Editörümüz Ömer Faruk Çolak ve Yayın Kurulu üyemiz Serdar Sayan’ın Yuvarlak Masa Toplantıları’nda bu ayki konuğu ekonomi yazarı Uğur Gürses.
Ömer Faruk Çolak: Değerli İktisat ve Toplum Dergisi okurları, Yuvarlak Masa Toplantıları’nın üçüncüsüyle karşınızdayız. Bu sayımızdaki konuğumuz Uğur Gürses. Uğur Gürses eski bir merkez bankacı, Hürriyet Gazetesi’nde köşe yazarlığı yaptı ve özel sektör ilişkisi var, bildiğim kadarıyla. Fakat en önemli özelliği, bana göre, bugünlerde yazan, çizen ve düşünenler sınıfındaki az kişiden biri olması. Düşünenleri özellikle tırnak içinde söylemek isterim; çünkü yazmak ve konuşmakla ilgili neredeyse bir enflasyonist, hatta hiperenflasyonist bir dönem yaşıyoruz. Ne yazık ki düşünenler o kadar fazla sayıda değil.
Kendisiyle bugün neyi konuşacağız sorusuna gelince… Bu serinin özelliği gereği günceli yakalamaya çalışıyoruz. Sadece Türkiye’yi değil, dünyayı da konuşuyoruz. Örneğin şu anda öne çıkan konu enflasyon meselesi ki bu sadece Türkiye’nin değil, dünyanın da gündeminde. Örneğin Amerikalılar son kırk yılın en yüksek enflasyonuyla karşı karşıya. Bugünlerde Türkiye de enflasyon, faiz ve döviz kuru üçgeninde ilginç denemelerden geçiyor. Dolayısıyla bunların nedenlerini tartışacağız hep beraber. Serdar söz sende.
Serdar Sayan: Türkiye’de enflasyonun patlaması ilginç bir şekilde dünyada da enflasyonun yükseldiği bir döneme denk geldi ama altını çizmek lazım ki, fiyatların diğer ülkelerdeki yükseliş nedenleri ile bizdeki yükseliş nedenleri tamamen farklı. Gelişmiş ülkelerde, sözgelimi ABD ve İngiltere’de de enflasyon –kendi standartlarına göre– yükselişte, bu doğru fakat söz konusu ülkelerdeki yükseliş, para musluklarının pandemi önlemleri ve mağdurlara destek amacıyla açılmış olmasından kaynaklanıyor. Zaten piyasadaki fazla parayı da yavaş yavaş geri çekmeye çalışıyor bu ülkeler şimdi. Şu anda geleneksel olarak çok düşük olan enflasyon oranlarında nispi bir yükseliş yaşayan ülkeler, pandemi sırasında zor duruma düşen şirketlerine; işini, gelirini kaybeden vatandaşlarına çok cömertçe destek sağlayan ülkeler. Bizde öyle bir şey yok. Bizde cömertlik şöyle dursun, utanç verici bir performans sergilendi bu Covid destekleri konusunda. Zaten Türkiye’nin, IMF’nin düzenli olarak güncellediği uluslararası veri tabanındaki sıralamasından da net biçimde belli bu durum. Türkiye işini, gelirini kaybedenlere ciddi destek sağlamak bir yana, IBAN vererek vatandaşlardan para toplamaya kalkıştı pandemi döneminde. Bununla da kalmadı –tarihe not düşmek adına her vesilede söylediğim gibi– vatandaşların gönüllü olarak yaptığı desteklerin ihtiyaç sahiplerine ulaşmasını devlet eliyle engelledi. Vatandaşların güvendiği belediyeler kanalıyla yapmaya çalıştığı desteklerin yoksullara ulaşmaması yönünde adımlar atıldı. Dolayısıyla diğer ülkelerde de enflasyon var demek haksızlık bence. Öncelikle onu söyleyeyim. Yani iki taraftaki enflasyonun dinamikleri tamamıyla farklı ve hasbelkader aynı döneme denk gelmeleri dışında hiçbir benzerlik yok. Türkiye’de karşılaşılan sorunların nedenlerini biz biliyoruz ama bunu bugünkü sohbetimizde daha sistematik biçimde konuşalım istiyorum. Sen bence de güzel bir soruyla başladın neden oluyor diyerek.
Benim nedenlere ek olarak sormak istediğim bir husus da geçmişte, bugün yaşadıklarımıza benzer bir dönem görüp görmediğimiz. Bunu da sohbetin bir yerinde konuşalım istiyorum. Siz de hafızanızı yoklayın ama ben ekonominin bu kadar kötü yönetildiği bir dönem hatırlamıyorum kişisel olarak. İşte bu döviz, faiz ve kur üçgeninde neler olup bitiyor son dönemde? Son günler gerçekten çok hareketli. Ben her gün kendimi bu kadarı da olmaz derken buluyorum. Tam “artık tamam dibi gördük” diyorum, ertesi gün bir bakıyorum ki daha derin bir çukurdayız. Dolayısıyla son dönemde neler olup bittiğini bu faiz-kur-enflasyon üçgeni çerçevesinde konuşsak diyorum. Senin, hem eski bir merkez bankacı hem de uzun yıllar basın tecrübesi olan seçkin bir ekonomi yazarı olarak değerlendirmeni dinleyerek başlayalım mı?
Uğur Gürses: Teşekkürler beni konuk ettiğiniz için. Çok sağ olun. Şimdi ben aslında bu tür şeyleri değerlendirirken, böyle filmlerde olur ya “on yıl önce” deyip bir yazı geçer, sahne kararır; bir on yıl önceye gitmek istiyorum, daha doğrusu 2009’a. O dönemde patlak veren küresel krizin bulunduğu noktaya nasıl gelmiştik? 2002’de IMF anlaşması var, 2003’te iktidar değişti, 2004-2005’te AB’yle flört var ve müzakere tarihi alınıyor. Bugünkü koşullardan geriye dönüp dikiz aynasından baktığımız zaman ilginç bir şey, bugün için ilginç geliyor bize, o gün için normal, Türkiye’ye sermaye akıyor ve Merkez Bankası, kur daha fazla düşmesin; Türk lirası daha fazla değerlenmesin diye doğrudan alım müdahaleleri yapıyor. Yanlış hatırlamıyorsam 12 aylık bir zaman dilimi içerisinde Merkez Bankası’nın 12-13 milyarlık dolarlık döviz “aldığını” görüyoruz. Rakamlar Merkez Bankası web sitesinde de var. Doğrudan “alım” müdahaleleriyle, özellikle altını çizmek lazım, çünkü döviz alım ihalesi yapmıyor Merkez Bankası, doğrudan gidip alıyor. Bankaların kafasına vura vura alıyor, dövizi. Bu hakikaten hâlâ, kurun düşüşünü tutamadığı bir dönem. 2001-2002 sonrasında yeni bir iktidar geliyor; yeni bir IMF anlaşması var ve AB’ye bir çıpalanma var. Çünkü kur düşüyor biraz, bütün mali piyasalar 2005 koşullarında Türkiye’nin AB üyesi olacağını; bir “convergence” yani yakınsama dönemine girileceğini, AB’yle eklemleşme sürecine gidileceğini düşünüyordu ve o yüzden de Türkiye’ye oluk oluk sermaye geldi.
Sayı: İktisat ve Toplum Dergisi 135Sayfa Aralığı: 34-47
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.