Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Perspektifinden Pronatalist Politikalara Bakış – İlknur Yüksel-Kaptanoğlu


Nüfus politikaları, tarih boyunca devletlerin ekonomik, sosyal ve siyasi hedeflerine ulaşmak amacıyla aktif olarak yönlendirdiği alanlardan biri. Nüfusun bileşenlerinden doğum, ölüm ve göç oranlarını etkileyici birçok strateji geliştirilmiş olsa da, en yaygın olarak uygulanan ve müdahale edilebilir olduğu düşünülen alan ise doğurganlık. Oysa, dünya nüfusunun 8,2 milyara ulaştığı günümüzde, kadınların bedeninde gerçekleşen ve üreme sağlığı hizmetleriyle şekillenen politikalar, karmaşık ve tartışmalı birçok konuyu beraberinde getiriyor. Ki Türkiye’nin de dahil olduğu birçok ülkede uygulanan pronatalist politikalara rağmen, bu girişimlerin beklenen sonucu vermediği ortada. Bu yazıda, pronatalist politikaları toplumsal cinsiyet perspektifinden incelemeye ve Türkiye’nin bu konudaki politikalarına dair bir çerçeve çizmeye çalışacağım.
2023 yılı için Türkiye’nin toplam doğurganlık hızı 1,51 olarak açıklandı. Toplam doğurganlık hızıyla ölçülen doğurganlık, 15-49 yaş grubundaki kadın başına düşen ortalama çocuk sayısını ifade ediyor. Bu hızın 2,1 olması, nüfusun bir kuşak boyunca aynı seviyede kalmasını sağlaması, daha doğrusu her çiftin kendisinin yerine bir çocuk bıraktığı yenilenme düzeyi olarak tanımlanıyor. Toplam doğurganlık hızının yenilenme düzeyinin altına düşmesi, birçok hükümetin paniklemesine ve pronatalist politikalara yönelmesine neden olabiliyor. Ancak, toplam doğurganlık hızındaki azalma her zaman nüfusun azalması anlamına gelmez. Nüfus içindeki gençlerin oranı, doğurganlığın çeşitli nedenlerle ertelenmesi gibi faktörlerle nüfus artmaya devam edebilir. Ki Türkiye’de son 10 yıl içinde toplam doğurganlık hızı azalırken, nüfus artmaya devam etti. 2023 yılı itibarıyla, Türkiye 85 milyon 372 bin 377 nüfusuyla dünyanın en kalabalık 18. ülkesi konumunda.
Doğurganlığın zaman içinde azalacağı, demografik kuramların 1950’li yıllardan beri vurguladığı bir konu. Klasik demografik geçiş kuramı, tüm toplumların geleneksellikten modernliğe geçmesi ile yüksek doğurganlık ve ölümlülük hızlarından düşük hızlara geçiş arasında bir paralellik kurar (Davis, 1963). İkinci demografik geçiş kuramı ise, düşünsel değişimler sonucunda geleneksel sosyal normların desteklenmeyeceğini öne sürerken, kadınlar ve erkekler arasındaki eşitsiz güç ilişkilerine değinmeden bireysel hakların öne çıkacağını vurgular (Van de Kaa, 1987; Lesthaeghe,1995, Tazi-Preve, 2005). Her iki kuram, modernist bir yaklaşımla fazla genelleme yapmaları, farklı kültürel dinamikleri dikkate almamaları, Batı ve Avrupa merkezli olmaları açısından eleştirilir. Öte yandan, kadın hareketinin kazanımları ve gücü iki kuramda da yeterince dikkate alınmamıştır (Tazi-Prevee, 2005; Folbre, ).
