Bu notta küresel düzlemde önem kazandığını düşündüğüm üç gelişme üzerinde durulmaktadır. Notun ikinci kısmında ise bu gelişmeler karşısında uluslararası ölçekte etkili arayışlar olarak düşünülebilecek kurumsal düzenlemeler bağlamında Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığının (TTIP) özel konumu ele alınmaktadır.
A.DÜNYA EKONOMİSİNDE ÜÇ TEMEL KONU
Bu yazıda küresel ekonomi bağlamında üç konu ele alınmaktadır. Bunlar
- Küreselleşme olarak adlandırılan olgu
- Teknolojide Sıçrama ve Yenileşim (Innovation)
- Gelir ve servet dağılımdaki eşitsizlik
Bunu yaparken dünyadaki ülkeleri iktisadi açıdan (gelişmiş/gelişmemiş), siyasal açıdan da (demokratik/demokratik olmayan) olarak iki kategori içinde düşünüyorum. Bu söz konusu gruplar içinde farklılıklar olmadığı anlamına gelmiyor. Ancak bu sınıflandırma yapıldığında gelişmiş ülkelerin demokratik ülkelerle (gelişmemiş ülkelerin de demokratik olmayan ülkelerle) tam örtüştüğü ortaya çıktığı için konunun ikili sınıflama içinde ele alınmasını sağlıyor.
I.Küreselleşme olarak adlandırılan olgu
Küreselleşme olarak sözünü ettiğimiz olgu XX. Yüzyılın ikinci yarısının ortalarından itibaren biçimlenen “serbest ticaretin önündeki engellerin bazı piyasalar için kaldırılmaya başlanması ve ulusal ekonomilerin, farklı hızlarda olmakla birlikte, giderek daha fazla bütünleşmekte olmasıdır”. Bu cümledeki niteleyici sıfatlardan da anlaşılacağı üzere söz konusu olan bir aksak küreselleşmedir. Kavram aslında bu gözlediğimiz özel durumun ötesinde farklı küreselleşme örüntülerini kapsamaktadır. Başka bir değişle, küreselleşmenin tek yolu tanık olduğumuz değildir. [2]
Küreselleşme sürecinde tanık olduğumuz başlıca gelişmeleri şöyle özetleyebiliriz:
1.Küresel mal ve hizmet ticaret hacmindeki artış
2.Dünya Savaşından sonra küresel mal ve hizmet ticareti hızla arttı. Ancak bu artışın bir özelliğine dikkat çekmek gerekiyor. Her şeyden önce buna gelişmiş ülkeler arasındaki ticaretteki artış önemli katkı yaptı. Halen dünya mal ve hizmet ticaretinin önemli bir kısmı bu ülkeler arasında oluyor.
Öte yandan küreselleşme ara malı ticaretini de çok artırdı. Ulaşım ve iletişim masraflarını düşüren teknolojilerin devreye girmesi üretim sürecinin mekân içinde ayrışmasına ve hatta bunun /bölgeler ülkeler arasında yayılmasına yol açtı. Bunun sonucu olarak üretim sürecinin farklı aşamaları bunların üretici açısından en uygun (kârlı) üretilebileceği yerlere taşınmış oldu. Üretim aşamalarının mekânsal dağılımı, bölgeler ve veya ülkeler arası ticaretin artmasına yol açtı.
2.Uluslararası Sermaye Hareketlerinin hızlanması
Sermaye hareketlerinin hızlanmasında, bilişim teknolojisindeki gelişmelerin ve finansal serbestleşmenin sağladığı olanaklar büyük rol oynadı. Finansal sermaye akımlarında büyük artış oldu.
Ancak bu akımların etkileri ülke grupları itibariyle farklı oldu. Bu akımlar da her zaman gittikleri ülkenin üretim kapasitesini artırıcı ve teknolojisini yenileyici faaliyetlere yönelmediler. Bu tür etkileri yönlendirebilecek ülkeler, özünde gelişmiş ülkeler ve sınırlı sayıda gelişmemiş ülke bu akımlardan yararlanırlarken, diğer ülkelerde aynı sonuç ortaya çıkmadı.
