Bir Küresel Kamusal Mal Olarak Mali İstikrar ve G20 – Hasan Ersel (İTD 2)


Yaşamakta olduğumuz kriz “mali istikrar” [financial stability] kavramının üzerinde daha fazla durulması gerektiğini gösterdi. Bu bağlamda iki temel konu gündemde. Bunlardan ilki mali istikrardan neyin kastedildiği. Bu konuda üzerinde uzlaşmaya varılmış bir tanım olduğu söylenemez. Ama verilen tanımlardan mali sistemin istikrarlı olması için aşağıdaki iki koşulun sağlanması gerektiği ortaya çıkıyor:

a. Mali kurum ve piyasaların, bir dış destek ya da müdahale olmaksızın sürekli çalışacakları ve bağıta bağlı yükümlülüklerini yerine getireceklerine ilişkin güven olması,

b. Temel piyasaların istikrarlı olması.

İkinci konu ise mali istikrar sorunun ülke düzeyinde mi, yoksa küresel olarak mı düşünülmesi gerektiği. Eğilim ikinci yaklaşım yönünde. Mali sistemin küreselleşmesi, buna koşut olarak da mali krizlerin bulaşıcılığının artması, konunun küresel düzeyde ele alınması gerektiği yönündeki görüşleri iyice kuvvetlendirdi. Dolayısıyla “küresel mali istikrar” deyimini sıkça duymaya başladık.

Konuyu bu çerçeve içinde alanların dikkati çektikleri bir nokta daha var. O da küresel mali istikrarın bir “kamusal mal” (public good) olması.1 Çünkü mali istikrar sağlandığında bundan herkes (kolaylık olmak üzere her ülke), farklı düzeylerde de olsa, yararlanır ve bir ülkeyi bu kamusal maldan yararlanmaktan mahrum etmek olanaksızdır (ya da çok zordur).2 Böyle olunca da, küresel mali istikrar sorunun nasıl çözülebileceği sorunun yanıtını kamusal mallar konusundaki kuramsal çalışmalarda aramak gerekiyor. Kamusal mallar XIX. yüzyıl sonlarında Knut Wicksell’den bu yana iktisatçıların ilgisini çekmiş, farklı görüşler ortaya atılmış. İktisat kuramcılarının üzerine büyük ölçüde anlaştıkları ve konumuz açısından önemli olan bazı temel bulgular şöyle özetlenebilir:3

1. Kamusal mal söz konusu olduğunda bir ekonomide Pareto ölçütüne göre etkin (P-etkin) kaynak da ğılımının sağlanabilmesi için, kişilerin bu kamusal mal ile bireysel mallardan oluşan sepet arasındaki marjinal ikame oranlarının toplamının, ekonominin marjinal dönüşüm oranına eşit olması gerekir. [Samuelson Koşulu]

2. Kamusal mal söz konusu olduğunda rekabetçi piyasa mekanizması yoluyla varılan çözüm P-etkin değildir. Rekabetçi dengede kamusal mal sunumu Petkin duruma oranla daha azdır.

3. Bu nedenle, kamusal mallar söz konusu olduğunda P-etkin çözümün sağlanabilmesi için iktisadi karar alıcıları vergileyebilecek bir yetkenin (örneğin devlet) varlığına gerek vardır. Bu koşullar altında, P-etkin duruma varabilmek için her iktisadi karar birimine konulacak verginin bu karar alıcıların söz konusu kamusal maldan elde ettikleri faydayla orantılı olması gerekir [Lindahl Dengesi].

4. Ancak bu durumda da sorun çözülmüş olmamaktadır. Çünkü iktisadi karar alıcılar, tercihlerini yanlış yansıtarak, söz konusu kamusal malın finansman maliyetini başkalarının sırtına yükleme yoluna gidebilirler; [Beleşçi (free rider) davranışı]. Bunu engelleyebilmek için iktisadi karar alıcıların tercihlerini doğru açıklamaya özendirecek mekanizmalara gerek vardır. Bu sorunun çözümü için önerilen yöntemlere örnek olarak “(Vickrey-) Clark-Groves” ve “Groves-Ledyard” mekanizmaları gösterilebilir.4

Görüldüğü üzere kamusal malların toplumun gereksinimlerini en uygun biçimde sağlanması sorununa çözüm bulmak pek de o kadar kolay bir iş değil. Peki, bu durumda küresel mali istikrar sorununu G20’nin çözebileceği fikrine nasıl varıldı? G20’nin bu sorunu nasıl çözeceğini bekliyoruz? İktisat kuramından hareketle böyle bir çözüm var olduğunu ve bu çözümün P-etkin olacağını söyleyebilir miyiz?

