Tüketimin Ayak İzleri: Dünyaya Bakış – Ayça Tekin Koru (İTD 24)


Öncelikle İktisat ve Toplum dergisine şu elinizdeki yazıyı yazarken kendi arka bahçesinden uzak, pusulası merak, buldukları henüz yarım yamalak bu uluslararası iktisatçıya düşüncelerini siz okuyucuyla paylaşma vasıtası olduğu için teşekkür ediyorum.

Burada, iktisadi bir bakış açısıyla değerlendirmek istediğim ayak izleri, silinmeleri denizin insafına kalmış, sahilde bıraktığımız cinsten olanlar değil. Niyetim, sizinle silinmesi hayli zor ekolojik ayak izlerimizle ilgili yapmış olduğum, beni şaşırtan bir iki alıştırmayı paylaşmak.

Bundan iki yıl kadar önce, bir zamandır uluslararası ticaret yazınını kasıp kavuran heterojen firma modellerinin temel taşı niteliğindeki verimlilik değişkeninin doğru hesaplanıp hesaplanmadığı sorusunu cevaplamak üzere bilmediğim sularda seyretmeye başladım. Bunda, o zamanlar aynı bölüm koridorunu paylaştığım, verimlilik yazınının iki duayeninin, Shawna Grosskopf ve Rolf Färe’in, verdiği cesaretin de büyük payı oldu. Uluslararası ticaret yazınında da verimliliğin sadece iyi çıktıyı değil, üretilen atık gibi, sebep olunan hava kirliliği gibi kötü çıktıları da göz önüne alması gerektiği düşüncesiyle uzun soluklu, mikro veriye dayanan bir araştırmaya başladım ve halen de devam etmekteyim.

Fakat mikro veriyle çalışmak zahmetlidir, emek yoğundur, yorucudur. İnsanda makro çalışma arzusu uyandırır. İşte öyle zamanların birinde kötü çıktının en kompozit ölçütünü aramaya koyuldum. Ekolojik ayak izi kulağıma çalınmıştı bir yerlerden. Bir Google taraması yaptığımda çıkan 3 milyonun üzerinde sonuç konuya olan ilgiyi belgelemek adına yüreklendirici fakat konuya dair bilgisizliğimi gün ışığına çıkarmak adına içler acısıydı. Neler yapılmamıştı ki? Kimler kullanmamıştı ki bu ölçütü? Avrupa Birliği’nden, çevreci yapılanmalara, haber kanallarından, ortaokul çocuklarına kadar karma bir kitle tarafından kullanılmış ve hatta internette kişisel ayak izi hesap makineleri dahi oluşturulmuştu.

Peki, neydi bu ekolojik ayak izi? Bir doğal kaynak muhasebe aracı olduğunu anlamıştım anlamasına da… Nereden çıkmıştı? Neden ihtiyaç duyulmuştu? Nerelerde kullanılıyordu? Politika hedefi olarak kullanılıyor muydu? Acaba doğru bir ölçüt müydü? Dünyada bıraktığımız izi sahiden ölçebiliyor muydu? Analitik iktisatçı, zihninde çarkları döndürmeye başlamıştı bile.

Ekolojik ayak izi, 1990’lı yılların başında Mathis Wackernagel ve William Rees tarafından geliştirilmiş bir ekolojik muhasebe ölçütü. Bu ölçüt, mevcut teknoloji ve kaynak yönetimiyle, tüketilen kaynakların üretimi ve bu sırada yaratılan atığın bertarafı için gereken biyolojik olarak verimli toprak ve su alanını “küresel hektar” (kha) cinsinden ifade ediyor. Ekolojik ayak izi, altyapı ve atık karbondioksitin emilimini sağlayacak bitki örtüsü için gerekli alanları da içeriyor. Dünyanın yenilenebilir doğal kaynakları üretme kapasitesinin göstergesi olan biyolojik kapasite ve ekolojik ayak izi değerlerinin karşılaştırılması sonucu bir minimum sürdürülebilirlik ölçütü ortaya çıkıyor.