Küreselleşme sürecinde yabancı doğrudan sermaye yatırımları da arttı. Yabancı doğrudan sermaye yatırımlarının önemli bir kısmını gelişmiş ülkeler birbirlerine arasında yapmaktadır. (2013de en çok yabancı doğrudan yatırım alan 20 ülke içinde 10u gelişmiş ülkelerdir.) Bu ülkelerin genelde yabancı doğrudan yatırımlardan yararlanabilecek ortamı sağladıkları söylenebilir. Buna karşılık gelişmemiş olan ülkelerde ise bu olumlu etki çok daha sınırlı ve özel koşullara bağlı kaldı.[3]
Öte yandan yabancı doğrudan yatırım denildiğinde akla genelde ülkeye taze mali kaynak girişi ve veya yatırım malları/teknoloji ithalâtı gelmektedir. Oysa uzun süre yabancı doğru yatırım çekmiş ülkelerin pek çoğunda yabancı doğrudan sermaye yatırımları alıcı ülkedeki şirketlerin kâr transferlerinin geri dönmesi biçiminde olmakta ve yeni alanlara yatırım yapmaktan çok mevcut tesislerin yenilenmesiyle sınırlı kalabilmektedir.
3.İşgücünün ülkelerarası akışkanlığı canlanmaması
Küreselleşmenin her piyasa için geçerli olmadığının somut örneği işgücü piyasalarıdır. İşgücü hareketliliğinin karşısına çıkarılan çeşitli engeller (vize, çalışma izni, göçmenlik üzerine kısıtlamalar) bu piyasaların, büyük ölçüde yerel kalmasına yol açmıştır. Öte yandan işgücünün uluslararası akışkanlığının engellenmesi, büyük ölçüde alıcı durumunda olan gelişmiş ülkelerdeki işçi sınıfının karşı çıkması önemli rol oynamaktadır. Gelişmemiş olan ülkelerden gelişmiş ülkelere göç etmek isteyenler çoğunlukla düşük-becerili işçi niteliğindedir. Bu insanların göç etmesi durumunda gelişmiş ülkelerdeki düşük-becerili işçilerin pazarlık gücü azalmakta, zaten sendikaların çabasıyla Walras’gil ücret düzeyinin üstünde olan ücretlerini düşürmektedir. Yüksek becerili işçilerin tam istihdamının sağlandığı varsayılsa bile, gelişmiş ülkenin işgücü arzına eklenen göçmenlerin de etkisiyle işsizlik, dolayısıyla işsizlik tazminatları artmakta bu da çalışanlardan alınan vergileri artırmaktadır. Bu da çalışan vatandaşlar ve göçmenler arasında bir çıkar çatışmasına yol açabilir. Özetle göçmenlerin doğurabileceği siyasal, toplumsal ve iktisadi sorunlar bu ülkelerin sınırlarını göçmenlere kapamasına yol açmakta ve dolayısıyla işgücü piyasasının küreselleşmesini kösteklemektedir (Roemer, 2007).
Üzerinde durulması gereken önemli bir başka konu da gelişmiş ülkelere iltica edenlerin durumudur. Bu insanların temel sorunu, ülkelerindeki yaşam koşullarının dayanılmaz hale gelmesi nedeniyle bir başka ülkeye kaçmak zorunda kalmalarıdır. Son çeyrek yüzyılda bu göç hareketlerinin büyük kısmı gelişmemiş ülkelerden gelişmiş ülkelere yöneliktir. Bu hareketlerin gelişmemiş ülkelerde işgücü sunumunu düşürdüğü kolaylıkla söylenebilir. Buna karşılık gelişmiş ülkelerde bunun, hiç olmazsa kısa dönemde, işgücü sunumunu artırdığını söylemek kolay değildir. Bu kişilerin, söz konusu ülkeler için düşük becerili işçi olabilmeleri bile eğitim ve öğrenim görmelerinin sağlanması gerekir. Burada ne ölçüde başarılı olunacağı ise göçmen kabul eden gelişmiş ülkenin bu amaca ayıracağı kaynak miktarına ve toplumun hoşgörü düzeyine bağlıdır.
4.Küresel Kamusal Mallar giderek önem kazandı
Küresel kamusal mallar (global public goods) denildiğinde küresel boyutta rakip olmama (non-rival) ve dışlanamazlık (non-excludability) özelliklerini taşıyan mallar (geniş anlamda) anlaşılır. Bunlara örnek olarak ortamsal ortak kullanım alanları (environmental commons; iklim değişikliği, salgın hastalıklar (HIV/AIDS, verem, sıtma vs.), küresel barış, uluslararası ticaret, küresel finansal mimari (global financial architecture) verilebilir. Bu konular doğurdukları sorunlar nedeniyle giderek toplumların gündeminde daha fazla yer almaya başlamışlardır. Buna rağmen bunlar ülkelerin üzerinde anlaştıkları eylem planlarını, farklı ölçülerde olmakla birlikte, yürürlüğe koymakta zorlandıkları bir alanı simgelemektedirler. Başka bir deyişle bu konularda küresel büyük koalisyon kurulamamıştır, başta BM olmak üzere bu yöndeki girişimler sonul amaçlarına ulaşamamışlardır.