ÜLKELERİN GÖNÜLLÜ KATKILARI İLE KÜRESEL MALİ İSTİKRARIN SAĞLANABİLECEĞİ GÖRÜŞÜ

Mali istikrarın sağlanması konusunda yaşadığımız kriz öncesinde başta ABD olmak üzere pek çok gelişmiş ülkeyi etkisi altına alan görüş, kamusal mallar yazınının kullandığı deyimle “gönüllü katılım” (voluntary contribution) yoluyla bu sorunun çözülebileceği idi. Bu yaklaşımın en önde savunucularından birisi hiç kuşku yok ki ABD Merkez Bankasının uzun süre başkanlığını yapmış olan Alan Greenspan’dır. Onun savunduğu görüşe göre, iktisadi karar birimleri, öncelikle de bankalar, mali istikrarın önemini kavramış oldukları için bunu sağlayacak önlemleri kendi kendilerine alacaklardı. Bu nedenle de, mali, sisteme devletin müdahale etmesi hem gereksiz, hem de yanlış olurdu. Gereksizdi, çünkü önlemler zaten alınıyordu. Yanlış olurdu, çünkü devletin bilgi eksikliği nedeniyle alabileceği önlemlerin toplumsal maliyetinin daha yüksek, buna karşılık mali istikrarın sağlanmasına katkısının daha az olması olasılığı yüksekti.5

2007’de ABD’de başlayan ve bir yıl sonra küreselleşen kriz, bu görüşe önemli bir darbe vurmuş oldu. Alan Greenspan bile, 23 Ekim 2008’de ABD Temsilciler Meclisinin Gözetim ve Kamu Reformu Komitesine verdiği ifadesinde, iktisadi karar birimlerinin gerekli düzenlemeler kendilerinin yapacakları buna göre hareket edeceklerine güvenmekte yanıldığını kabul etti.6 Aslında, söz konusu görüşün son çeyrek yüzyılda başta ABD olmak üzere bu derece güç kazanmasını anlamak pek de kolay değil. Her şeyden önce iktisat kuramından hareketle böyle bir sonuca varmak pek olası görünmüyor. Konuyu kamusal mallar bağlamında ele alalım. Mali istikrar sağlayacak önlem almak demek, bu görüş bağlamında her karar alıcının mali istikrara katkıda bulunmak için bazı ek maliyetleri yüklenmesi, yani kârından ne kadar vazgeçeceğini belirlemesi anlamına gelir. Olayı şöyle ifade etmek olanaklı:

Mali istikrar, sonuçta her karar alıcının kazancını olumlu yönde etkilemesi beklenir. Buna karşılık, mali istikrarı artırma yönünde her katkının da kendisine getirdiği bir yük (cari dönem kârından kayıp) ortaya çıkacaktır. Dolayısıyla, karar alıcının kazanç fonksiyonunda mali istikrar düzeyi, maliyet fonksiyonunda ise bu yönde “kendisinin” yaptığı katkı yer alacaktır. Karar alıcı, bu durumda kârını ençoklama sorununu çözerek mali istikrara ne kadar katkı yapacağını bulacaktır. Burada önemli olan nokta karar alıcının kazancının mali istikrar düzeyi ile ilgili olmasıdır. Dolayısıyla, kendisi mali istikrara katkısını artırırken bir başka oyuncu düşürürse, mali istikrar düzeyi değişmeyeceğinden, bu oyuncu boşuna maliyet yüklenmiş olacaktır. O halde, her oyuncu başkalarının ne kadar katkı yapacağını tahmin edip, ona göre kendi katkısını belirleme yoluna gidecektir. Bu durumda ulaşılan çözüm bir “Nash Dengesi” olacaktır. Ancak, bu bir P-etkin durum değildir. Başka bir deyişle, iktisat kuramı, bu sorunun çözümünün karar alıcıların gönüllü katılımına bırakılması durumunda etkinlik sağlanamayacağını göstermiştir.

Akla şu gelebilir: “İktisat kuramında bu sonuç uzun zamandır var olabilir. Ama belki, bu görüş uygulamaya yansımamıştır. Bu nedenle de ABD’nin geleneksel piyasalara karışılmamasından yana ideolojisinin bu noktaya gelmesi doğaldır.” Bu görüş de tam doğru değil. Çünkü 1980lerin başlarında ABD’de uygulamacılar yaşadıkları bunca krizden sonra mali piyasalarda sağlam bir düzenleme ve güçlü bir gözetimin gerekliliği konusunda çok duyarlı idiler ve dünyaya bunu öğütlüyorlardı.7 Bütün bunlar düzenlemeden arıtılmış, dolayısıyla gözetimin alanının kısıtlandığı bir mali sistemin, mali istikrarı toplumsal açıdan en uygun düzeyde sağlayabileceği görüşünün iktisatla bir ilgisi olmadığını gösteriyor. Bu görüşün dayanaklarını aramak isteyenlerin “Özgürcü” (Libertarian) felsefeye ve onun siyasal uzantılarına bakmaları gerekecek.8 2007’de başlayan kriz, bu ütopyacı sayılabilecek yaklaşımın çıkmaz yol olduğunu gösterdi. Bu durumda da küresel mali istikrarın nasıl sağlanabileceği sorusuna yanıt bulma sorununa yeni ve farklı çözümler bulma çabalarını güçlendirdi.