Oysa, yirminci yüzyılda doğum kontrolü hareketi başlamış; kadınların kendi bedenleri hakkında karar alma ve tüm kararlara katılım hakları konusundaki talepleri artmıştır. Gebeliği önleyici yöntemlerin desteklenmesi, kadın haklarının, üreme sağlığı ve cinsel sağlıkla ilgili hakların ve toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanmasına ilişkin talepler ulusal ve uluslararası düzeyde daha çok görünür olmuştur. Bu gelişmeler uluslararası sözleşmelere de yansımıştır. Kahire’de 1994 yılında yapılan Dördüncü Dünya Nüfus ve Kalkınma Konferansı’nda, önceki konferanslardan farklı olarak, radikal kararlara imza atılmıştır. Konferans sonrası hazırlanan Eylem Planı’nın sekizinci maddesinde
“…Devletler, kadın erkek eşitliğini temel alarak, aile planlaması ve cinsel sağlığı içeren üreme sağlığı hizmetleri dahil, sağlık hizmetlerine evrensel ulaşabilirliği sağlamak için gereken bütün önlemleri almalıdır. Üreme sağlığı programları hiçbir baskıya yer vermeden en geniş hizmetleri sunmalıdır. Sahip olacakları çocuk sayısına ve zamanlamasına özgürce ve sorumlulukla karar vermek ve bunu yapabilecek bilgi, eğitim ve araçlara sahip olmak bütün çiftlerin ve bireylerin temel hakkıdır.”
ifadesiyle doğurganlıkla ilgili kararların çiftlere bırakılması gerektiği vurgulanmıştır. Daha sonraki yıllarda 1995 Pekin Dünya Kadın Konferansı’yla başlayan ve günümüzde Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları içinde de yer bulan toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması ve kadınlar ile kız çocuklarının güçlenmesi (5 No.lu Hedef) konusundaki uzlaşmaya rağmen, kadınların talepleri ile hükümetlerin hedefleri arasındaki uyumsuzluk halen devam etmektedir.
Öte yandan, yirminci yüzyılın başlarından itibaren doğurganlık politikaları ya da nüfus politikaları, Nazi Almanya’sının “saf Alman ırkı” söylemiyle, öjenist ideolojiyle ilişkilendirilmiştir. Bu konudaki eleştirilere ve insan haklarına ilişkin gelişmelere rağmen, daha kaliteli nüfusların artırılması ve marjinal grupların azaltılması halen birçok devletin gündemindeki yerini korumaktadır. Dünya genelinde doğurganlıkla ilgili politikaları inceleyen Birleşmiş Milletler’in en güncel yayını, 2019 yılı itibarıyla ülkelerin üçte ikisinde doğurganlığa ilişkin politika uygulandığını gösteriyor (UN, 2021). Az gelişmiş bölgelerde doğurganlığın azalmasını amaçlayan anti-natalist politikalar, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde ise yaşlanma ve doğurganlığı teşvik eden pro-natalist politikalar gündemde. 2019 yılında 197 ülkeden 55’i doğurganlığı artırmaya çalışırken, 35’i azaltmaya, 10’u ise var olan düzeyi korumaya çalışıyor. 27 ülkede ise herhangi bir doğurganlık politikası yok. Doğurganlığı düşük olan ve artırmayı hedefleyen ülkelerin en çok benimsedikleri politika, iş güvenceli ücretli veya ücretsiz doğum izninin artırılması. Bu politikayı, çocuk bakımının kamu kurumları tarafından desteklenmesi, aile ve çocuk ödenekleri, ücretli/ücretsiz ebeveyn izinleri ile ücretli/ücretsiz babalık iznine ilişkin politikalar takip ediyor. Ayrıca, ebeveynlere yarı-zamanlı çalışma imkanının sunulması ve vergi indirimleri de politikalar arasında yer alıyor (UN, 2021). Yaygın olarak uygulanan bu politikalar, iş ve yaşam dengesini sağlamayı amaçlayan stratejiler aslında. Başka bir ifadeyle, bu politikalar, kadınların istihdamda kalmalarını gözetiyor ve destekliyor.
