politik rejim tercih ediyor. O nedenle, günümüzün tartışması, basit anlamda bir “küreselcilere karşı ulusalcılar” tartışmasının çok daha ötesinde ve nüanslı bir çerçevede işliyor. Hatta sağ-popülist hareketlerin pragmatik doğasıyla birleştiğinde kimi zaman politika tutarlılığından uzak, çelişkili yönelimlerinin bu hareketlerin önümüzdeki dönemde sürdürülebilirliği açısından belirleyici olacağını söylemek mümkün.
Popülist dalga tersine döndürülebilir mi?
Neoliberal küreselleşme döneminde temel bir ekonomi-politik paradoks ortaya çıktı. Bir yandan ulaşım, altyapı ve iletişim sektörleri başta olmak üzere bir dizi teknolojik gelişme neticesinde toplumlar arası karşılıklı bağımlılık tarihin önceki dönemlerine kıyasla oldukça arttı; malların, sermayenin ve hizmetlerin liberalleşmesi ile adeta ‘tek bir küresel piyasa’ inşa edildi. Ancak, ekonomik açıdan ortaya çıkan ‘hiper bağımlılık’ dünyasında benzer bir bütünleşme siyasal yönetişim alanında gerçekleştirilemedi. Ulusal egemenlik kavramının önemini koruması ve ulus-devletlerin temel yasa koyucu ve düzenleyici aktörler olmaya devam etmesi, küresel ekonominin siyasi yönetişiminde parçalı bir yapının oluşmasını beraberinde getirdi. Bu nedenle ortaya çıkan krizler ve artan ekonomik eşitsizlikler kapsamlı siyasi reformlar yoluyla etkin bir şekilde yönetilemedi. Küresel sistemde yaşanan ekonomik-siyasi güç kaymaları neticesinde daha fazla aktörün – başta BRICS ülkeleri olmak üzere – küresel siyasal yönetişimin parçası olması bir yandan küreselleşmenin daha çoğulcu bir yapıya kavuşmasını beraberinde getirirken diğer yandan siyasi iş birliği açısından ortak eylem problemlerini artırdı. Yani, homojen normlara ve neoliberal kalkınma modeline dayanan uluslararası ekonomik rejim, giderek farklı normların aynı anda varlık gösterdiği hibrid bir alana dönüştü.
2008 Küresel Ekonomik Krizi sonrası daha da belirginleşen bu eğilim ile birlikte bu döneme kadar hâkim paradigma olan neoliberal küreselleşmenin yarattığı eşitsizlikler ve kimliğe ilişkin kaygılar, sağ-popülizmin yükselişini beraberinde getirdi. Kimlik temelli kutuplaştırıcı politikalarla korku siyaseti üzerinden kitleleri mobilize eden popülist liderler, aynı zamanda uluslararası sistemde meydana gelen güç kaymalarını yeni ittifaklar kurabilmek ve iktidarlarını sürdürecek maddi kaynaklara ulaşabilmek için bir fırsat olarak değerlendirdiler. Bu nedenle, Rusya ve Çin gibi aktörlerin Avrupa’nın periferisinde yer alan Macaristan, Sırbistan, Çek Cumhuriyeti gibi ülkelere daha fazla nüfuz edebildiği bir illiberal blok inşa süreci ortaya çıktı. Bu durum, sağ popülist liderler için “liberal demokrasiden çıkış” imkânı sunarken, Avrupa Birliği özelinde, bütünleşme tarihinde ilk defa liberal merkezin, otoriter popülizm tarafından etkilenmesi ihtimalini doğurdu. ABD’nin Trump sonrası dönemde giderek illiberal bloğa kayması da popülist hareketler için küresel eksende bir motivasyon yarattı.[xi]
Tüm bu unsurlar bir arada düşünüldüğünde, sağ popülizmin küresel bir fenomen olarak bir süre daha siyaset sahnesini domine edeceğini öngörmek mümkün. Yine de iyimser olmak için iki temel unsur öne çıkıyor. Birincisi, büyük krizlerin ve politika başarısızlıklarının farklı ulusal bağlamlarda popülist iktidarların çöküşünü hızlandırması söz konusu olabilir. Popülist hareketler merkez siyasetin halktan koptuğu ve “müesses nizamın seçkinlerini” öncelediği argümanı üzerinden yükselişe geçmeyi başardı. Ancak 21. yüzyılın karmaşık dünyasına ve bu dünyanın sorunlarına çözüm üretememeleri, halkların popülizmin de bir çözüm olmadığı kanaatine varmasına yol açabilir. Özellikle, COVİD-19’un küresel ekonomik-siyasi sarsıntıya yol açması ve farklı hükümetlerin bu krizi yönetmedeki başarısı/başarısızlığı bu açıdan yakından takip edilmesi gereken bir dönüm noktası oluşturmuş durumda.