ULUSLARARASI İŞBİRLİĞİ YOLUYLA KÜRESEL MALİ İSTİKRARIN SAĞLANABİLECEĞİ GÖRÜŞÜ

Bireysel özgürlükler ve akılcılığın en uygun toplumsal düzeni kuracağı “ütopyası” sarsılınca, buna yakın biçimde kulağa hoş gelen bir başka görüş gündeme geldi. Bu görüşe göre ülkeler küresel mali istikrar konusunda işbirliği yaptıkları takdirde arzulanan sonuç elde edilebilirdi. Ancak bu görüşün bir slogan olmanın ötesine geçebildiği söylenemez. Bu görüşün çekiciliği, aslında, işbirliği yapmanın ahlâki açıdan “iyi bir davranış” olduğu varsayımında yatıyordu. Yaşamsal önem taşıyan bir küresel sorunun çözümü (mali krizlerden korunmak, çevre felaketini engellemek gibi) için işbirliği yapılması fikrine nasıl karşı çıkılabilirdi ki? Bu nedenle bu sorunlar gündeme geldiğinde, hep uluslar arası işbirliğinden dem vuruldu. Bu iş birliğinin yapılabilirliği pek sorgulanmadı. Oysa temel sorun bu işbirliği arayışlarının olumlu sonuç verip vermeyeceğinde yayıyordu.

Bu işbirliğinin nasıl yapılabileceği konusunda akla gelebilecek bir ciddi öneri şu olabilir: Dünyada Birleşmiş Milletler üyesi 192 ülke var. Bu ülkeler bir araya gelseler, mali istikrarın sağlanması konusunda ne yapılması gerektiğine karar verseler. Ondan sonra da her ülke bu kararları uygulasa, arzulanan mali istikrar sağlanmış olur. Bu önerinin bir başka ütopya olup olmadığını anlayabilmek için, sorunu ikiye ayıralım. Önce bu konuda nasıl karar verilebileceğine bakalım. 192 devlet Birleşmiş Milletler şemsiyesi altında bir karara varacaklarsa, akla gelen yöntem oylama yapılması ve “çoğunluk kuralı” ile karar alınması olur. Bu ülkelerin her birisinin bir oyu vardır. Çoğunluğun oyunu alan öneri benimsenmiş olur. Kolaylık olmak üzere her ülkenin küresel mali istikrardan aynı ölçüde yararlandığını varsayalım. Buna karşılık küresel mali istikrar sağlamının maliyetinin ülkelerin GSYH’sına göre değiştiğini düşünelim. Bu durumda her ülke hangi düzenlemenin kendisi için en uygun olacağını belirleyecektir. Bu o ülkenin önerisi olur. Bu önerilerin oya sunulduğunu kabul edelim. Bu durumda çoğunluğun oyunu alan öneri kabul edilmiş olacaktır. Oylama kuramına dayanarak, bu önerinin “ortanca” konumda olan ülkenin önerdiği mali istikrar düzeyi olacağını gösterilebilir.9 Ancak, bu düzey genelde Samuelson koşulunu sağlamaz, yani ulaşılan bu çözüm de P-etkin değildir.10

Şimdi sorunun ikinci kısmına geçelim. Diyelim ki bir mucize oldu ve sonuç P-Etkin çıktı. Ülkelerden birisi ya da bir kaçı bu sonucun gerektirdiği önlemleri almak istemezlerse ne olacak? Onları bu tutumu benimsemekten caydıracak bir küresel yetkeye gerek var. Oysa Birleşmiş Milletlerin böyle bir yetke değil. Akla gelebilecek bir yol Güvenlik Konseyinin görev alanını “insan güvenliği” kavramını kapsayacak biçimde genişletmek olabilir.11 Bu öneri iki nedenle pek gerçekçi görünmüyor. Pek çok ülke bu tür bir öneriye kendi iç işlerine karışıldığı gerekçesiyle karşı çıkacaktır. Öte yandan çoğunluğun aldığı karara karşı çıkanlardan bir ya da bir kaçı Güvenlik Konseyinin veto yetkisi olan sürekli üyeleri ise yine de bir sonuç alınamayacaktır. Görüldüğü üzere, işbirliği yapılması temennisi kulağa hoş gelmekle birlikte, uygulanabilirlik için gerekli koşulları sağlamamaktadır.