Türkiye’deki doğurganlık politikalarına bakacak olursak, Türkiye’de Cumhuriyet’in kuruluşundan 1965 yılına kadar pronatalist politikalar uygulandı. 1927 yılındaki 13 milyon olan nüfusun otuz sekiz sene içinde 31 milyona ulaşması, ekonomik kalkınma için işgücüne olan ihtiyaçla doğrudan ilişkili. Bu dönemde, hükümetin talepleri ile çiftlerin istekleri örtüşmüş. Ancak, bu dönemin ardından, nüfus artışını kalkınma önünde bir engel olarak gören bir bakış açısıyla antinatalist politikalar benimsendi. Yeniden pronatalist politikalara geçiş ise, ilk kez 8 Mart 2008 tarihinde dönemin başbakanının kadınlara “en az 3 çocuk doğurun” tavsiyesiyle söylem düzeyinde başladı. Bu söylem zaman içinde doğurganlığı teşvik etmeye yönelik doğrudan politikalara evrildi. 2024-2028 yıllarını kapsayan On İkinci Kalkınma Planı’nda, ailenin korunması ve güçlendirilmesi ile “milli, manevi ve ahlaki değerlerin” önemine vurgu yapılıyor. Doğurganlığın azalmasına sık sık değinilen Plan’da, bu durum, işgücünün azalması ve nüfusun yaşlanmasıyla ilişkilendiriliyor (SBB, 2023). Planın “nüfus ve yaşlanma” başlığının 803. Maddesi, hükümetin doğurganlığa yaklaşımını özetliyor:
“Doğurganlığın nüfusun yenilenme seviyesinin üzerinde tutulması, aile kurumunun güçlendirilmesi, yükselen ortalama evlenme yaşının evliliklerin özendirilerek daha genç yaşlara düşürülmesi ve ikiden fazla çocuk sahibi olmanın desteklenmesi suretiyle sağlıklı ve dinamik nüfus yapısının korunması, yaşlanan nüfusun bedensel ve ruhsal sağlık düzeyinin ve yaşam kalitelisinin yükseltilmesi, işlevselliğinin artırılarak aktif ve bağımsız olarak hayatlarını sürdürmeleri, ekonomik ve sosyal hayata katılımının sağlanması, kaliteli bakım ve sağlık hizmetlerinden yararlanabilmesi temel amaçtır.”
Plan’da toplam doğurganlık hızına ilişkin ilk hedef olarak 2023 yılı için öngörülen 1,7’ye ulaşılamadı, hatta doğurganlık düzeyi 2022 yılının (1.62) gerisine düştü. Doğurganlığın artırılmasına yönelik önerilerin “aile” çatısı altında ele alındığı Plan’ın hedefine şimdiden ulaşamamasını etkileyen faktörler arasında başta ekonomik kriz olmak üzere, COVID-19 ve deprem nedeniyle ertelenen doğurganlıkların etkisi olduğu gibi, gençlerin, özellikle de genç kadınların aile, evlilik, cinsellik, çocuk ve çocuk yetiştirme konularında daha önceki kuşaklardan farklılaşan görüşleri rol oynuyor.
Eğitim süresinin uzamasıyla birlikte, evlilik ve doğurganlık yaşları ilerledi. Ekonomik koşullara, iş-yaşam dengesini sağlamaya yönelik sınırlı kamusal desteğin yanı sıra özel alanda da ev işleri ve çocuk bakımının sadece kadınların üzerinde olması kadınları doğurganlıktan uzak tutuyor. Uzun süredir gözlemlenen doğurganlık hızındaki azalmanın sadece kentlerle sınırlı kalmayıp kırsal bölgelerde de devam etmesi, daha yüksek kalitenin bir değer olarak kabul edildiğini de gösteriyor. Çocuk yetiştirme maliyetinin giderek arttığı, geleceğe ilişkin kaygıların büyüdüğü ve eğitimli genç nüfusun önemli bir kısmının kendini gerçekleştirme ve yurt dışına yerleşme arzusu içinde olduğu ortamda, doğurganlığın artırılmasından çok, mevcut ekonomik koşulların iyileştirilmesine yönelmek daha mantıklı görünüyor. Gençlerin ve kadınların istihdamının artırılması ve yaşlı bakım hizmetlerine yönelik politikalara odaklanılması da bu politikaları destekleyici olmak durumunda.Oysa, bugün Türkiye’de uygılanan politikalarda, kadınlar yalnızca “ailenin bireyi” olarak tanımlanıyor ve hükümet politikaları uluslararası sözleşmelerde altına imza attığı kadınların güçlenmesi ve toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması konusunda adım atmak yerine gerilemeyi tercih ediyor. Böylece, çocukları doğurması beklenen kadınlara yönelik hizmetler geri planda kalırken, SKA’nın “kimseyi geride bırakma” söylemine ters biçimde kadınlar geride bırakılıyor.