Araştırmalarım sırasında okuduğum neredeyse tüm yazılarda geçen anahtar sözcük, “sürdürülebilirlik”. Genel olarak bir yaşam biçiminin kesintisiz biçimde devam ettirilmesi olarak tanımlanıyor.  Dolayısıyla, bu tanıma göre toplam ekolojik ayak izi, toplam biyolojik kapasiteden daha az olmalı. Tabi bu tanım, ekosistemlerin sağlığını, ekosistem ve tür çeşitliliğini, ya da zehirli atıklar gibi faktörleri içermiyor. Fakat, burada yapmak istediğim bir kaç basit alıştırma için asgari koşulları sağlıyor.

İlk olarak, konuya ilişkin bazı rakamlarla başlamak isterim. Küresel Ayak İzi Ağı, her yıl 150’den fazla ülkenin ulusal ayak izini hesaplıyor. Bu hesaplamalara göre, insanlığın ekolojik ayak izi 1961 ile 2007 yılları arasında iki katına çıkmış. Toplam ayak izi 2007 yılında 18 milyar kha, yani kişi başına 2,7 kha olarak gerçekleşmiş. Biyolojik kapasitesi ise 11,9 milyar kha, yani kişi başına 1,8 kha seviyesinde kalmış. Daha fiyakalı söylemek gerekirse, insanlığın sürdürülebilirliği garanti etmek için şu anda 1,5 gezegene ihtiyacı var. Bu şekilde devam edersek 2030 yılında 2; 2050 yılında ise 2,8 gezegene ihtiyacımız olacak.

Şekil 1, 2007 yılı için ülkelerin gelişmişlik seviyelerine göre kişi başına ayak izini gösteriyor. Burada, ekonomik gelişmişlik ölçütü olarak kişi başına gayri safi yurt içi hasıla (GSYH) kullandım. Ülkelerin gelişmişlik seviyesi arttıkça çevreye verilen zararın önce arttığı sonra azaldığı ters U şeklindeki çevresel Kuznet eğrisinin varlığı uzun yıllar tartışıldı. Kullanılan çevre kirliliği ölçütüne göre sonuçlar değişkenlik gösterdi. Burada benim yapmak istediğim Çevresel Kuznet eğrisi ile ilgili varoluşçu bir irdeleme yapmak değil.

Sizinle paylaşmak istediğim gözlem şu: 2007 yılında ortalama ekonomik refah arttıkça kişi başına ekolojik ayak izi de artmış ve bu artış düşük ve orta gelirli ülkelerde azalan oranda iken yüksek gelirli ülkelerde artan oranda gerçekleşmiş. Burada, gelişmişliğin beraberinde  getirdiği sürdürülebilmesi mümkün olmayan tüketim davranışları, yüksek derecede kaynak israfı ve sanayileşmenin sebep olduğu karbon salınımı artışları en önemli sebepler gibi görünüyor.

Şekil 1. Gelişmişlik Seviyesine Göre Kişi Başına Ayak İzi, 2007

Ülkeler geliştikçe kişi başına ekolojik ayak izi artıyor. Peki, ekoloji bütçesi gelişmişlik seviyesine göre açık mı fazla mı veriyor? Daha doğrusu, ülkeler ekonomik zenginlikleri arttıkça ekolojik olarak borçlu mu (kişi başına ekolojik ayak izi biyolojik kapasiteden büyük) alacaklı mı (kişi başına ekolojik ayak izi biyolojik kapasiteden küçük) konuma geliyorlar? Tablo 1’in son üç kolonuna baktığımda yüksek gelirli ülkelerin bıraktıkları ayak izinin ancak yarısı kadar biyolojik kapasiteleri olduğu görülüyor.