Bu olumsuz sonuç, Birleşmiş Milletlerin bu konuyu ele alıp, ülkelerin küresel mali istikrardan ne anladıklarını, çözümü nerede gördüklerini, bu çözümün sağlanabilmesi için neler yapılabileceğine ilişkin görüşlerini ortaya koymalarının önemine gölge düşürmemektedir. Bu açıdan bakıldığında Birlemiş Milletler, bu günkü ortamda, bu tür küresel sonuçların enine boyuna tartışabileceği ve önerilerin türetilebileceği en uygun ortamdır. Nitekim dünya parasal ve mali sisteminin gözden geçirilmesi konusunda en kapsamlı ve önemli çalışmalardan birisini Birleşmiş Milletler’in oluşturduğu ve başkanlığını Joseph E. Stiglitz’in yaptığı komisyonun raporudur, Stiglitz (2010).

G20’NİN ÖNCÜLÜĞÜNDE KÜRESEL MALİ İSTİKRARIN SAĞLANMASI

Bu arada dünya sahnesine G20 olarak bilinen bir grup çıktı. Kanımca “G7 ve davetlileri” olarak tanımlanacak bu oluşum bir uluslararası kurum değil, yasal bir dayanağı da yok. G7 ülkeleri daha geniş bir “meşveret meclisi” kurmak istediler. Bazı ülkeleri de davet ettiler. Niye bazı ülkeleri davet edip, bazılarını etmediklerini sormanın (Örneğin “niçin Türkiye ya da Arjantin G20’nin üyesi de İran, İspanya ve İsviçre gibi ülkeler değil?”) da pek anlamı yok. Çünkü G7 sonuçta bir özel oluşum. Öte yandan, aslında G20 nitelendirmesinin de pek anlamı yok. Çünkü buna bakıp “20 ülkenin üye olduğu bir dernek” diye düşünülürse, doğru olmuyor. Çünkü G20’nin doğrudan üyesi olan 19 ülke var. Yirminci sandalye Avrupa Birliğinin (AB). Bu sandalye AB üyesi 27 ülkeyi mi temsil ediyor, yoksa bu ülkelerden G7 içinde yer alan dört tanesi dışındakileri mi, açık değil. Açık olmasına gerek var mı? Eğer “meşveret meclisi” nitelendirmesini kabul edersek doğrusu pek de yok.

G20 bir küresel yetke değil. Böyle bir iddiası da yok. Ancak G20 kendisini küresel mali sistemi düzenleyecek konumda gördüğünü belirten girişimlerde bulunmayı da ihmal etmedi. Uluslararası hukukun yarattığı kurumlara talimat vermek, hatta onlarda yapısal reform yapılması (örneğim IMF) fikrini de gündeme getirdi. İşin ilginç tarafı, pek de “siz kimsiniz, hangi yasal yetkiye dayanarak bunları istiyorsunuz?” da denmedi. Demek ki G20’nin bu girişimlerine örtük olarak onay verildi. Ancak bu G20 bir konuda kendi içinde anlaşırsa, geri kalan ülkeleri (kolaylık olmak üzere G150(12) diyelim) de bu anlaşmaya katılacağı anlamına gelmiyor. Buna karşılık, bu örtük onay, G150’nin kendi stratejisini belirlerken G20’nin önerisini ciddiyetle dikkate alacağı biçiminde yorumlanabilir.13

G20’nin ne olduğunu ve neler yapabileceğini anlayabilmek için, onun içinde yer alan G7’nin dünyadaki önemini algılamak gerekiyor. Çünkü G7 ülkeleri görüş birliğine vardıklarında diğer ülkelerin bunu kabul etmesini, her zaman olmasa da, sağlayabiliyorlar. G7 üyeleri arasında küresel ekonominin işleyişine ilişkin görüş farklılıkları, genelde, bu ülkeler ile kalanlar arasındakinden daha az. Bu da onların bir koalisyon olarak beraberce hareket etmeleri olasılığını artırıyor. Buna karşılık, bu ülkeler arasında görüş birliği olmadığı zaman, küresel boyutta bir karar alınamıyor. Öte yandan G7 ülkelerinin küresel ekonomi içindeki ağırlıkları, kriz yılında bile çok yüksek. G7’nin bu önemli niteliğini daha iyi görebilmek için Tablo 1’de 2009 yılı için G7 ülkelerinin ihracat, ithalât ve gayri safi yurt içi hasıla itibariyle G20 ülkelerine ve tüm dünyaya oranla ağırlıkları veriliyor. Bu verilerden da görüleceği üzere, küresel krize rağmen G7 ülkelerinin ağırlığı G20 içinde yüzde 60dan fazla. Dünya dış ticaretinin üçte birini yapıyor ve dünya gayri safi yurt içi hasılasının yüzde 40’ını üretiyorlar.