II.Teknolojide Sıçrama ve Yenileşim (Innovation)[4]
XX.yüzyılın ikinci yarısından itibaren teknolojide büyük sıçramalar yaşandı ve bu gelişmeler yaygın yenileşim (innovation) yoluyla iktisadi faaliyetlere yansıdı. Bu olguda öncülüğü yapan ülke ABD idi. Avrupa ise, bir süre sonra rekabet edebilecek konuma geldi. Bugün için Kuzey Amerika (ABD+Kanada)-Avrupa-Japonya’nın dünyada teknolojik buluş alanında tekele yakın bir konumda olduğu, yenileşim alanında da liderliğini koruduğu söylenebilir.
Bu sonucun ortaya çıkmasında birkaç önemli etken söz konusudur. Bunlardan ilki söz konusu ülkelerde yeniliklere yol açan buluşları yapabilecek nitelikte yüksek-becerili işgücünün varlığıdır. İkinci nokta ise bu yenilikleri, yenileşme döndürebilecek ortamın (kurumlar) varlığıdır. Bunun bir boyutu rekabet (firmaların varlıklarını sürdürebilmeleri için bilgi talep etmelerine yol açan ortam) öbür boyutu ise özgürlüktür (kişilerin yeni bir şeyler araştırması, yeni düşüncelerle ortaya çıkmasını sağlayan ortam).
Ancak hem yeniliklerin ortaya çıkması hem de bunların yenileşime dönüşmesi, uzun zaman ve kaynak harcanmasını gerektiren süreçlerdir. Bunların finansman yükünü karşılayabilecek olan kuruluşlar ya büyük şirketler ya da özel kesimle bu açıdan güçlü bir işbirliği kurabilmiş olan finansal açıdan güçlü kamu kurumlarıdır. Bu koşullar da genelde gelişmiş ülkelerde sağlanmaktadır. Dolayısıyla teknolojik atılımın gelişmiş ülkelerde olması doğaldır.
Bu açıklamalardan gelişmemiş ülkelerin bu kısıtı kırma olasılığı olmadığı sonucunu çıkarmak ise yanlış olacaktır. Çin Halk Cumhuriyeti, Hindistan, Güney Kore ve Tayvan gibi ülkelerdeki atılımlar bunu yapmanın zor olmakla olanaksız olmadığını göstermektedir.
Yenileşimin üretim üzerindeki etkisini iki başlık altında toplamak olanaklıdır. Bunlardan ilki yeni ürünlerin ortaya çıkmasıdır. Bugün bundan 50 yıl önce düşlenmesi bile zor olan pek çok ürün tüketiciye sunulmuş durumdadır. Yeni ürünlerin ortaya çıkması süreci de durmamış, hızlanmıştır. İkinci başlık ise üretim olgusunun nitelik değiştirmesidir. Üretim, giderek bilgi (knowledge) yoğun bir faaliyet halini almış, katma değerin büyük kısmının yaratılması da üretimin tasarım aşamasına kaymıştır. Dolayısıyla ürünlerin (mal ve hizmet) imalâtı bir anlamda (tamamen değil) ikincil önem taşıyan faaliyetler haline gelmiştir. Bu gelişmiş ülkelerin, küresel ekonomideki hâkim konumlarını sürdürebilmelerini sağlayan en önemli unsurdur. Çünkü rekabetçi koşulların dinamik ortamında üretimin gerektirdiği bilgi ve yaratıcılık büyük ölçüde bu ülkelerde yoğunlaşmış yüksek becerili işgücünde vardır. (Unutulmaması gereken bir nokta da bu ülkelerin yüksek becerili işgücünü çekmek için çabalarını sürdürmeğe devam etmeleridir.)
Bu gelişmelerin işgücü piyasasına yansımasının iki önemli sonucu vardır. Bunlardan ilki gelişmiş ülkelerde otomasyonun düşük-becerili işgücüne olan istemi düşürmekte olmasıdır. Özellikle robot teknolojilerinin gündeme gelmesiyle “işçisiz fabrika” kavramı düş olmaktan çıkmıştır. Öte yandan bu olgunun yüksek-becerili işgücüne olan istemi her alanda birörnek artırdığı da söylenemez. Bilgisayar teknolojisindeki gelişmeler daha önce görece yüksek-becerili kişilerin istihdamını gerektiren bazı faaliyetleri de ikame etmiştir. Bunun sonucu olarak da bilgisayar teknolojisine sahip yaratıcı/yüksek-becerili çalışanlar bu tür faaliyetleri kendi başlarına yapabilir hale gelmişlerdir.