Oysa, doğurganlığın düzenlenmesinden en çok kadın nüfus etkileniyor. Bu noktada, kadınların üreme ve cinsel sağlığı, hakları ve güçlenmeleri konusunda uzun zamandır çalışan Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu’nun (UNFPA) “kadınların bedenleri nüfus hedeflerinin esiri olmamalıdır” sözüne kulak vermekte fayda var. UNFPA’ya göre, cinsel ve üreme sağlığı ve haklarına ilişkin hizmetler, “doğurganlık hedeflerine ulaşmak için bir araç olarak değil; bireyleri güçlendirme aracı olarak kullanılmalıdır. Kadınlar, uzmanların ve yetkililerin baskısından bağımsız olarak, ne zaman ve kaç çocuk sahibi olmak istediklerine kendileri karar verebilmelidir” (UNFPA, 2023). Bir yanda kadın haklarına ilişkin bu söylemlerin sesi yükselirken, diğer yanda birçok hükümet pronatalist politikalar uygulamaya devam ediyor. Örneğin, Fransa doğurganlığa ilişkin politikalar konusunda tarihte de öne çıkan ülkelerden biri. 19. yüzyılda Avrupa’da yüksek doğurganlık düzeyinden düşük doğurganlığa ulaşan ilk ülke olan Fransa’da 1970’li yıllardan itibaren pronatalist politikalar uygulanıyor. Bu politikaların kadın haklarına etkisini değerlendiren King (1998), 19. yüzyıldan beri doğurganlığı destekleyen milliyetçi bir grup ile yüzyılın sonlarında Katolik Kilisesi’nin desteklediği “ailecilik” olarak tanımlanan bir grubun varlığına işaret ediyor. Pronatalist politikalarda milliyetçi motivasyonların, başka ülkelerdekine benzer biçimde (Yuval-Davis, 1989; Hend ve Devan 1992; Bracewell 1996; Hamilton, 1995; King, 1998) önemli rol oynadığına dikkat çekiyor. Fransa’nın pronatalist politikalarının uzun süre uygulanması kadınlara bazı kazançlar sağlıyor. Aslında, Fransa, Almanya, Belçika ve Avusturya gibi Orta Avrupa ülkelerinde geleneksel iş bölümü yaygın ve aileleri destekleyen daha muhafazakar rejimler geçerli (Esping-Andersen, 1990). Bu ülkelerde kadınların kazanımları, “Nordik doğurganlık rejiminden” esinlenen politikalarla ilişkilendiriliyor. Ailelerin iş ve bakım arasında denge kurmalarına destek veren bu politikalarda ücretli izinler ile çocuk bakım desteği öne çıkıyor (Bergsvik vd. 2021; Sobotka vd., 2020).