Akla şu soru geliyor: G7’nin gücü varsa, yani “kendi lehine bazı çözümleri diğer oyunculara kabul ettirebildiği, buna karşılık tersinin doğru olmadığı bir konumdaysa”, niçin G20’nin oluşmasına niçin izin verdi, hatta istedi? Yüzeysel yanıt “G20’nin G7’ye oranla daha demokratik bir yaklaşım olduğu”. Ama bu yanıt, neden bu amaçla Birleşmiş Milletler çatısı altında bir araya gelinmediğini açıklamıyor. Bir başka yanıt G20’nin, sınırlı da olsa, küresel sorunlar konusunda, farklı çıkar ve görüşlerin yansıtılabilmesine olanak sağlaması, dolayısıyla bu forumda sağlanan uzlaşmanın, G150 gözünde de daha saygın (credible) olarak değerlendirilebileceğidir. Bu daha akla yakın geliyor. Bütün bu açıklamalardan önemli bir sonuç çıkıyor. O da G20’den G7’nin istemediği bir uzlaşı çıkmayacağı! Bu sonuç G7’nin her isteğinin G20 tarafından benimseneceği anlamına gelmiyor. Ama, G20’de uzlaşı sağlanmışsa, bu G7’nin istediğine uygundur sonucuna varmamızı sağlıyor.

Bu durumda G20’nin küresel mali istikrar programında öne çıkması, çözüm açısından bir farklılık getiriyor mu? Bu sorunun ele alınacağı çerçeveyi basitleştirebilmek için ülkeleri G20 ve G150 biçiminde iki küme içinde topladığımızı varsayalım.14 Böylelikle sorunu iki oyunculu bir dünya modeli içinde düşünebileceğiz. Önce bir fiili durumu saptayalım. G20, G150’den önce ortaya çıkıp küresel mali istikrar adlı kamusal mal sağlanması konusunda bir şeyler yapmaya başladı. Bu girişimi de kabul gördü. Böylelikle, ele aldığımız iki oyunculu basit çerçeve bağlamında, G20 Stackelberg15 anlamında öncü (leader), G150 ise, tanım gereği, izleyici (follower) konumuna geçmiş oldular.

Bu noktada dikkat etmemiz gereken bir başka nokta da G20’nin birden fazla strateji seçeneği olması. Bu seçeneklerden ilk akla geleni, G20’nin Stackelberg’in çok satıcılı (oligopol) piyasa modelindeki lider gibi davranması ve küresel mali istikrarın sağlanmasına ne kadar katkıda bulunacağını açıklamasıdır. Başka bir deyişle G20 bu açıklamayı, G150’nim belli bir tepki vereceği beklentisi altında yapmakta, ama önerisini G150’nin sağlaması gereken her hangi bir koşula bağlamamaktadır. Ancak bu varsayımlar altında ortaya çıkan ve “Stackleberg Dengesi” olarak adlandırılan durum küresel mali istikrarın artmasını sağlamamaktadır. Varian (1994)’de gösterildiği üzere, Stackelberg dengesindeki kamusal mal miktarı Nash dengesine eşit ya da daha azdır.16 Dolayısıyla, G20 Stackelberg lideri konumuna geçerek, küresel mali istikrarı artıracak bir sonuç alamaz.

Ancak G20’nin izleyebileceği başka stratejiler de var. Bu stratejilerin ortak noktası ise G20’nin önerisini bir koşula bağlamasıdır. Bunlardan ilginç olan birisi, G20’nin G150ye şöyle bir öneri götürmesidir: “Eğer G150 kamusal istikrar sağlanması için “x” kadar katkı yaparsa, G7 de “y” kadar katkı yapmaya söz vermektedir”. Böyle bir teklifin saygın olabilmesi için, her şeyden önce, bu önerinin uygulanması durumda ortaya çıkacak olan sonucun G150 açısından tercih edilebilir olması gereklidir. Dolayısıyla ulaşılacak çözümün en az G150’ye onun “çekince fayda” (reservation utility) düzeyini sağlaması gerekir.17 Bu koşul sağlandığında, G20’nin belirtilen taahhüdü yapması durumumda hem küresel mali istikrar düzeyi daha yüksek, hem de ulaşılan bu durum P-etkin olacaktır.18

Bu stratejinin ilginç olmasının nedeni, uygulanabilme şansının yüksek olmasında yatıyor. G20’nin yapması gereken şöyle özetlenebilir:

a. G150’nin tercihlerini tahmine çalışmak,

b. Elde ettiği sonuçlara dayanarak, G150’nin olumlu yanıt verebileceği önerileri belirlemek,

c. Bu önerileri hesaba katarak G20 için en uygun çözümü belirlemek

d. Bu çözümde G20’nin küresel mali istikrarın sağlanması için ne yapması gerektiğini saptayıp, bunu bir taahhüt olarak G150’ye bildirmek.