Bu yazıyı yazarken, ekolojik borçlu ve alacaklı ülkelerin çalakalem bir resmini de görmek için tematik harita yapmayı öğrendim. Küresel Ayak İzi Ağı 2007 yılı verilerini kullanarak oluşturduğum Şekil 2’yi incelediğimde ortaya çıkan durum içler acısı. Gezegenin beline kırmızı bir kuşak sarılmış izlenimi veren bir harita bu. Haritada kırmızılar ekolojik borçlu ülkeleri, yeşiller ise ekolojik alacaklı ülkeleri gösteriyor. Renkler koyulaştıkça borç da artıyor, alacak da.

Bu durum, ekolojik açık veren ülkelerin ekolojik darboğazlara girerek diğer ülkelere bağımlılıklarının  artması ve buna bağlı ekonomik çalkantıların yaşanması anlamına gelmekte. Çoğu yeşile boyanmış düşük gelirli ülkelerde sorun şimdilik bu kadar vahim değil gibi gözükse de bu ülkelerin de geliştikçe dünya kaynaklarına olan talepleri benzer şekilde artarsa, çok ciddi bir tehlike ile karşı karşıya olduğumuz apaçık ortada.

Bu resme bakıp kara kara düşünürken aklıma gelen soru şu oldu: Bir hektarlık ayak izi karşılığında elimize ne geçiyor? Belki orada söylenecek iki çift iyi söz vardır. Kısacası bir hektarın verimliliği nedir? Bunun çok kaba bir hesabı Tablo 1’de birinci kolonda mevcut. Yüksek gelirli ülkeler 2007 yılında bir hektar karşılığında 2000 yılı fiyatları ile $4,489 seviyesince GSYH elde etmiş iken orta gelirli ülkeler $1,369 ve düşük gelirli olanlar ise $338 elde etmişler. Sadece merak ettiğim için seçtiğim sekiz ülke için de bu değerleri inceleyebilirsiniz. İyi ya, ne öğrendik bu alıştırmadan? Gelir seviyesi yüksek ülkelerin daha çok kirlettiğini ve göreceli olarak karşılığını da aldıklarını gördük. Çok da yeni bir şey öğrenmedik ama takip eden alıştırmaya zemin hazırladık.

Burada önemli olabilecek konu son 10-15 yılda bir hektarın verimliliğinde olan değişim. Birleşmiş Milletler, 1992’de Rio’da gerçekleşen ve Dünya Zirvesi olarak da bilinen Çevre ve Kalkınma Konferansı’ndan tam 20 yıl sonra 2012’de yine Rio’da Sürdürülebilir Kalkınma Konferansı’nı düzenledi. Amaç, sürdürülebilir kalkınma konusunda siyasi taahhütü yinelemek, daha önceki politika ölçütlerinin başarısını tartışmak ve ortaya çıkan yeni sorunları ele almaktı.

Bu noktada, bıraktığımız bir hektarlık ayak izi karşılığında elimize geçenin daha mı az daha mı çok olduğunun değerlendirmesi, çok kabaca da olsa, yakın geçmişte tanık olduğumuz toplumsal çevre bilinci artışının ve bunun yansıması olarak değiştirilen ve kısmen uygulanmaya başlanan politikaların ne derecede başarılı olduğu tartışması için zemin hazırlayabilir.

Şekil 3, bir hektarlık ayak izi karşılığında kazanılan GSYH’nın 1997-2007 yılları arasında nasıl değiştiğinin küresel bir resmi. Kırmızılar ayak izi verimliliğindeki düşüşü, yeşiller ise artışı gösteriyor. Görünen o ki, yoğun olarak enerji sektöründe faaliyet gösteren ülkeler haricinde neredeyse tüm dünyada ayak izi verimliliğinde bir artış var.