İş yaşam dengesini dikkate alan politikaların uzun süre uygulanmasının olumlu etkilerinden söz edilmekle birlikte, 2023 yılında Fransa’da kadınların işgücüne katılımı %52,8 parlamentodaki kadın oranı ise %37,3 düzeyinde. Kadınların pronatalist politikalardan üç biçimde etkilendiğini dile getiren King’e göre, pronatalist politikalar doğum izinleri, tek ebeveynli ailelere yardımlar ve devlet tarafından işletilen çocuk bakım merkezleri aracılığıyla kadınların bakım sorumluluğu hafifleterek ve kadın istihdamının artışını teşvik ederek kadın haklarını destekliyor. Ancak, pronatalist politikalar gebeliği önleyici yöntemler ve kürtaja erişimi sınırlandırıyor ve annenin evde olup çocuk bakımını üstlendiği bir aile modeliyle geleneksel toplumsal rolleri pekiştiriyor. Bu bağlamda, kadınların anne rolüne sıkıştırılma riski ile üreme ve cinsel sağlık haklarına ilişkin gerileme yaşanması riski, pronatalist politikalar ile kadın hakları arasındaki önemli çelişkiler arasında yer alıyor (King, 1998).
Fransa’da bile, Avrupa ortalamasına göre yüksek sayılabilecek doğurganlık oranları yıllar içinde azaldı. 2012-2022 yılları arasında Fransa’nın toplam doğurganlık hızı 2,1’den 1,8’e geriledi. Bu düşüş, doğurganlık politikalarının etkisinin sınırlı olduğuna dair çalışmaları destekliyor (UN, 2023; UNFPA, 2023). Bu bağlamda, nüfusu artırmaya odaklanmaktan vazgeçip, mevcut nüfusun ekonomik koşullarını iyileştirilmeye ve kadın hakları ile insan haklarının zarar görmemesine yönelik çabalara yönelmek daha akılcı bir alternatif olarak düşünülebilir. Aslında, “nüfus azalıyor” kaygısı ve “felaket” tanımlamalarının ötesine geçerek, daha iyi yaşam koşullarının sağlanmasına yönelik politikalara yönelmekte fayda var. Georges ve Seçkin’in yüksek doğurganlık senaryosunu temel aldıkları modelleme çalışması, doğurganlık artışının Türkiye’de yaşlanma sorununun yarattığı sosyal güvenlik baskısını dengeleyemeyeceğine dikkat çekiyor. Yazarlar, mevcut genç yetişkinlerin doğum yanlısı politikaları destekleme ihtimalinin de düşük olduğundan bahsediyorlar (Georges ve Seçkin, 2016). Çalışma, hükümetin geleneksel ve muhafazakar bakış açısıyla kadınları öncelikli olarak “anne” rolüne yönlendirildiğini, Türk ve Kürt nüfus arasındaki doğurganlık farkından dolayı endişeli olduğunu ve Orta Doğu’da bir hegemonya kurma beklentisinde olduğuna dikkat çekerken, yürütülen politikaların temelinde milliyetçi motivasyonların varlığına işaret ediyor.
Türkiye’de kadınların işgücüne katılım oranı %33,3, kadın milletvekili oranı ise ancak %19,9’a ulaşabildi. Karşılanmamış aile planlaması ihtiyacı ise %12 düzeyine çıktı. Sadece birkaç gösterge bile, eşitliğin sağlanması için gidilecek uzun bir yol olduğunu gösteriyor. Türkiye’de 15-24 yaş grubunun toplam nüfusun %15,1’ini oluşturduğu düşünüldüğünde, artmaya devam edecek nüfusa yönelik politikalara odaklanılması öne çıkıyor. Eğitim düzeyinin yükseltilmesi, gençler ve kadınlar için sosyal güvenceli istihdam olanaklarının yaratılması/artırılması, cinsel sağlık ve üreme sağlığını da içerecek biçimde sağlık hizmetlerine erişimden, cinsiyet eşitliği politikalarının her alanda hayata geçirilmesine kadar alınacak birçok kritik önlem var. Dijitalleşmenin hızla geliştiği günümüzde, nüfus büyüklüğünden çok nüfusun niteliklerine yönelmek ve Suriye’den gelen göçmen nüfusun entegrasyonunu sağlayacak politikalara odaklanmak gerekiyor. Yazının başında da söylediğim gibi hükümetler, en kolay etkileyebilecekleri alan olarak doğurganlığı tercih ediyor olabilirler ama doğurganlığın kadınların ve çiftlerin istekleri doğrultusunda belirlendiği ortada.