Bunlar G20 kendi içinde karara varabildiği takdirde yapılamayacak şeyler değil. Yukarıda belirtilen sonucun elde edilebilmesi için temel koşul G150’nin bu oyuna katılmayı kabul etmesidir. Peki G150’nin bu oyuna katılması için gerekli koşullar nelerdir? Bu sorunun yanıtı iki maddede toplanabilir:

a. G20’nin G150 için tahmin ettiği çekince fayda düzeyinin doğru olması.

b. G20’nin taahhüdünde duracağına G150’nin güvenmesi.

Bu koşullarda ilki, G20’nin G150’nin durumunu iyi anlamasını gerektirmektedir. G20’nin baştan itibaren IMF ile bu kadar yakından ilgilenmesi bu koşulun ışığında çok anlamlı görülmektedir. Bazı köklü değişikliklerden geçirilmek kaydıyla, IMF bu amaçla bilgi toplamak ve bu bilgileri değerlendirmek açısından en uygun konumda olan kuruluştur. Bu açıdan bakıldığında G20’nin “yükselen ekonomileri” içine almış olması pek de önemli görünmemektedir. Bu ülkelerin sağlayacağı ek bilgi, IMF’nin sağlayabileceğine oranla ikincil düzeyde olacaktır.

İkinci koşul ise G20’nin saygınlığı ile ilgilidir. G20 konuyu ciddiye almak açısından saygınlık sorunu ile karşılaşmamıştır. Bunun temel nedeni, küresel mali istikrarsızlıktan belki en çok rahatsız olan ülkelerden oluşmasıdır. Dolayısıyla bu sorunun çözümünden, bu ülkelerin de çıkarı vardır. Öte yandan, G20’nin sözünde durmaması olasılığı da çok düşüktür. Çünkü, G20 farklı yapıları ve tercihleri olan ülkelerden oluştuğu için, ancak her ülkenin kendini rahat gördüğü konularda uzlaşabilecektir. Sözünde durmamanın ilerideki maliyeti ile bu bir arada düşünüldüğünde, G20’nin atılımcı olamayacağı ama sözünde durmanın ileride yaratabileceği saygınlık kaybı bir arada düşünüldüğünde G20’nin ikinci koşulu sağlayacağından G150’nin kuşku duymayacağı kabul edilebilir. Bu koşul açısından bakıldığında G20’nin farklı nitelikte ülkelerden oluşması, söz verebileceği konuları seçebilmesi açısından, olumlu bir özellik olarak ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle, G20 içinde “gelişmiş” ülkelerin yanı sıra “yükselen” olarak nitelendirilen gelişmekte olan ülkelerin de yer almış olması güven artırıcı bir etmen olarak düşünülebilir.

BAZI DEĞERLENDİRMELER

G20, küresel mali istikrarın sağlanması için gerekli girişimleri sürdürebilmek için gerekli koşulları sağlayabilecek bir forum olarak görülüyor. Tabii, bu durum G20’nin her koşulda kendisinden bekleneni yerine getirebileceği anlamına gelmemektedir. Burada söylenmek istenen G20’nin belli koşullara uyması kaydıyla, üzerinde anlaştığı bir önerinin G150 tarafından ciddiye alınması açısından bir sorunla karşılaşmayacağıdır. Asıl sorun G20’nin kendi içinde bir uzlaşmaya varamamasından kaynaklanacaktır. O zaman, küresel mali istikrar sağlama yönünde hamle yapılamamış olacaktır. Bu sorun 2010 yılında ortaya çıkmış gibi görünmektedir. 11-12 Kasım 2010 tarihlerinde Seul’de yapılacak olan G20 toplantısına ilişkin olarak dünyada hakim olan karamsarlığın temel nedeni, G20’nin bu toplantıda küresel mali istikrarı sağlama yönünde önemli sayılabilecek bir öneri ortaya koyamayacağı izleniminin edinilmiş olmasıdır.

Bu izlenimin doğmasının temel nedeni de G7’nin kendi içinde uzlaşmaya varamamış olmasıdır. ABD ile Avrupa arasında görüş farklılıkları devam etmektedir. Oysa, G7 ile G20 arasındaki ilişki, bu çerçevede, G20 ile G150 arasındakinin aynıdır. Dolayısıyla, sorun ancak G7 içindeki görüş farklılıklarının giderilmesinden sonra çözüm yoluna girebilecektir. Burada üzerinde durulan iki oyunculu modelin, ele alınan sorun bağlamında aşırı basitleştirme olduğu doğrudur. Ancak verilen kaynaklardan da görüleceği üzere, matematik açısından zorluklar göze alındığında, çok oyunculu bir çerçeveye geçmek olanaklıdır. Diğer bir ilginç konu ise birden fazla küresel kamusal mal söz konusu olduğunda etkin çözüme nasıl varılacağıdır. Bu konu G20 açısından önem taşımaktadır. Çünkü G20 küresel kamusal mal olarak kabul edilen çevre sorunları konusunda da önemli bir rol üstlenmiş durumdadır.