Aynı miktarda kaynaktan daha fazlasını elde edebilmek elbette umut verici bir gelişme. Fakat, bu yorumu yaparken iki hususta dikkatli olmakta fayda var: (i). Ayak izi verimliliği adını taktığım bu gösterge, hesaplamasında kullanılan her iki göstergenin yani toplam ekolojik ayak izi ve GSYH’nın zaafiyetlerini barındıran son derece toplulaştırılmış bir ölçüt. Dolayısıyla yorum yaparken çok ileri gitmemek gerekir. (ii). Bu gösterge mükemmel bir gösterge bile olsaydı, Şekil 3’te görülen artışların büyük bölümü % 25’in altında. Hatta % 10’un altında. Yetmez. Biyolojik kapasiteye erişim için rekabetin giderek arttığı günümüzde dünyanın karşı karşıya olduğu ekolojik riskler hafife alınmayacak düzeyde. Dolayısıyla, böyle bir tehditle baş etmek için kullanılan tedbirlerin sadece başarısı değil ne derecede etkili olduğu da önemli.

Peki, ne yapılması gerekiyor? Elbette basit bir reçete ile bu zor hastalığı iyileştirmek mümkün değil. Fakat, hastalığın ilerleyişinin hız kesmesi ve iyileşme sürecinin başlaması için ülkelerin aciliyetle kalkınma planlarını büyüme hızı dışındaki göstergeleri de ciddi bir şekilde göz önüne alarak yapmaları gerekiyor. Toplumların sürdürülebilir olmayan üretim ve tüketim yöntemleri konusunda bilinçlendirilmesi gerekiyor. Ekolojik limit aşımının önüne geçmek için biyolojik kapasiteye yatırım yapılması gerekiyor. Sadece devletin değil, özel sektörün, sivil toplum kuruluşlarının ve  üniversitelerin konuyla ilgili çalışmalarda işbirliği yapmaları ve ivedilikle uygulanabilirliği yüksek, etkin politikalar geliştirmeleri gerekiyor.

Yakın gelecekte başka dünyalar keşfetme olasılığımızın sıfır olduğunu kabul ediyorsak, öyle gözüküyor ki çok geç olmadan hem bireyler ve hem de ulusal  kimlikler olarak, ekonomik gelişmişlik düzeyinden bağımsız olmak üzere, kendimize çeki düzen vermek zorundayız.

Yazımı sonlandırdığım şu noktada sizi zihnimi kurcalayan önemli bir soruyla başbaşa bırakmak istiyorum: Şekil 2’de çoğu az gelişmiş, yeşile boyalı ülkeler gün gelip bir kozmetik firmasının reklam sloganı misali “Biz de buna değeriz” dediklerinde kırmızıya boyalı ülkelerin “Biz ettik, siz etmeyin” demeleri ne derecede inandırıcı olacaktır? Yeni bir Doha Round yaşama lüksümüz var mıdır?

 

 

 

 

Ayça Tekin-Koru Orta Doğu Teknik Üniversitesi, İktisat bölümünden lisans derecesini 1994, yüksek lisans derecesini 1997 yılında aldı. Purdue Üniversitesi, Ekonomi bölümünde doktorasını 2001 yılında tamamladı. 2001-2003 yılları arasında Krannert School of Management bünyesinde konuk öğretim üyesi olarak MBA ve Ekonomi programlarında ders verdi. Sonrasında 2003-2011 yılları arasında Oregon State Üniversitesi, Ekonomi bölümünde görev yaptı. 2012-2016 yılları arasında TED Üniversitesi, İşletme Bölümü'nün kurucu bölüm başkanlığı görevini yürüttü. Ayça Tekin-Koru çalıştığı üniversitelerde çeşitli düzeylerde uluslararası iktisat, oyun kuramı, mikroekonomi, makroekonomi ve sosyal meseleler iktisadı gibi dersler verdi. Araştırma konuları arasında, uluslararası ticaret, doğrudan yabancı yatırımlar ve iktisadi bütünleşme bulunmaktadır. Akademik araştırmalarının yanı sıra, 2012 yılından bu yana, İktisat ve Toplum dergisinde Sardunya adlı köşede Türkiye ve dünya ekonomisi üzerine yazılar yazmaktadır. Prof. Dr. Tekin-Koru, halen, TED Üniversitesi Ekonomi Bölümü öğretim üyesidir.

Bir cevap yazın