Dolayısıyla teknolojik gelişme otomasyonun (robot kullanımının) yaygınlaşmasıyla az-becerili işçileri, bilgisayarlardaki gelişme ise görece yüksek becerili bazı kişilerin istihdam alanlarını daraltmıştır. Bu da gelişmiş ülkelerdeki işsizliğin önemli bir nedenidir.
Teknolojik gelişme bir yandan gelişmiş ülkelerdeki yüksek-becerili insan gücüne olan istemi artırırken öte yandan bu nitelikteki işgücünün bileşiminde de, yeni gereksinimler doğrultusunda, önemli değişikliğe yol açtı. Bunun sonucu olarak yüksek-nitelikli işgücüne olan istemin artmasına rağmen bu nitelikteki insanlarda da işsizlik de yükseldi. Başka bir değişle teknolojik gelişme bir evre öncenin yüksek-nitelikli işçilerinin bu sıfatlarının aşınmasına yol açtı. Öte yandan da otomasyon süreci düşük-becerili işçilere olan istemi düşürdü. İşgücünün bu kesiminde işsizlik daha belirgin bir biçimde arttı.
Hem gelişmiş ve hem de gelişmemiş ülkelerde bu durumdan çıkmanın yolu söz konusu kişileri eğiterek yeni ortama uygun yüksek-becerili işgücüne dönüştürmektir. Ancak bu açıdan sağlanan başarı, sorunu çözebilecek düzeyde olmamıştır. Her şeyden önce gerek gelişmiş ve gerekse gelişmemiş ülkelerde eğitime aktarılan kaynaklar artırılamamaktadır. Bunun sonucu olarak nitelikli öğretmen, öğrenim araçları vs. yaygın biçimde temin edilememektedir. Bu süreç gelişmemiş ülkelerde insanların yeni teknolojiyi kullanabilir hale gelmesini engellerken, gelişmiş ekonomilerde ise düşük-becerili işgücü sunumunun yüksek-becerili işgücü sunumuna dönüşmesini zorlaştırmaktadır. Bu ya doğrudan işsizliğe yol açmakta ya da düşük-becerili işgücünü kullanan “eski teknolojilerin” terkedilmesini geciktirmektedir. Dolayısıyla gelişmiş ülkeler kendi teknolojik olanaklarının elverdiği alanlarda tamamen yönelmemekte, uzmanlaşma yerine, gelişmemiş ekonomilerle rekabet içinde olan alanlarda faaliyet göstermeye devam etmektedirler.
Gelişmiş ülkelerde sorun büyük ölçüde işgücünü yeni koşullarda becerili olmaya yöneltebilecek eğitimin verilmesi iken gelişmemiş ülkelerde yeterince öğrenim görmemiş insanların hem bu açıklarının kapatılması hem de beceri kazandırılması olduğu için bu ülkelerin karşılaştıkları sorun çok daha büyük görünmektedir.
Bu gelişmeler gelişmiş ülkelerde başta işçi sendikaları olmak üzere pek çok kuruluşu ülkelerine göçmen kabul edilmesine karşı tavır almaya yöneltti. Bu bazı ülkelerde yabancı düşmanlığına kadar vardı.