Bu çerçevede Türkiye’nin G20 içinde ne yapması beklendiği sorusuna da yanıt aranabilir. Türkiye şimdiye kadar G20’nin bir aktif üyesi olduğu izlenimini vermiş değildir. Yukarıda da üzerinde durulduğu gibi, G20’nin bu forumda temsil edilmeyen üyelerin sorunları ve/veya isteklerini öğrenmek için Türkiye’ye pek gereksinimi yoktur. IMF bu işlevi Türkiye’de (ya da her hangi bir başka G20 üyesinden) çok daha yetkin bir biçimde yerine getirebilir. Buna karşılık Türkiye, G20’nin ele aldığı sorunların çözümü için fikirsel katkı yapabilir. Ancak, böyle bir katkı yapılabilmesi için Türkiye’nin bu sorunlarla kendi içinde ilgilenmesi, bunlar üzerinde araştırmalar yapması ve tartışması gerekmektedir. Oysa, şu ana kadar bu yönde sistematik bir çabanın var olduğu söylenemez.

KAYNAKLAR

Bergstrom, T., L. Blume ve H. Varian (1986): “On the private provision of public goods”, Journal of Public Economics, 29, s. 25-49.

Boadway, R. , Z. Song ve J-F. Tremblay (2007): “Commitment and matching contributions to public goods”, Journal of Public Economics, 91, s. 1664-1683.

DCAF (2004): Güvenlik Sektörünün Parlamenter Denetimi, Çevirenler E. O. Kaliber ve A. Kaliber, İstanbul: Tesev Yayınları.

Greenspan, A. (2007): The Age of Turbulance, New York, Penguin Press. Feldman, A.M. ve R. Serrano (2006): Welfare Economics and Social Choice Theory, New York: Springer.

Hinich, M.J. ve M.C. Munger (1997): Analytical Politics, Cambridge: Cambridge University Press. Jha, R. (2010): Modern Public Economics, London: Routledge.

Stiglitz, J.E. (1995). “The theory of international public goods and the architecture of international organizations,” United Nations Background Paper 7, Department for Economic and Social Information and Policy Analysis, July.

Stiglitz, J.E. (1999), “Knowledge as a global public good”, Inge Kaul ve Diğ. (der.) Global Public Goods: International Cooperation in the 21st Century. New York: Oxford University Press içinde, s. 308-326.

Stiglitz, J.E. (2000): Economics of Public Sector, Third Edition, New York: W.W. Norton & Company.

Stiglitz, J.E. (2010): The Stiglitz Report-Reforming the Monetary and Financial Systems in the Wake of Financial Crisis, New York: The New Press.

Varian, H. (1994): “Sequential contributions to public goods”, Journal of Public Economics, 53, s. 165-186. Yılmaz, E. (2009): Oyun Teorisi, İstanbul: Literatür Yayınları.

SON NOTLAR

1. Küresel kamusal mal kavramı için, Stiglitz [(1995) ve (1999)]’a başvurulabilir.

2. Bu yazıda küresel mali istikrarın her oyuncu için bir normal mal olduğu, yani daha çok sağlanmasının her oyuncunun faydasını artıracağı varsayılmaktadır.

3. Kamusal malların kamu ekonomisi kuramında ele alınışı konusunda Stiglitz (2000, s. 132-188), Feldman ve Serrano (2006, s. 161-194) ve Jha (2010, 95-151)’e başvurulabilir.

4. Söz konusu mekanizmalar, Feldman ve Serrano (2006, s. 176-188)’de tartışılmaktadır.

5. Greenspan’ın dünya görüşü çerçevesinde bu konuyu nasıl düşündüğü Greenspan ( 2007)’de güzel bir biçimde anlatılmaktadır.

6. Ancak, bu kabulü Greenspan’ın dünya görüşünü değiştirdiği biçiminde yorumlamak yanlış olur. Konuşmasının bütünü ele alındığında Greenspan, mali kurumların bu deneyimden ders çıkarıp doğru yolda gidecekleri görüşünde olduğu izlenimini veriyor. Öte yandan devletin bu işe müdahale etmesinin daha da kötü sonuç vereceğine ilişkin görüşü de değişmiş değil.

7. 1980lerin ilk yarısında Türkiye’de sermaye piyasasını geliştirme çabaları bağlamında davet edilen uzmanlar arasında ABD’li akademisyenler, düzenleyiciler ve mali kesimden üst düzey yöneticiler vardı. Bu insanlar, söz birliği etmişçesine, ABD tarihinden örnekler göstererek, bu piyasaların ciddi bir biçimde düzenlemesi gerektiğini ve güçlü gözetim ile denetimin zorunluluğunu vurgulamaktaydılar.

8. Bu bağlamda, Alan Greenspan’ın bireysel özgürlüklerin, “Laissez-Faire” kapitalizminin ve sınırlı devletin savunucusu felsefeci Ayn Rand’ın (1905-1982) sıkı bir izleyicisi olduğunu da anımsamakta yarar var.