İkincisi, popülist liderlerin pek çok ülkede hükümette geçirdikleri süre içerisinde başarılı olduğuna dair pek az kanıt bulunuyor. Önceki dönemin yolsuzluklarını ve ülkedeki eşitsizliği ortadan kaldıracağını vurgulayan bir söylemle Brezilya’da devlet başkanı seçilen Bolsonaro, her iki konuda da kayda değer bir başarı gösterebilmiş değil. Benzer şekilde, ABD Başkanı Trump yönetimi vaatlerinin pek azını yerine getirebildi. Ya da yerel seçimlerin ardından Macaristan’da Orban hükümetinin eskisi kadar güçlü bir konumda olmadığı söylenebilir. Fakat bu noktada da temkinli olmak gerekir. Çünkü yukarıda belirttiğimiz üzere, sağ popülist liderlerin “dış düşmanlar ve yerli destekçileri” söylemiyle hedef saptırabildiklerini ve küresel kaygı/belirsizlik çağında kategorik, kutuplaştırıcı kimlik-siyasetine toplumları hapsedebildiklerini unutmamak gerekiyor. Orban’ın, Covid-19 krizi çerçevesinde, en azından kısa vadede, merkezi hükümetin yetki alanını daha da arttırmayı başarabilmesi, popülistlerin krizlerden faydalanarak güçlerini arttırabilme olasılığının güncel bir örneğini oluşturuyor. Bu nedenle, yeterince derin olmayan krizler, popülist liderlerin karizmalarına, kontrol ettikleri ekonomik güce, arkalarındaki medya desteğine ve muhalif hareketlerin siyasal kapasitelerine bağlı olarak sağ popülist hareketlerin ömrünü uzatabilir.
Son notlar
[i] John Mearsheimer, “Bound to Fail: The Rise and Fall of the Liberal International Order,” International Security, Vol. 43, No. 4 (Spring 2019), p. 27.
[ii] Cas Mudde and Cristóbal Rovira Kaltwasser, Populism: A Very Short Introduction (New York: Oxford University Press, 2017).
[iii] Graham T. Allison, “Is War between US and China Inevitable?” TED Talk, September 2018.
[iv] Branko Milanović, Global Inequality: A New Approach for the Age of Globalization (Cambridge, Massachusetts: Harvard Unıversity Press, 2016).
[v] Henry Mance, “Britain has had enough of experts, says Gove,” Financial Times, 3 June 2016.
[vi] William P. Davis, “‘Enemy of the People’: Trump Breaks Out This Phrase During Moments of Peak Criticism,” The New York Times, 17 February 2017.
[vii] Pippa Norris and Ronald Inglehart, Cultural Backlash: Trump, Brexit, and Authoritarian Populism (Cambridge: Cambridge University Press, 2019).
[viii] Cas Mudde, “The Davos Set are Cosying up to the Far Right – and Scared of the Left,” The Guardian, 5 February 2019.
[ix] Pew Research Center, Three Years In, Modi Remains Very Popular, 15 November 2017, https://www.pewresearch.org/global/2017/11/15/india-modi-remains-very-popular-three-years-in/
[x] Bu noktanın detayları için birinci dipnottaki kaynak, sayfa 10-12’ye bakınız.
[xi] Avrupa’da ‘liberal merkez’ karşısında ortaya çıkmakta olan ‘illiberal blok’ tartışmasının detaylı analizi için bakınız: Ziya Öniş ve Mustafa Kutlay, “Reverse Transformation: Global shifts, the core-periphery divide and the future of the EU,” Journal of Contemporary European Studies, 2019, https://doi.org/10.1080/14782804.2019.1708280
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.