II.Gelir ve Servet Dağılımda Artan Eşitsizlik
Gelir ve servet bölüşü iktisadın en önemli sorunlarının başında olagelmiştir. Ancak, son dönemde bu iki ilişkili sorun gelişmiş ülkelerin kamuoylarını da yakından ilgilendirmeye başlamış, bu konuları ele alan kitaplar birbirleri ardından yayımlanmaya başlamıştır. Bu gelişmeye yol açan etmenlerin başında büyük duraklamanın (great recession) yarattığı büyümenin ve dolayısıyla istihdamın düşmesi olgusu yatmaktadır. Ancak konu bununla da sınırlı değildir. Bu alanda yapılan çalışmaların da gösterdiği üzere, gelişmiş ülkelerin girdiği büyüme yolu da zaten gelir/servet eşitsizliğini artıracak nitelikleri taşımaktaydı. Bunu düzeltici mekanizmaların siyasal ya da başka nedenlerle çalışamaz hale gelmeleri sorunu iyice gözler önüne sermiştir.[5]
Gelir ve servet dağılımındaki eşitsizlikteki gelişmeler kabaca üç başlık altında ele alınabilir. Bunlardan ilki gelişmiş ülkelerde gözlenen değişimdir. Özellikle ABD’de son 30 yılda gelir ve servet dağılımı zenginler lehine belirgin bir biçimde bozulmuştur. Bu bağlamda servet dağılımdaki bozulma gelir dağılımdakinden daha fazla olmuştur.[6] Aynı eğilim, daha az güçlü olmakla birlikte bazı Avrupa ülkeleri için de geçerlidir. Bu olgunun tek bir nedeni olmamakla birlikte, üzerinde en çok durulan iki farklı görüşün altını çizmek gerekir. Bunlardan ilki bu bozulmanın temel nedeninin yeni-serbestçilik (neo-liberalizm) olarak adlandırılan politikalar olduğudur, (örneğin Stiglitz). Farklı bir görüş ise II. Dünya Savaşı sonrasında 1980lere kadar gözlenen ve gelişmiş ülkelerde gelir/servet dağılımının düzelmesine yol açan tarihsel koşulların geçici ve sıra dışı olduğu, bu tarihten sona yeni-serbestçilik altında kapitalist sistemin normal işleyişine döndüğü biçiminde özetlenebilir, (örneğin Piketty). Bu görüşte de yeni-serbestçi siyasaların sonuç açısından etkili olduğu görülmektedir. Ancak, bu görüşe göre yeni-serbestçi siyasalar ilk görüşten farklı olarak görece daha edilgen bir konumdadırlar. Oynadıkları rol, kapitalizm kendi kurallarına göre işlemesine olanak sağlamaktan ibarettir.
İkinci önemli gelişme dünya gelir dağılımında gözlenebilen değişmedir. Bu konuda yapılan çalışmalar, seçilen göstergelere ve kullanılan verilere göre değişmektedir.[7] Ancak, UNDP (2013)’deki verilerden şu sonuçlar çıkarılabilir:
- 1990ların başı ile 2000lerin sonları karşılaştırıldığında yüksek gelirli ülkelerde gelir dağılım bozulmuştur.
- Aynı sonuç, gelişmemiş ülkelerin alt grupları olarak düşünülebilecek, düşük ve düşük-orta gelirli ülkelerde için de gözlenmektedir
- Gelişmemiş ülkelerin yüksek-orta gelirli ülkeler alt-grubunda ise bu dönemde gelir dağılımı düzelmiştir.
- Bütün bunların ışığında dünya gelir dağılımının ele alınan dönemde bir miktar bozulduğu söylenebilir.
- Genelde gelişmiş ülkelerdeki gelir dağılımı eşitsizlikleri, bu değişikliklere rağmen, gelişmemiş ülkelerden fazladır.
- Küresel gelir dağılımı, ülkeler arası ortalama gelir farklılıkları nedeniyle, genelde her hangi bir ülkenin için gelir dağılımından daha bozuktur.
İletişim ve haberleşme olanaklarındaki ilerleme ve yaygınlaşma, özellikle gelişmemiş ülkelerde sıkça görülen hükümetlerin engelleme çabalarına rağmen, insanlara kendi ülkesinde ya da başka ülkelerdeki insanların yaşam düzeyleri ile karşılaştırma olanağını vermiştir. Bunun sonucu olarak gelir dağılımındaki eşitsizliklere karşı duyarlılık artmıştır.