9. Bu sonuç matematiksel açıdan dikkatli bir biçimde ifade etmek istendiğinde, oyuncu sayısının tek olması koşulunun eklenmesi gerekir. Eğer oyuncu sayısı çiftse (BM üye sayısının 192 olması örneğinde olduğu gibi) tek bir ortanca değer bulunamaz, kapalı aralıkta yer alan birden çok ortanca değerleri söz konusu olacaktır. Bu sonuç için Hinich ve Munger(1997, s. 34-35)’e bakılabilir. Burada bu teknik sorunun bir yolla çözüme bağlanabileceği varsayılmıştır.

10. Bu sonuç Feldman ve Serrano (2006, s.174-6)’da tartışılmaktadır.

11. “İnsan güvenliği” kavramı için DCAF( 2004, s. 15-17)’ye bakılabilir.

12. Geri kalan ülkelerin G150 olarak nitelendirilmesinin nedeni G20’de Avrupa Birliğinin de temsil edilmesi. Böyle olunca G20 aslında 42 ülkeyi kapsıyor.

13. Oyun kuramının diliyle bu durumda çözüm bir işbirliksiz (non-cooperative) oyunun dengesi olarak düşünülmektedir. Bu yolun ön plana çıkmasının nedeni, daha önce de üzerinde durulduğu üzere, küresel kamusal mal sorununun çözümü konusunda işbirlikli (cooperative) çözüm sağlayacak bir mekanizma olmamasıdır. Bu nedenle, çözüm arayışının işbirliksiz yaklaşım bağlamında araştırılmasından başka çare olmadığını hem G20’nin hem de G150nin kabul ettikleri varsayılabilir.

14. Gerek G20 ve gerekse G150 için yapılan benzeşirlik varsayımlarının gerçeklerle bağdaşmadığı açık. G20 farklı yapıları ve tercihleri olan ülkelerden oluşuyor. En azından G20 içinde “gelişmiş” ve “yükselen” ekonomiler biçiminde bir ayrım yapmak olanaklı. G150 içinde ise, satın alma paritesiyle ölçüldüğünde, kişi başına geliri 40,500 dolar olan İsviçre’den, kişi başına geliri sadece 330 dolar olan Kongo Demokratik Cumhuriyeti’ne kadar çok farklı ülkeler var. Öte yandan G150 üyelerinin aynı noktada buluşması olasılığı G20’ye oranla çok daha düşük görünmektedir.

15. Heinrich Freiherr von Stackelberg (1905-1946), çok satıcılı (oligopol) piyasa kuramına önemli katkı yapmış olan Alman iktisatçısıdır. Moskova’da doğdu. Köln Üniversitesinde doktorasını tamamladı. Nazi Partisi üyesiydi. Ancak, giderek bu hareketten soğudu. Kısa yaşamının sonuna doğru Nazi Partisinden desteğini tamamen çekti. Madrid’de öldü. Kendi adıyla anılan çok satıcılı piyasa modelini 1934’de Viyana’da basılan Marktform und Gleichgewicht (Market Structure and Equilibrium) adlı kitabında ortaya koymuştu.

16. Nash ve Stacklebeg dengeleri arasında böyle bir ilişkinin olması şaşırtıcı değildir. Stackelberg modelinin çözümü zaten bir “alt-oyun mükemmel Nash dengesini” (subgame perfect Nash equilibrium) bulmak yoluyla elde edilmektedir. Bu konuda Türkçe kaynak olarak Yılmaz (2009, s. 162-5)’e başvurulabilir.

17. G150 mevcut mali istikrar düzeyinden belli bir fayda sağlıyor olsun. Bu G150’nin “çekince fayda” düzeyi olarak alınabilir. Çünkü, G150 olası üsteleneceği ek yükümlülükler hesaba katıldıktan sonra, en az bu fayda düzeyi kendisine garanti edilmedikçe oyuna girmeyi kabul etmeyecektir.

18. Bu yaklaşım için Boadway, R. , Z. Song ve J-F. Tremblay (2007)’ya bakılabilir.

Hasan Ersel 1971’de iktisat dalında doktorasını aldığı Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde, 1983 yılına kadar öğretim üyesi olarak çalıştı. Daha sonra, sırasıyla, Sermaye Piyasası Kurulu’nda Baş İktisatçı, T.C. Merkez Bankası’nda Araştırma, Planlama ve Eğitim Genel Müdürü ve daha sonra Başkan Yardımcısı, Yapı Kredi’de Genel Müdür Başyardımcısı ve daha sonra Yönetim Kurulu Üyesi olarak görev yaptı. Hasan Ersel’in iktisat, siyaset bilimi ve matematik alanlarında çok sayıda makale ve kitabı bulunmaktadır.

Bir cevap yazın