Kaynakça

Bergsvik,J., Fauske, A., Hart R., K. (2021). Can policies stall the fertility fall? A systematic review of the (Quasi-) Experimental Literature. Population and Development Review.Vol. 47(4):913-964.
Davis, K. (1963). The theory of change and response in modern demographic history. Population Index. Vol. 29.
Dünya Bankası. 2023. Gender Data Portal. Erişim adresi:
https://genderdata.worldbank.org/en/indicator/sg-gen-parl-zs. (Erişim tarihi: 25.07.2024).
Esping-Andersen, G. (1990). The Three Political Economies of the Welfare State. International Journal of Sociology, Vol. 20(3): 92-123.
George, P. Seçkin, A. (2016). From pro-natalist rhetoric to population policies in Turkey? AN OLG general equilibrium analysis. Economic Modelling. Vol. 56: 79-93.
King, Leslie. (1998). France Needs Children: Pronatalism, Nationalism and Women’s Equity. The Sociological Quarterly, Winter, Vol. 39(1): pp.33-52.
Lesthaeghe, R. (1995). The second demographic transition in Western countries: An interpretation. (in) Oppenheim-Mason, K and Jensen, A.M. (eds). Gender and Family Change in Industrialized Countries. Oxford University Press. Oxford.
Sobotka, T. vd.,( 2020). The diverse faces of the Second Demographic Transition in Europe. Demographic Research. Vol
SBB (T.C. Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı). (2023). On İkinci Kalkınma Planı (2024-2028).
Tazi-Preve, I.M. (2005). Demography and gender. Seminar paper given to the Demography and Sociological Program of the Australian National University.
United Nations Department of Economic and Social Affairs, Population Division (2021). World Population Policies 2021: Policies related to fertility. UN DESA/POP/2021/TR/NO. 1.
UNFPA. 2023. Dünyada çok mu fazlayız? Çok mu az? Yoksa yanlış soruyu mu soruyoruz? Basın Bülteni. Erişim adresi: https://turkiye.unfpa.org/tr/swop-2023-basin-bülteni
(Erişim tarihi: 24.07.2024).
UNFPA. 2023. 8 Billion Lives, Infinite Possibilities, the case for rights and choices.
https://turkiye.unfpa.org/sites/default/files/pub-pdf/swop2023-english-230329web.pdf
van de Kaa, D. (1987). Europe`s Second Demographic Transition. Population Bulletin, Vol. 42(1).

Son Notlar
1. On İkinci Kalkınma Planı; “istikrarlı büyüme, güçlü ekonomi”, “yeşil ve dijital dönüşümle rekabetçi üretim”, “nitelikli insan, güçlü aile, sağlıklı toplum”, “afetlere dirençli yaşam alanları, sürdürülebilir çevre” ve “adaleti esas alan demokratik iyi yönetişim” olmak üzere beş ana eksenden oluşmaktadır.
2. 161. Türkiye’de tek kişilik hanehalkları ve tek çekirdek ailelerin oranı yükselirken en az bir çekirdek aile ve diğer kişilerden oluşan geniş ailelerin oranı düşmektedir. Bu eğilimin önümüzdeki yıllarda devam edeceği öngörülmektedir. Ortalama yaşam sürelerinin uzaması, doğurganlık oranlarının azalması, kurumsal bakım hizmetlerinin ihtiyacı yeterince karşılamaması gibi nedenler aile profilini değiştirmektedir.
3. 2023 yılı Dünya Nüfus Gününde BM UNFPA İcra Direktörü Dr. Natalia Kanem’in konuşmasından alınmıştır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.