B.KÜRESEL KURUMLAŞMA
II.Dünya Savaşından sonra dünya ölçüsünde siyasal düzenleme yapmak [UN] ve küresel iktisadi düzen kurmak [Bretton Woods Kuruluşları: IMF, WB ve daha sonra da GATT {Tarifeler ve Ticaret Genel Anlaşması; şimdiki WTO’nun (Dünya Ticaret Örgütü) öncüsü}] gibi tüm ülkeleri kapsamayı amaçlayan uluslararası kuruluşlar oluşturuldu. Bu kuruluşların çabalarıyla bazı konularda önemli kazanımlar sağlandı. Ancak 60 yılı aşkın deneyim tüm ülkeleri kapsayan bir büyük koalisyonun sınırlılıklarını da ortaya koydu. Bu kuruluşlardan hiç birisi küresel devlet olarak tanımlanabilecek bir konuma ulaşamadı. Yaptırım gücü eksikliği, bu kuruluşların ağır çalışması gibi sorunlar bu yolla bir küresel düzen sağlanabileceğine olan güven zedeledi. Sonuçta, küreselleşme, ulusal devleti yok edemedi ama devletlerarası işbirliğinin niteliğini değiştirdi. [8]
Bugün çok uluslu (multi-national) ve ulus ötesi (transnational) şirketlerin gücünün ve etkisinin artması, bu şirketlerin devletin siyasal (gereğinde askeri) korumaya olan gereksinimlerini ortadan kaldırmamıştır. Ancak bu gereksinim, tek bir devlet tarafından karşılanabilir olmanın ötesine de geçebilmektedir. Bu kaygıları gidermenin bir yolu olarak başvurulan bir yol Avrupa Birliği (AB) örneğidir. Bu girişim, sadece bir iktisadi ortaklık olmanın ötesine geçmiş, ama üye devletleri de tümüyle ortadan kaldırıp tek bir Avrupa Devleti kurma aşamasına da gelmemiştir. Bu bağlamda gözlenen bir başka yaklaşım ise bir ülke grubunun bir araya gelerek TransAtlantic Trade and Investment Partnership (TTIP) ve TransPacific Trade and Investment Partnership (TTP) gibi serbest ticaret anlaşmaları yapmalarıdır.
İlk bakışta bu anlaşmalar sınırlı bir amaç için (dış ticaret ve yatırım) ülkelerin bir koalisyon kurmalarından ibaret görülebilir. Böyle bakıldığında da daha önce yapılan çoklu ticaret anlaşmaları ile aynı bağlamda düşünülebilir.[9] Bu çıkarım, özünde, doğrudur. Ancak, üyelerinin bileşimine bakıldığında TTIP’in özel bir konumu olduğu sonucuna da varılabilir. Çünkü TTIP gelişmiş ülkeler arasında bir ticaret/yatırım faaliyetlerini belli kurallar içine oturtmayı ve bu çerçevede özendirmeyi amaçlayan amaçlı koalisyon kurma çabasıdır. Bunun ne anlama geldiğini görebilmek için TTIP’e farklı bir açıdan bakalım.
C.GÜÇLÜ BİR KOALİSYON OLARAK TTIP
Tüm ülkelerin katılımıyla küresel sorunlara çare bulunabileceğine ilişkin görüş, uygulamada karşılaşılan sorunlar nedeniyle başlangıçtaki çekiciliğini yitirmeye başladı. Ülkeler farklı yollar aramaya başladılar. Burada akla gelen bir çözüm büyük (grand) koalisyon yerine daha küçük ama güçlü koalisyon(lar) ama kurmak oldu. Böylece bir görüşü benimseyen ülkeler için hem uzlaştıkları kararları kendi aralarında uygulayabilme olanağı arttı (güçlü koalisyon) hem de başka ülkeleri de onlara yaklaştırabilecek “yumuşak” etki gücüne sahip olabildiler. Her ne kadar bu yol her ülke için açıksa da, uygulamada etkinlik kazanan koalisyonlar genelde gelişmiş ülkeler arasında ya da tarafından kurulmuş olanlar oldu. Bunun en belirgin örneği 1975’de ABD, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya ve Japonya tarafından kurulup bir yıl sonra Kanada’nın katılımıyla G7 adını alan koalisyondu.[10] Bu koalisyonun küresel ekonomi içindeki ağırlığı (üretim, teknoloji, dış ticaret finansman) sonucunda küresel ekonomiyi yönlendirmede etkin bir rol oynamaya başladı.[11]
G7 ülkeleri her ne kadar dünya ekonomisi içinde önemli bir ağırlık taşımaktaysalar da ticaret ve yatırım alanlarında dünyanın kalanını etkileyebilecek birörnek kuralları koymuş değillerdi. Başka bir değişle bu koalisyon üzerinde uzlaşabildiği konuların sınırlılığı nedeniyle, diğer ülkeleri belli biçimde yönlendirebilecek güçte değildi. Bu da, küresel ekonominin belli kurallar çerçevesinde çalışmasını zorlaştırıyordu.
TTIP’in bu sorunun çözümüne önemli katkı sağlayabilecek bir kurumsal yapılanma olması söz konusudur. TTIP üyelerinin oluşturduğu koalisyon dünya ekonomisi içinde gelir, dış ticaret, finans ve teknoloji açısından çok büyük bir ağırlığa sahiptir. Öte yandan TTIP kapsamında görünmeyen gelişmiş ülkelerin (Örneğin Japonya ve Avustralya) de bu koalisyonun üzerinde anlaşacağı ilkeleri benimseme olasılığı epeyce yüksektir. Bu durumda söz konusu koalisyon küresel ekonomi bağlamında bir yol belirleyici rolünü oynayabileceği gibi diğer oyuncuları kendisinin istediği kuralları kabule ikna edici/zorlayıcı konumda olabilir. İktisat terimleriyle ifade edilirse, burada söz konusu olan TTIP’in rakiplerinin tepki fonksiyonlarını etkileyebilecek güce sahip olan, dolayısıyla kendine güvenen, bir Stackelberg lideri olmasıdır.
Bu nedenle TTIP’in oluşması dünyanın kalan ülkeleri ve Türkiye açısından büyük önem taşımaktadır. TTIP’in etkin olarak çalıştığı bir küresel ekonomi, bugünkünden ciddi farklılıklar gösterecektir. Bu da söz konusu ülkelerin bazı köklü yapısal değişiklikler yapılmasını zorunlu kılacaktır.
Türkiye’nin bu gelişmeleri şimdiden değerlendirip, TTIP etkinliğini tam göstermeden önce söz konusu yapısal değişiklikleri yapması gerekir.[12] Türkiye’nin bu yolda yalnız olacaktır. Bunun nedenini şöyle özetlemek olanaklıdır: Türkiye için AB üyeliği de TTIP’e katılmak da görülebilir gelecekte birer boş düşten ibarettir. Her iki koalisyon açısından da Türkiye’nin üye olmasıyla koalisyon üyelerine sağlayabileceği bir ek kazanç yoktur. Ancak Türkiye’nin sorunu burada da bitmemektedir. Türkiye açısından akla gelebilecek diğer koalisyonlar ise Türkiye’ye bir ek kazanç sağlayabilecek nitelikte gözükmemektedir. Bu durumda Türkiye’nin kendisine yarar sağlayabilecek koalisyonlara katılabilmek için üye olma koşullarını sağlaması yani belli yapısal reformları gerçekleştirmesi gerekmektedir. Bu reformlar hem bir yandan Türkiye ekonomisinin küresel ortamda bir koalisyon için değer taşıyabilmesi için gerekli iktisadi yapı değişikliklerini hem de siyasal alanda demokratikleşme yönündeki köklü atılımları içermek zorundadır.
KAYNAKLAR:
Akyüz, Y. (2015): Foreign Direct Investment, Investment Agreements, and Economic Development: Myth and Realities, Geneva: South Center Research Paper 63, October.
Atkinson, A.B. (2015): Inequality: What Can Be Done?, Cambridge Mass.; Harvard University Press.
İnan, K. (2012): Teknolojik İş[lev]sizlik, İstanbul: İletişim Yayınları.
Milanovic, B. (2013): “Global Income Inequality in Numbers: in History and Now”, Global Policy, Vol. 4(2), May, s. 198-208.
Moore, M. (2003): A World without Walls-Freedom, Development, Free Trade and Global Governance, Cambridge: Cambridge University Press. [Türkçesi: Sınırların Olmadığı Dünya-Özgürlük, Gelişim, Serbest Ticaret ve Küresel Yönetim, Çevirenler Aytül Özer-Yeşim Türkmenoğlu, İstanbul: CSA Yayın Ajansı.
Piketty, T. (2014): Capital In The Twenty-First Century, Cambridge: Mass. : The Belkanp Press of the Harvard University Press. [Türkçesi: Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital, Çeviren Hande Koçak, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2014]
Rodrik, D. (1997): Has Globalization Gone Too Far?, Washington D.C.: Institute for International Economics. [Türkçesi: Küreselleşme Sınırı Aştı mı?, Çevirenler İzzet Akyol-Fatma Ünsal, İstanbul: Kızılelma Yayıncılık, 1999]
Rodrik D. (2007): One Economics Many Recipes, Princeton: Princeton University Press. [Türkçesi: Tek Ekonomi Çok Reçete, Çeviren Neşenur Domaniç, Ankara: Efil Yayınevi, 2009]
Rodrik, D. (2011): The Globalization Paradox, Oxford: Oxford University Press. [Türkçesi: Akıllı Küreselleşme, Çeviren Burcu Aksu, Ankara: Efil Yayınevi, 2011]
Roemer, J. E. : “The global welfare economics of immigration”, Social Choice and Welfare, 27, s. 311-325.
Stiglitz, J.E. (2002): Globalization and Its Discontents, New York: W.W. Norton & Company. [Türkçesi: Küreselleşme-Büyük Hayal Kırıklığı, Çevirenler Arzu Taşçıoğlu-Deniz Vural, İstanbul: Plan B, 2002]
Stiglitz, J.E. (2006): Making Globalization Work, London: Penguin Alen Lane.
Stiglitz, J.E. (2012): The Price of Inequality, New York: W.W. Norton & Company [Türkçesi: Eşitsizliğin Bedeli, Çeviren Ozan İşler, İstanbul: İletişim Yayınları, 2014]
Stiglitz, J.E. (2015): The Great Divide, New York: W.W. Norton & Company.
Togan, S. (2015): “Türkiye-AB Gümrük Birliği ve Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı”, İktisat ve Toplum, Sayı 55, Mayıs, s.8-13.
UNDP (2013): Humanity Divided: Confronting Inequality in Developing Countries, New York: UNDP Publication.
[1] e-posta adresi:hasanersel@yahoo.com
[2] Küreselleşmenin tek yolunun bugün yaşadığımız olmadığı, mevcut yolun eleştirisi ve başka seçeneklerin de olduğuna ilişkin görüşlerin tartışıldığı kaynaklara örnek olarak olarak Rodrik (1997, 2007, 2011) ve Stiglitz (2002, 2006) gösterilebilir. Yaşadığımız küreselleşme deneyimini, hiç olmazsa potansiyel olarak, daha olumlu değerlendiren bir çalışma için bknz. Moore (2003)
[3] Akyüz (2015) bu konuyu sistematik bir bütünlük içinde kapsamlı bir biçimde ele alıp değerlendirmektedir.
[4] Bu konuyu, toplumsal-siyasal sonuçlarıyla birlikte, derinlemesine inceleyen önemli bir çalışma içim bknz. İnan(2012).
[5] Gelir/servet bölüşümüne ilişkin yakın yıllarda çıkan kitaplara örnek olarak Stiglitz (2012, 2015), Piketty (2014) ve Atkinson (2015) verilebilir.
[6] Servet dağılımı verilerine gelişmemiş ülkelerde ulaşmak genelde çok zordur. Bu nedenle, servet dağılımındaki bozulma daha çok gelişmiş ülkeler bağlamında tartışılmaktadır. Ancak bu gelişmemiş ülkelerde servet dağılımının bozuk olmadığı ya da bundan tedirginlik duyulmadığı anlamına gelmemektedir.
[7] Dünya gelir dağılımdaki değişmeler ve yöntem sorunları için bkz. UNDP (2013) ve Milanovic (2013).
[8] Küresel bağlamda işbirliği yapışabilmesinin bir başka yolu da ülkelerin bir küresel amaca, etik nedenlerle, kendilerini bağlı hissetmeleri ve aynı hissin diğer ülkelerce de paylaşılacağına inanmaları durumudur. Temeli Kant’çı ahlâk anlayışına dayanan bu yaklaşımın, sınırlı da, olsa başarı kazandığı alan “iklim değişikliği” konusunda işbirliği arayışlarıdır. UN şemsiyesi altındaki bu çabaların belli ölçüde başarı kazanmasının arkasında yatan en önemli etmen, hemen her ülkede toplumsal destek bulmasıdır.
[9] Daha önce yapılmış çoklu serbest ticaret anlaşmalarına örnek olarak “ASEAN Free Trade Area (AFTA,1992)”, “Central American Integration System (SICA; 1993)”, “Central European Free Trade Agreement (CEFTA,1992)”, “Common Market for Eastern and Southern Africa (COMESA–1994)”, “Greater Arab Free Trade Area (GAFTA,1997)”, “Gulf Cooperation Council (GCC,1981)”, “North American Free Trade Agreement (NAFTA,1994)”, “Southern Common Market (MERCOSUR,1991)” verilebilir.
[10] AB’nin 2014’den bu yana fiilen G7 üyesi olduğunu gözden uzak tutmamak gerekir.
[11] Gelişmemiş ülkelerin benzer biçimde bir koalisyon kurma çabaları ise (örneğin L69) başarılı olmadı. Biraz daha işlevsellik kazanan G20’yi ise özünde “G7 ve davetlilerinden” oluşan bir halkla ilişiler forumu olarak değerlendirmek daha doğru olur.
[12] Togan (2015), Türkiye açısından TTIP’in oluşmasının önemini çeşitli boyutlarıyla ele almakta ve Türkiye’nin bu konuda hangi politika önlemleri alması gerektiğini son derece açık ve duru bir dille ortaya koymaktadır
Pingback: İktisat ve Toplum Dergisi Sayı 63 – İktisat ve Toplum Dergisi